Hangi Dindeniz?
Meryem Irmak
 

Hikâye:

“Musa Aleyhisselâmın ümmeti:

- Ya Musa! Rabbimizi yemeğe davet ediyoruz. Buyursun bir gün misafirimiz olsun. Nemiz varsa ikram etmeye hazırız, dediklerinde Musa Aleyhisselâm, onları azarladı. «Nasıl olur, Allah (haşa) yemekten, içmekten ve mekândan münezzehtir» diyerek bir daha böyle bir şeyi akıllarından bile geçirmemelerini tenbihledi. Fakat Musa Kelîmullah Turu Sina'ya çıkıp, bazı münacaatta bulunmak istediğinde, Allah tarafından şöyle nida olundu:

- «Ya Musa neden kullarımın davetini bana getirip söylemiyorsun?»

Musa Aleyhisselâm: «Ya Rabbi, böyle daveti size gelip söylemekten haya ederim. Nasıl olur, Zatı Ulûhiyetiniz onların söylediklerinden beridir» dedi.

Allah (c.c.): «Söyle kullarıma, onların davetine Cuma akşamı geleceğim» buyurdu.

Musa Aleyhisselâm gelip kavmini durumdan haberdar etti, hazırlığa başlandı, koyunlar, sığırlar kesildi. Mümkün olduğu kadar mükellef bir yemek sofrası hazırlandı. Çünkü misafir gelecek olan ne bir vali, ne bir padişah, ne bir başka yaratıktı. Kâinatın yaratıcısı misafir olarak gelecekti. Hazırlıklar tamamlandıktan sonra, akşam üstü uzak yollardan geldiği belli; yorgun argın, üstü-başı birbirine karışmış bir ihtiyar gelip: «Ya Musa! Uzak yollardan geldim, açım, bana bir miktar yemek verin de karnımı doyurayım» dedi. Hz. Musa:

- Acele etme, hele şu testiyi al da biraz su getir bakalım. Senin de bir katkın bulunsun. Biraz sonra Allah (c.c.) gelecek, dedi.

Tabii adam daha fazla diretmeden çekip gitti. Yatsı vakti oldu, beklenen misafir halâ gelmedi. Sabah oluncaya kadar beklediler, halâ gelen giden yoktu. Neyse ümidi kestiler. Hz. Musa taaccüp içinde idi.

İkinci gün Hz. Musa Tur'a gidip:

- Ya Rabbi, mahcup oldum, ümmetim: «Ya Sen bizi kandırdın, ya Allah sözünde durmadı» diyorlar dediğinde, şöyle hitap olundu:

- Geldim ya Musa, geldim. Açım dedim, beni suya gönderdin, bir lokma ekmek bile vermedin. Beni ne sen, ne kavmin ağırladı.» Bunun üzerine Hazreti Musa Kelîmullah:

- Ya Rabbi bir ihtiyar geldi sadece, o da bir kuldu, Allah değildi. Bu nasıl olur? dediğinde Cenabı Allah:

- «İşte ben o kulum ile beraberdim. Onu doyursa idiniz, beni doyurmuş olacaktınız. Çünkü ben ne semalara, ne yerlere sığarım, ben ancak aciz bir kulumun kalbine sığarım. Ben o kulumla beraber gelmiştim. Onu aç olarak geri göndermekle, beni geri göndermiş oldunuz» buyurdu.”

                                                                       ***

“Attığın zaman sen atmadın; ancak Allah attı” (6-17)

Dinin tekâmülünü ne güzel anlatıyor bu hikâye. Dinin tekâmülü demek, “insanın tekâmülü” demektir. İnsan varsa din vardır, insan yoksa din de yoktur. İnsanın yolculuğu, “din”deki yolculuğudur.

“Beni ne sen, ne kavmin ağırladı, Yâ Musa”.

“Beni aynel yakin bilemediniz!”

                                                                       ***

Fiil ve fail birbirinden ayrı mıdır?

Değildir.

Bir tek “OL”un açılımı ile oldu olan ve dahi olmakta olan ve olacak olan!

“Bütün fiillerin sahibi, yegâne dileyen Allah” ise, failsiz fiil de olamayacağına göre, failler ayrıca mevcut değildir. Her fiile bir fail gerek ise, her fiilin ortaya çıkışı ancak bir fail ile OLmakta ise;

Fiil ve fail BİRdir.

O zaman, “fiil faildir, fail de fiildir!”  Tıpkı, “Ruhlarınız cisimlerinizdir; cisimleriniz ruhlarınızdır” Hadis-i Şerifinde buyurulduğu üzere bir “birlik”.

“Yok, ayrıdır fail ile fiil” dersek; elde var İKİ demektir ki bu, gizli şirktir.

Hikâyenin mesajlarından biri bu olsa gerek:

“Attığında sen atmadın, atan Allah’tı!”

“Geldim Yâ Musa, geldim”.

İllâhû!

                                                                   ***

İnsan tekâmül eden bir varlık. Din, insan ile var ve din tekâmül etmiştir. Dinin tekâmülü insanın, insanın tekâmülü de dinin tekâmülüdür. İkisi birdir, ayrılmaz. İnsan ile Kur’an’ın “ikiz kardeş” oluşu gibi. Tekâmül mertebeleri “ayrı veya yeni bir din” gibi algılanmasına sebep olmuş TEK olan dinin. Allah bütün rasullere iman etmemizi bildirmekle, O’nun risâlet ipine tutunmamızı istemekle, bütün tekâmül aşamalarından geçip kulluğumuzun kemalâtını dilemektedir.

İnsan, mutlaka, dinin bir yerindedir, bir aşamasındadır. Lâ’da veya illâ’da... Yahut, ikisinin ortasında... Nam-ı diğer, sırâtı mustakîmde! “Beynettenzih vetteşbih!”

Yukarıdaki hikâyede Musa Aleyhisselam, nasıl da Allah’ı tenzih ediyor! Selâm olsun Musa Aleyhisselâma ve tüm Rasullere... Musa Aleyhisselam bildiğimiz gibi müslümandı. Ve günümüz müslümanları da, bizler de, müslümanız. Bizler de, inşallah, tenzih ediyoruz Allah’ı. Hz. İsa’ya gelindiğinde teşbih göze çarpıyor. Dinde ve onun çıkış mahalli insanda yeni, tekâmül ettirici bir kavram: Teşbih. Bunu öğrenmek biraz daha zor oluyor, şirk bulaşıyor, iş karışıyor. Ve nihayet Hz.Muhammed Mustafa (sav) ile din en kâmil bir seviyeye erişip, tenzih ve teşbih tevhid oluyor, din tamamlanıyor! Kâmil İnsan, O (sav), dünyaya teşrif ediyor! Allah dinini tamamlıyor.

“Peygamberler arasında fark yoktur” (2-285)

“Ben bazı peygamberleri bazısından üstün kıldım” (2-253)

Hepimizin bildiği gibi biliş üç türlüdür. Bu bilişin dinlerdeki, daha doğrusu dindeki karşılığı şöyledir:

Dinin ilmel yakin yaşanması, Hz. Musa, Musevilik, tenzih.

Dinin ayn-el yakin yaşanması, Hz. İsa, İsevilik, teşbih

Dinin hakkel yakin yaşanması, Hz. Muhammed, Muhammedîlik, tevhid

Genel anlamda tekâmülün seyri budur. Her makam, bir mütekâmil safha gibidir.

Dinin ilmel yakin mertebesi Museviliktir. Risâlet Hz Musa ile gerçekleşmiş ve Musevilik olarak anılmıştır. Bu biliş seviyesi, en üst düzey faili ile isimlenmiş! “Her taş altında gizli / bin imran oğlu Musi” (Yunus). Aynel yakin ve hakkel yakin mertebeleri de bunun gibidir. Allah Rasulü’nün (sav) kemâlatı en yüksek kemâlat olup, O’nun bildirdiğinin üstünde bir biliş ve kemâlat olmadığı gibi, O’ndan daha fazla bilen ve daha kâmil bir kul da yoktur. İnsanın ve dinin en üst noktasıdır. Kâmil İnsan, Hz. Muhammed’dir (sav). Musa (a.s) kavminin Allah’a tenzih ağırlıklı inandığını göz önüne alırsak, Resullullah’ın (sav) neden “Benim ümmetimin velileri Beni İsrailin peygamberleri gibidir” buyurduğunu ve onları övdüğünü daha iyi anlarız. Ve daha önce gelen dinlerin neden geldiğini böylece anlarsak, bir daha niçin din ve paygamber gelmeyeceğini, dinimizin neden son din, peygamberimizin neden son peygamber olduğunu da anlarız.

İşte bu yüzden, din bir bütün olduğu için, risâlet bölünemez, parçalanamaz olduğu için, risâletin sahibi Rabbül Âlemin olduğu için, tüm rasullere iman ederiz. Böylelikle din içinde kendi tekamülümüzü gerçekleştirmeye çalışırız. İlmel yakin yani Musevi olmadan İsevi ve İsevi olmadan hakkel yakin, yani Muhammedî olamayız. Fakat son Nebiyi ve ona gönderileni tasdik etmek “müslüman olmak” için yeterlidir, bütün devirlerde!

Bizler genellikle Muhammedî olmayı salt “İslam dininden olmak” veya “müslüman olmak” olarak anlarız. Oysa, Hz. Musa ve Hz. İsa Aleyhisselamlar müslüman değil miydiler? Onlar da, kendilerine bildirilen ile, Allah Rasulü Muhammed Mustafa Aleyhisselamı, hem de daha dünyaya teşriflerinden evvel, tasdik etmişlerdi. Müslüman olmak risaleti bütün olarak tasdik etmeyi zorunlu kılar. Mertebeler ise ancak bu tasdikten sonra başlar. Başka bir deyişle, müslüman, mertebesine göre ya Musevi’dir, ya İsevi’dir veya Muhammedî’dir. Eğer kişi müslüman değilse, yani son nebiyi ve ona gönderileni tasdik etmiyorsa bunlardan biri zaten olamaz.

Biz nasıl ki Hz. Muhammed’in (sav) risâletini tasdik ediyorsak, “ahir zaman peygamberi geldi” diyorsak, onlar da “ahir zaman peygamberi gelecek” diyorlardı. Yani biz Hz. Muhammed’e (sav) “O geldi” diyerek inanıyor ve O’nu tasdik ediyoruz. Onlar da “gelecek” diye inanıyor ve O’nu tasdik ediyorlardı. Biz gözümüzle görmedik, ama geldiğine dair delilimiz var: Kur’an’ı Kerim. Onlar da “gelecek” diyorlardı. Onların da delilleri Tevrat ve İncil idi. Ki biz bu yüzden, tıpkı risalet gibi, kitapları da bütünüyle tasdik ederiz. Yoksa müslüman olamayız.

Buradan şu sonuç çıkıyor: Gelecek veya geldi demek çok önemli değil. Çünkü içinde bulunduğumuz zaman dilimini biz belirlemiyoruz. Esas olan tasdik etmektir. Demek ki “Musevi olmak” da, “İsevi olmak” da;  bölmeden, ayırmadan, koparmadan risâleti tasdik etmek ile mümkün ve ancak “din” içinde, “İslâm” içinde birer tekâmül mertebesi mesabesindedir.

Din bir bütün olduğuna göre, biz dinin neresindeyiz? Hz. Muhammed’e (sav) “gelecek” değil de “geldi” diyoruz diye, gerçekten, O’nun bildirdiği ile mi amel ediyoruz? Gerçekten O’nun ahlâkı ile mi ahlâklanmış oluyoruz?

Hangi dindeniz, dersiniz?

                                                                       ***

Etrafımdaki çoğu insandan, ibadet etmedikleri halde, “Hristiyanlar ne rahat. Onlar ne namaz kılıyor, ne oruç tutuyorlar. Bizim dinimiz zor. Keşke Hristiyan olsaydık” vb şikâyetler duyarım. Ne acı ki böyle düşünenlerin, böyle düşündükleri müddetçe,  Hristiyan/İsevi olma şansları yoktur; daha Musevi olamamışlardır! Sanıyorum, Noktanın Sonsuzluğunda okumuştum. Kaynağı tam hatırlayamadığım için referans veremiyor, sadece aklımda kaldığı gibi naklediyorum: “Ahirette, herkes, hangi peygamberin huyuyla huylanmış, ahlakıyla ahlaklanmış, ilmiyle ilimlenmiş ise, onun ümmetinden olarak haşr olacak”. Rasullere iman etmeyenlerin durumu nedir? Herhalde: “Göçtü kervan, kaldın dağlar başında...”

                                                                       ***

İnsan öldüğünde canının nereye gittiğini, ehli şeriat dahil kimse sormamaktadır***. Bu konu Kur’an’da “De ki: biz Alllah’tan geldik ve sonunda O’na döneceğiz  (2-156) ayetiyle belirtilmiştir. Bu durumun ne demek olduğunu bir şiirimde “On sekiz bin âlem kâmil insandır” mısraı ile açıklamıştım. Hepimiz insandan geldik ve yine insanda toplanacağız. Bunun böyle olduğunu Kur’an “Allah ve melekleri peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler ona salât edin, selâm verin ve teslim olun” (33-56) diyerek tasdik etmektedir. Buradaki “Ey iman edenler”, “Ey el tutup inananlar” demektir. (Lütfi Filiz / Noktanın Sonsuzluğu)

Hz. Musa’nın kavmi Hızır’dan (a.s) haberli miydi?

Günümüzde mistisizm modası olduğu için herkesin dilinde “O”. Ne güzel! Fakat herkes müşahade ehliymiş gibi konuşunca sap saman birbirine karışıyor kimi zaman. Diğer taraftan “Hacı Bektaş-ı Veli var da biz mi gitmiyoruz” diyerek İnsan’ın varlığı inkâr edilebiliyor. İnkârcılar kim? Hızır’dan haberi olmayan Musa kavmi!

Hz. İnsan ölmez!

Öyleyse, nasıl “İnsan yok? “

Var!

Delil mi?

Kâinat!

“Kâinat, İnsan’dır”. (Lütfi Filiz)

E kıyamet kopmadığına göre, kâinat yerinde durduğuna göre “İnsan” var demektir! Kâinatın kuva ve âzası olarak BEN olduğuma göre İnsan var demektir. Ne diyor Descartes: “I think, I exist. Therefore, I am”. Şeriat dairesinde olduğumuz için çoğumuz mantıksal çıkarımları seviyoruz. Haydi, “Düşünüyorum, o halde varım” ile benzer bir argümantasyon yapalım öyleyse: “Kainat insandır ve ben onun âzâsıyım, ben var olduğuma göre kâinat da vardır. O halde insan vardır”. Yeni Cogito ergo sum! “Kâinat var, İnsan yok” demek tasavvuf açısından muazzam bir çelişkiden başka bir şey değildir.

Gönül kâbesinin hacıları ölmez!

Doğrusu Hacı Bektaş’ı, yani bir “kâmili” bulmadan nasıl ayn oluyor günümüz müşahade ehli, gerçekten merak ediyorum! İnsansız aynel yakin makamını nasıl geçip de hakkel yakine varıyorlar da Hak’tan, birlikten bahsediyorlar? Hristiyan âleminden kaç kişi şirke düşmeden becerebildi teslisi, üçlemeyi? Fenafişşeyh, fenafirresul, fenafillah. Hâşâ, “Allah üçün üçüncüsüdür” demeden, küfre düşmeden ayn olabilmek, üçte bir, bir’de üç olabilmek kolay mı? İnsansız aynel yakin olunmaz. “Ayn” olmadan da “Hak” olunmaz. Öyleyse, Hak’kı, Hakkel yakini anlatanlar önce bir “ayn”ı anlatsalar... Nasıl ayn olduklarını bir anlasak... İnansız nasıl ve neyle “ayn” olacağız, bir onu öğrensek!

İnsan aşağının en aşağısında olarak kimin dediğini yapıyorsa, bilsin veya bilmesin, onu kendine Rab edinmiştir. Demekki insanların çoğu nefsini rab/ilâh edinmiştir ki bu durum ayetle sâbittir. Herkes nefsi emmâreden başlar “rab” edinmeye! Emarede nefsi ne derse, onu yapar; ama bu arada Allah’a inanır. “Birbirinizi rabler edinmeyin!”. Ben emmare, sen emmare. Ben diyeceğim ki “benim dediğim doğru, benim dediğim olsun”, sen diyeceksin ki “hayır benim dediğim doğru, benimki olsun”.  Hâşâ, “birbirimizi rab edinmek” demek, birbirimizin nefsi emmaresini rab edinmek demektir ki bu, Allah’tan başka rab edinmek demek olup, hem küfür ve şirk, hem aynı zamanda boş ve bâtıl bir iştir. Çünkü senlik benlikte ancak ayrılık ve nefse uymak vardır. Nefsi emmare tabiatı gereği ayrılığa, ikiliğe, kavgaya götürür. Oysa amaç “nefsin emrinden çıkmak”tır. Öyleyse, ha benim nefsi emmareme uymuşuz, ha senin nefsi emmarene uymuşuz. Böylece, birbirini rab edinmek sadece “günah” değil, hem de boş bir iştir. İnsanı nefsin emrinden çıkarmaz. Akla da uymaz! Sonu olmayan bir yoldur. İnsanı Allah’a kavuşturmaz. Kavuşmak için birinin kendini imha etmesi gerekir. Ben kendi dediğimi imha edip, senin dediğini kabul etsem de senin dediğin de emmaredendir, nefistendir. Öyleyse sana uymakla nefse uymaktan kurtulmuş olmam. Şirkimi katmerleştirmiş olurum sadece!

Zor olan, “yaratıcı olarak Allah’ın varlığına inanmak” değil, Allah’ı “rab edinmek”tir. “Rabbım Allah” demek her babayiğidin harcı değildir. Lâf ile herkes der. O yüzden, gerçekten “Rabbı Allah” olanı bulup, onun terbiyesine girmek gerekir ki kendi nefsimizin terbiyesinden çıkabilelim ve Allah’ın terbiyesine girebilelim. Ama teslis zordur. Nitekim, değil Hristiyan, Müslüman âleminde bile “el tutuyorum” diyen ama ne tuttuğundan, niye tuttuğundan haberi olmayan bir dolu tarikat mensubu vardır. ““Onlar, hahamlarını, rahiblerini ve Meryem oğlu Mesih’i Allah’tan başka rabler edindiler...” (Tevbe: 31) Yani, onları “Rabbı Allah’tır” diyerek rab/mürebbi/yetiştirici edinmediler. İki gördüler, şaşı oldular, yanıldılar, şirke düştüler, surette kaldılar. Onlardan işleyenin Allah olduğunu bilemediler... Veyahut da Hz. Musa kıssasındaki gibi tenzihte ileri gidip küfürde kaldılar. Örttüler, inkâr ettiler, hiç kabul etmediler. “Beni ne sen, ne kavmin ağırladı, Yâ Musa!.” Tevhid üzere, “Rabbı Allah” olanı rab/mürebbi edinen ise Allah’ı rab edinmiştir; Allah’tan başka rab edinmemiştir. (Bu konu geniş olarak, halen yazmakta olduğum, şimdilik 24 sayfayı bulan, “Rab Ne İster” isimli yazıda anlatıldığı için Matematikteki “Geçişlilik” (Transivity) Kanununa burada değinilmeyecektir.)

Tarikat aynel yakin makamıdır, vesselâm. Bu makamda insan İsevi olmaya çalışıyordur. Bugünkü tarikat mensuplarının çoğuna “Sen buraya el tutmaya gelmekle, İsevi olmaya geldin. Tebrikler” deseniz “Estağfirullah, ben müslümanım, elhamdülillah” derler. Ondan sonra da ilâve ederler: “Biz bütün peygamberlere ve kitaplara inanıyoruz!”. Tabii, şeriatın taklitçileri olduğu gibi, tarikatın taklitçileri de vardır, olacaktır.

Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.” Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.  Her iki çeşit arı, bir yerden yedi. Fakat bundan zehir hâsıl oldu, ondan bal. Her iki çeşit geyik otladı, su içti. Birinden fışkı zuhur etti, öbüründen halis misk. Her iki suretin birbirine benzemesi caizdir, acı su da, tatlı su da berraktır. Zevk sahibinden başka kim anlayabilir? Onu bul! Tatlı su ile acı suyun farkını işte o anlar.
(Zevk sahibi olmayan) sihri, mucizeyle mukayese ederek her ikisinin de esası hiledir sanır. Mûsâ ile savaşan sihirbazlar, inatlarından ellerine onun asâsı gibi asâ aldılar.    Bu asâ ile o asâ arasında çok fark var, bu işle o işin arasında pek büyük bir yol var
.
Kâfirler inatlaşmada maymun tabiatlıdırlar. Tabiat, içte, gönülde bir âfettir. İnsan ne yaparsa maymun da yapar; maymun her zaman insandan gördüğünü yapıp durur. O, “Bende onun gibi yaptım” sanır. O inatçı mahlûk aradaki farkı nereden bilecek? Bu emirden dolayı yapar, o, inat ve savaş için. İnatçı kişilerin başlarına toprak saç!” Hz. Mevlâna

“Allah’ın ‘Ben arzda halife yaratacağım’ (2-30) ayeti gereğince, insanı arzda halife kılışı nasıl gerçekleşmiştir?

Allah zâtî açıdan ele alındığında cûd (karşılık beklemeyen cömertlik) iken, sıfata inişinde bir vav alıp, vücud olmuş, bilahare buna bir de mim eklenmesiyle, mevcud olarak insanda tecelli etmiştir. Bu tecelliyat esnasında da, kendinde olan her şeyi insana aksettirmiştir ki, bu durumu ifade için sık sık ‘Her ne ki var âlemde / Örneği var âdemde’ derim.

Allah, halife olarak yarattığı insanda da, zâtî sıfatı olan vücudundan gölge bir vücut meydana getirerek, bir zât oluşturmuştur. Buna ‘vücud-u izafi’ adı verilir. İnsanı diğer canlılardan farklı kılan husus budur. Ancak insanlar, bilinçsizlikleri nedeniyle bu gölge vücuda sahip çıkarak, kendilerine varlık vermekte ve şirke düşmektedirler.

....Tecelli eden nafile durumundaki bu sıfatın insana değil, Allah’a ait olduğunun bilinmesi halinde, ileride göreceğimiz ‘Lâ mevsufe illallah’a (tüm sıfatlar Allah’ın’dır) ulaşılmış olur ki, mürşide gitmekten gaye de budur.

Sıfat insanda nerede tecelli eder?

İnsanın güneş mesabesinde ve nazargâh-ı İlâhî olan kalbinde... Çünkü orası sabittir, dönmez. Bunun etrafında dönen dünyadır, kullardır, yani biziz. Böyle olduğumuz için de bir aydınlanıp, bir karanlılkta kalıyoruz. Eğer yüzümüzü güneşe çevirirsek, gölgemiz arkada kalır ve biz nereye gidersek gidelim, bizi takip eder. Ama, sırtımızı güneşe verir de, önümüzde kalan gölgemizi yakalamaya kalkarsak, ona asla yetişemeyiz. Bunu anlatmak için ‘Yüzünü cemale dönenin celal arkasından koşturur ama yüzü celale dönük olanlar asla onu yakalayamazlar’ denmiştir.

İnsanın yüzünü cemale veya celale çevirmesi Allah’ın isteğiyle olur. O, isterse kendi tarafına, isterse dünyaya çevirir. İnsan-ı kâmilin matlub-u cihan oluşu, yüzünün daima cemale dönük olmasındandır. Çünkü, Allah’ın kâinatı yaratış amacı, ona değer verdiğini göstermek değil, o kâinatta sevgilisini oluşturmaktır. Bunu hiç akıldan çıkarmamak gerekir.” Lütfi Filiz

Sevgilisini nasıl oluşturuyor kâinatta?

Âlem âdem âdem âlem olmadadır haşr-ü-neşr
Haşr ile neşr olmadan bir dem cihan bulmaz rehâ

Sıfât ü zâtına masdar olupdur âlem ü âdem
Bu minval üzre âlem âdem olur devr eder bir bir

                                                              Hz. Gaybî Sûnûllah Efendi

“Biz, maalesef, güneşe sırt çevirdiğimiz için, matlub-u cihanken, talib-i cihan durumuna düştük ve bunun sonucu olarak da âliyi (yükseği) bırakıp, denî’den (alçaktan) medet umar hale geldik. Böylece de sevgiye hasret kaldık”  Lütfi Filiz.

Tabii, burada sözü edilen İnsan’ı daima “Kâmil İnsan” olarak düşünmelidir. “Ben de insanım” deyip sözü edilen insanı kendimiz ZANnedersek yanılırız. Çünkü nefsini bilmeyenler İnsan’a nispetle “beşer” mesabesindedir. Hamdır. Pişmesi hatta yanması gerekir ki burada sözü edilen, o, yüzü her daim cemale dönük Hz. İnsan olabilsin. Yoksa Cenab-ı Mevlânâ’nın işaret buyurduğu gibi, peygamberlerle, velilerle cahilce birlik iddia eder, körlüğümüzden aramızdaki uçsuz bucaksız farkı bilemeden bu dünyadan göçüp gideriz.

                                                                    ***

Buraya kadar anlatıldı ki “Şeriat”, din içinde, akıl ve ilim ile ilmel yakin olunan, “Tarikat” el tutup ayna ile ayn olunan makamlardır. Hakkel yakin mertebesi ise Aşk’tır. Nitekim O’na (sav) hitap “Habibim” oldu. Bu mertebenin altında “ilim ve akıl” vardır. Tekâmül aşama aşama olduğundan daima aklımızı kullanmak, ilmimizi artırmaya çabalamak zorundayızdır. Ta ki Aşk gelip hepsini yakıp, yıkıp, kül etsin! Ama gelmezse Aşk, “kendine seçtiklerinden” değilsek, emin olalım, “korunanlardan” olalım diye, ilmin ve aklın yolundan gitmek gerekir. Tabîki, bunun için de “ilme” ve “akla” seçilmiş olmamız lâzımdır! Hüküm, daima Allah’ındır. İllâhû!

Önce Kelimim dedi..

Sonra Ruhullah oldu..

Ve sonunda “Habîbim”!

Dil,

Kalp,

Kalbin kalbi, Fuad....

Âdetâ, “insan”ın, o tek olan İnsan’ın yolculuğu. Dilden kalbe, kalpten fuada... İçin, içine... İçten içe!

“Dinimiz son dindir”, “dinimiz şudur”, “dinimiz budur” diye bir sürü lâf işitiriz. Dinimiz Aşk dinidir. Muhammedî olmak “Aşık” olmaktır. Mârifete varınca aşık, bu sefer de maşuk olur. Hem aşık hem maşuk olana Selâm olsun!

O’na (sav) kavuşan hem Musa’ya hem İsa’ya kavuşmuştur. Çünkü Musa’ya ve İsa’ya kavuşmadan Muhammed Mustafa’ya (sav) kavuşmak mümkün görünmüyor!

Kişi sevdiği ile berabermiş. İnşallah, inşallah, Muhammed Mustafa (sav) ile, Sevgili ile haşrolalım.

Kavuşalım!

Zâtına, âline ashabına, yaslandığı kütüğe, oturduğu mindere, bastığı yerlere Selatü Selâm olsun!

Bir cefâkeş âşıkam ey Yâr senden dönmezem
Hançer ile yüreğimi yar senden dönmezem
Ger Zekeriya tek beni baştan ayağa yarsalar
Başıma erre koy neccâr Senden dönmezem
Ger beni yandırsalar, toprağımı savursalar
Külüm oddan çağırsalar, Settâr senden dönmezem

                                                                      Nesîmî

*** Dipnot:

“İnsan öldüğünde canının nereye gittiği” Bu’dan Hu’ya isimli yazıda kısmen sorgulanmıştı.

“Şimdi ben şöyle bir soru ile başlıyorum zahiren:

Deniyor ki herşey canlıdır. Taş, toprak, hava, su, atom... Var olup da canlı olmayan bir şey yok. Peki o halde “ölü beden” yani ceset veya leş, nasıl oluyor da cansız oluyor? Ölü beden canlı mıdır, cansız mıdır? Canlıysa ölen kim, cansızsa varlıkta taşlara, atomlara kadar hani cansız birşey yok idi? Ölünün atomları yok olmadığına göre ve o ölü bedeni mesela bir hayvan yediğinde o hayvana kan can olduğuna göre, nasıl oluyor da cansız oluyor “ölü beden”? Başka bir ifade ile eğer ölü beden cansız ise alemde cansız şeyler var demektir. Ama yok imiş! Öyleyse ölüm cansızlaşma değildir. Ve öyleyse gelen kim, giden kim? Ne oluyor?”

http://www.sufizmveinsan.com/sohbet/budanhuya.html

 

 

 
 
İstanbul - 17.12.2008
Meryem Irmak
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com