Şeker ve Süt
Dr. Barbaros Yurdaışık
 
 

İnsan bedeni, bin yıllar boyunca, doğada doğal haliyle bulduğu besinleri gene doğal haliyle tüketerek beynine ve vücuduna gerekli enerjiyi sağlamıştır. Enerji (besin) ihtiyacını karşılayabilmek için uzun yollar kat etmiş, göçebe halde yaşamış, şavaşlara girmiştir.

Günümüze gelindikçe besin maddelerine ulaşmak kolaylaştıkça besinlerin doğallığının da kaybolduğunu görüyoruz. Örneğin 600 yıl önce şeker kamışından elde edilen ilk sofra şekeri, zenginlerin mönülerini süslerken 200 yıl öncesinde bulunan rafine yöntemleriyle doğallığı tamamen kaybolan şeker, her kesimden insanın ulaşabileceği bir besin maddesi olurken insan sağlığını tehdit eden önemli unsurlardan biri haline gelmiştir. İnsan bünyesi doğal halde bulunan besinlerin sindirimine programlanmıştır. Bu nedenle insan bünyesi şeker ihtiyacını,  dışarıdan alınan doğal besinlerin karaciğerde şekere dönüştürülerek sağlanmasını uygun görür. Dışarıdan alınan rafine şekerin sindirimi ağızdan başlayarak karaciğeri bypass eder. Bunun sonucu olarak kandaki şeker düzeyini ayarlamak için vücudun alarm sistemi devreye girer (Allostaz). Çocukluktan itibaren başlayan rafine şeker alınımı erişkin dönemde de sürmesi sonucu hastalıkların oluşması için gerekli ortam sağlanmış olur (Allostatik overload)

Günlük alışveriş yaptığınız marketin yiyecek bölümlerini incelediğinizde doğal olmayan ürünlerin çokluğunu görürsünüz. Damak tadı ve ekonomik çıkarların yarattığı bu pazar sistemi sağlığımızın düşmanı olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Şekerden sonra diğer bir temel besin maddesi olarak gördüğümüz pastörize ve homojenize sütlerin doğallığından söz etmek mümkün değildir. Uzakdoğu ve Afrika beslenme geleneğinde midenin temizlenmesi ve laksatif (müshil) amaçlı kullanılan süt, batıda temel besin maddesi haline dönüşmüştür. Ülkemiz de bu iki farklı geleneğin tam ortasında tercihini batıdan yana yapmış, sütün ekonomik çıkarların bir aracı olmasına seyirci kalmıştır.

Paratifo B, büyük ve küçük baş hayvanlarda %40 oranında bulunan bir mikrop (basil). Hayvanlar bu mikrobu taşıyor ve insanlara bulaştırıyor. Önemli olan konu, pastörize olan sütlerde bu mikrobun bulunması. ABD'nde her 100 süt kutusunun 3'ünde bu mikroba rastlanmış. Bu oran ülke gelişme düzeyi azaldıkça artıyor. ABD tarım bakanlığı verilerinde, bu mikrop ile hayvanlarda %22-40 oranında bir çeşit barsak iltihabı geliştiği, aynı tür iltihabın insanlarda görülen Kron (Chron) hastalığına eşdeğer olduğunu belirtiliyor. Diğer bir yayın paratifo B enfeksiyonun chron hastalığı ile yakın ilgisi olduğunu belirtiyor.

Sütün sindirilmesi için gerekli olan laktaz enzimi insanda ergenlik sonrası düzeyi azalarak kayboluyor. Bu yaştan sonra alınan sütün sindirimi sorunlar yaratıyor. Çünkü süt midede kesilir ve diğer yiyecekleri kaplayarak sindirimi geçiktirir, çürümelerine yol açar. Üstelik pastörizasyon ve homojenasyon süt proteinlerin ve yağların yapısını bozar.

1930'larda Dr. Francis M. Pottenger, pastörize ve çiğ sütle beslenmenin 900 kedi üzerindeki etkilerine ilişkin 10 yıllık bir çalışma yürüttü. Bir grup yalnızca çiğ süt alırken, diğer grup aynı kaynaktan alınan pastörize sütle beslendi.

Çiğ süt içen grup kuvvet bularak büyüdü, hayatı boyunca sağlıklı, aktif ve canlı kaldı ama pastörize sütle beslenen grup kısa süre sonra durgun, sersem ve normalde insanlarla ilişkilendirilen kalp krizi, böbrek yetmezliği, tiroit bozukluğu, solunum rahatsızlıkları, diş kaybı, kemik zayıflığı, karaciğer iltihabı gibi kronik yozlaştırıcı rahatsızlıklara karşı savunmasız hâle geldi.

Ama Dr. Pottenger'in en çok dikkatini çeken ikinci ve üçüncü nesillere olanlardı.

Pastörize sütle beslenen grubun yavrularının hepsi pastörize sütten kalsiyum emiliminin olmadığını gösteren zayıf ve küçük dişler, kalsiyum eksikliğinin açık ifadesi olan güçsüz kemiklerle doğdular.
Çiğ sütle beslenen grubun yavruları ebeveynleri gibi sağlıklı kaldı.

Pastörize sütle beslenen grubun üçüncü kuşak yavrularının birçoğu ölü doğarken,
kurtulanlar ise kısırdılar ve üreyemiyorlardı. Çiğ sütle beslenen grup soyunu
sürdürürken, pastörize sütle beslenen grupta dördüncü nesil olmadığı için deney bitmek durumunda kaldı.

Eğer bunlar pastörize sütün zararlı etkilerinin yeterli kanıtı değilse, ticârî süt endüstrisinin kabul etmekten tiksindiği, kendi annelerinden alınan pastörize sütle beslenen buzağıların genellikle 6 hafta içinde öldüğü gerçeğini dikkate alın.

Dr. Pottenger'in pastörize sütle beslenmiş kedilerinin kısırlaşması ve gücünü yitirmesi için yalnızca üç kuşak geçmesi yeterli olmuştur. Amerikalıların ve Avrupalıların neredeyse aynı sayıdaki kuşağı pastörize sütle beslenmiştir. Bugün, kısırlık Amerikan çiftleri için başta gelen sorunlardan biriyken; kalsiyum eksikliği de öyle yayılmıştır ki,
Amerikalı çocukların yüzde doksanı kronik diş çürümesi sorunuyla karşı karşıyadır.

İşin daha kötüsü, şimdilerde kaymağının ayrılmasını önlemek için süt 'homojenize' ediliyor. Bu, yağ moleküllerinin sütün geri kalanından ayrılmayacağı noktaya kadar mayalanmasını ve öğütülmesini gerektiriyor. Ama aynı zamanda bu durum, süt yağının küçük parçacıklarının ince bağırsağın duvarından kolayca geçmesine izin vererek, doğal niteliğini kaybetmiş yağ ve kolestrolün vücut tarafından emilme miktarını büyük oranda arttırıyor.

Şeker ve süt. Ne kadar sık tüketiyoruz değil mi? Hastalıklar son 30 yılda ne kadar çok arttı değil mi?

Biraz düşünelim bakalım…

Kaynaklar
1.www.beyindoktoru.com
2.www.notmilk.com

 
 

 

 
 

İstanbul , 15-04-2008
Dr. Barbaros Yurdaışıkı
http://sufizmveinsan.com