Sevgisizlik mi?!
Meryem Irmak
 

08 Mayıs 2009

Bir yerde bir katliam yapılıyor; bir cinnet haberi, bir vahşet fotoğrafıyla irkiliyoruz...  Ne kadar alıştığımızı sansak da bu tür haberlere, hissettiğimiz sarsıntıyla, yine de alışamamış olduğumuzu ve alışacak gibi de olmadığımızı anlıyoruz...

 

İlk andaki yorumlar dikkât çekici:

 

“Bu ne sevgisizlik!”

“Bu ne hoşgörüsüzlük?!”

“Aman Yarabbi!”

 

Her faciayı, her aşırılığı, azgınlığı, yasak delmeyi, adam vurmayı, mal kaçırmayı benzer şaşkınlık ifadeleriyle izliyoruz.

 

Şöyle bir ortak kanı var:

 

“Adam öldürmek, sevgisizliktendir!”

 

Acaba?!

 

“Yoksa, insan öz evladına nasıl kıyar?”

 

“Ya evlat, öz babasına hiç kıyar mı?!”

 

Bana öyle geliyor ki kimse kimseyi sevgisizlikten öldürmüyor. Eğitim şart ama eğitimsizlikten de değil... Öyle olsa, koca koca üniversite mezunu kocalar eşlerini döverler miydi?! Kadına şiddet konulu araştırmalarda başı çekerler miydi? İstatistik yardımıyla örgün eğitim-suç/şiddet ilişkisini araştırmak zor değil!

 

Bendeniz ise, tam tersi olarak, suç oranının artmasının “sevgi” kaynaklı olduğunu düşünmeye başladım!

 

Dünya sevgisi!

 

Meselâ, şu en son tanık olduğumuz ve önce “kız meselesi” zannedilen katliamın altı kurcalanınca, temelde yatanın “sevgisizlik”, “hoşgörüsüzlük” değil; tam tersi olarak sevme, delice sevme, çok hoş görme, olduğu gibi kabul edip, her dediğine boyun eğme olduğu ortaya çıkacaktır. Nefsini öyle seviyor, öyle hoş görüyor, onun emirleri öyle hoşuna gidiyor ki, bir dediğini iki etmiyor! Her dem itaatkâr! Kul! Köle! Ama ağzını açınca “ben ağayım, ben paşayım, efendi benim” diyor. “Asarım, keserim, istediğimi yaparım” diyor...

 

Be kardeşim, sana kim “as” diyor? Sana “kes” diyen kim? Bir tanısa kes diyeni, kesecek sesini, kaçacak delik arayacak! Hani, Mesnevi’de bir hikâye var: “Akıllı birisi atına binmiş gidiyordu. Uyumuş bir adamın da ağzına yılan giriyordu. Atlı onu gördü. Yılanı ürkütüp kaçırmak için atını sürdü ise de başaramadı. Atlının aklı fazla idi. Yani, çok şeye aklı erdiği için, uyuyan adama var gücü ile bir kaç topuz vurdu. Adam topuzun acısından sıçradı, bir ağacın altına kaçtı. Ağacın altında bir çok çürük elma dökülmüştü. Atlı: Ey dertli kişi bu elmalardan ye, dedi. Adama o kadar çok elma yedirdi ki artık yedikleri ağzından geri gelmeye başladı. Elma yiyen: Ey emir! Ben sana ne yaptım ki bana böyle zulmediyorsun? Bunun sebebi nedir? diye sordu. ‘Gerçekten de canıma kasdın varsa bir kılıç vur. Birden kanımı dök, iş bitsin. Sana göründüğüm saat ne uğursuz saatmiş, senin yüzünü görmeyen kişi ne mutlu kişidir. Allah’ım bu adamın cezasını ver!’ Adam, her an kötü sözler söylemekte, lanet etmekte idi. Atlının korkusundan, topuz acısından rüzgar gibi koşmaya başladı. Karnı tıkabasa dolu idi. Gözünden uyku akıyordu, yorgundu. Koşuyordu ama, yüz üstü yerlere kapaklanıyordu. Ayakları, yüzü yara bere içinde kaldı. Atlı, akşama kadar o adamı koşturdu durdu. Sonunda adamın safrası kabardı. Kusmaya başladı. Onun yediği her şey ağzından çıktı. O yemeklerle beraber yılan da dışarı fırladı. Adam, ağzından yılan çıktığını görünce, o iyi kalpli kişinin, o atlının önünde yerlere kapandı. O kara, çirkin yılanı görünce bütün dertlerini unuttu. Atlıya dedi ki: ‘Sen rahmet cebrailisin, yahut da nimetler veren bir lütûf sahibisin. Seni gördüğüm saat ne kutlu bir saat imiş. Ben ölmüş gitmiştim; bana yeniden can bağışladın. Ey tertemiz ve övülmeye layık olan Ruh! Sana ne kadar kötü, ne kadar boş sözler söyledim. Ey benim efendim! Ey padişahlar padişahı! Kusura bakma, o sözleri ben söylemedim. Benim bilgisizliğim söyledi. Eğer bu hâli azıcık bilmiş olsaydım, münasebetsiz sözler söylemezdim. Bunu bana birazcık açsaydın ey güzel huylu! Ben seni överdim, hem de çok överdim...Beni bağışla. Söylediklerimi deliliğime ver.’ Atlı, içine yılan giren adama dedi ki: Yılanı sana anlatsaydım, korkudan canın çıkıverirdi. Hz. Mustafa (sav) efendimiz buyurmuştur ki: Sizin kendi içinizde, canınızda olan düşmanı, yani nefsinizi size açıkça anlatacak olsam, cesur kişilerin bile ödleri patlardı. Ne yola gidebilir, ne de bir işin çaresine bakarlardı. Eğer sen de içindeki yılanı bilseydin, ne elma yemeye kuvvetin kalırdı, ne yol yürümeye, ne de kusmaya...”

 

İşte, ey kardeş, bize “as” diyeni, “kes” diyeni, “dünyaya bir kere geldin, keyfine bak” diyeni böyle bir yılan, can düşmanı bilmek lazımdır. Bazı sözlerin neden halka açıkça söylenmeyip sırlandığı, neden halkın bazı hakikâtlerden perdeli /örtülü olduğu konusunda ise kusur değil, hikmet aramalı, haddi aşmamalıdır. Bilmeliyiz ki; bu, ilâhi takdirdendir ve bizim iyiliğimiz içindir. Yine bilmeliyiz ki bizler, ruhu dirilmemiş uyuyanlar, sağırlar ve körleriz. Çamurdan kuş yapıp, üfleyip de ona hayat veren, ölüleri canlandıran, ruhları dirilten ise, ancak,  Ruhullah’tır. Bir nefeslinin aziz nefesidir. Çünkü o nefes, İsa nefesidir. O nefes olmadan, ne yazık ki, kalp çocuğu doğmaz, derin uykulardan uyanılmaz.

 

Uyur idik uyardılar

Diriye saydılar bizi

Koyun olduk ses anladık

Sürüye saydılar bizi.

 

Sürülüp  kasaba  gittik

Kanarayı  mekân  tuttuk

Didar defterine yettik 

Ölüye  saydılar  bizi

 

Hâlimizi  hâl  eyledik

Yolumuzu  yol  eyledik 

Her  çiçekten bal  eyledik

Arıya  saydılar  bizi

 

Aşk  defterine  yazıldık

Pîr  divanına  dizildik

Bal  olduk şerbet  ezildik

Doluya  saydılar  bizi

 

Pîr  Sultanım eydür şunda

Çok  keramet  var  insanda

O  cihanda  bu  cihanda

Ali’ye  saydılar  bizi

 

Mesele görünüşte, hep, ya kız meselesidir, ya arazi meselesidir, alamadım-veremedim, bir dünya meselesidir, vesselâm... Daha çok, daha çok isteyen, gözü doymak bilmeyen; sözüm ona sevdiğine dahi “ya benimsin, ya toprağın” diyecek kadar çok seven (!), onun olmayanı, gözünü kırpmadan toprağa gönderen sevmemiş midir?!  

 

Sahiplik! İktidar! Hırs! Kanaatsizlik!

 

Sebep?

 

Sevgi!

 

“Dünya sevgisi!”

 

O da sevgi değil mi neticede?!

 

Aşk imiş her ne var ise âlemde !”

 

Bu da gösteriyor ki katliamlar bile aslında sevgiyle yapılıyor. “Nefret” diye zuhur edenin bile bir ucu, kökü, aslı sevgi.. İçimizdeki yılanı besleyen bu sevgi kimseye yaramasa, sadece gözyaşı getirse, insanı acıya boğsa, vahşet vahşeti doğursa bile...

 

İlacı nedir bu zehrin, pekiyi? derseniz: Yine, “sevgi” derim...

 

Sevmek ama, “Önce sen!” diyerek!

 

“Uzun saplı kepçelerle çorba içmeyi öğrenmek” gerek!

 

Dünya, sırtlanıp götürülecek bir meta değil; dökmeden çorba içmenin talim edildiği bir çorbacı dükkanıdır... Ve sanırım “hikmet” kepçenin, o ilk bakışta “belâ” gibi görünen upuzuun sapındadır. İlim, kepçeyi nasıl tutacağındır. Edep ise, “buyur kardeşim, buyur, sen iç” demektir... Kepçe tutmayı öğrensen bile, “sen iç” demeyi öğrenmezsen, çorba boğazından geçmez! Elde kepçe, önünde çorba, üstün başın batar, rezil olursun sadece!

 

Onun için, illâ edep, illâ edep!

 

“Önce sen” demeyene bu dükkanda doymak yok imiş!...

 

 

                                                           ***

 

“Ey bizim canımıza can olan (Allah)!

Varlıklarımızı, fâni sûretle gösteren vücûd-i mutlak sensin.

Hareketimiz de varlığımız da senin vergindir.

Varlığımız senin îcadındır.

Biz ney gibiyiz, bizdeki nağme senden.

Biz dağ gibiyiz, bizdeki sadâ senden.

Nimetlerini ve ihsanlarını bizden esirgeme!

Ey Allah’ım! Yüz binlerce tuzak ve yem var

Bizler de aç kalmış haris kuşlar gibiyiz.

Her birimiz birer doğan bile olsak,

Her an yeni bir tuzağa tutuluyoruz.

Sen bizi hep tuzaktan kurtarıyorsun

Biz yine bir tuzağa doğru gidiyoruz.

Bize, bizim işlerimize bakma

Kendi büyüklüğüne, kendi cömertliğine bak!

Sen bize bu isteği, karşılıksız verdin

Hadsiz, hesapsız ihsanlarda bulundun.

Ezelde bağışladığın şu irfan damlasını, denizlerine ulaştır.

Ey yardım dileyenlerin yardımcısı, bize hidayet ver.

Kerem ederek hidayet ettiğin kalbi azdırma.

Sen yardım etmezsen, işimiz gücümüz ancak kargaşalıktır.

Kötü kazaları üstümüzden esirge

Bizi sana razı olan kardeşlerden ayırma !”

 

                                                                       Hz. Mevlâna (k.s)

 Amin, amin, amin!...

 

Vel hamdu lillâhi rabbil âlemiyn. Ve sallallahû alâ seyyidinâ muhammedin ve alâ âlihi ve sahbihi ecmaiyn.

 

 

 
 
İstanbul - 17.06.2009
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com