Her şeyi “latif” görebilen’den hatıralar
Nur Cihan
 
 

İnsan herşeyi yavaş yavaş idrak edebiliyor..Hele idrak ettiğinin; “Ne O”lduğunun anlanmaya başlanması ile açığa çıkanın  ,“bilinmekliği istenmiş HAZİNEY-İ  A’Lİ”nin muazzam gücü karşısında, tüm acziyetiniz ile kul olabilmeye niyet  ediyorsunuz..işte yaşayarak tanıdığımız bir zamanın babasının kaydedilmiş özel hatıralarından yansıyanlar..Biz sadece alıntıladık ve yeni öğrendiğimiz manalarla kendimizin de BİR-ER “alıntı” olduğumuz gerçeği ile HÜzünle “kopya”lıyoruz...

Ali Öztaylan Beyefendi ile... "Her Şeyi Latif Görmeli"

Sohbet an'anemiz, bu defa, ehli dilin Bandırmalı Ali Efendi, diye tanıdığı, bildiği, sevdiği bir gönül insanına konuk oldu. Bir salı günü, Bandırma'daki devlethânelerinde ziyaret ettik. Bir Osmanlı Efendisi'nin âlicenablığı ile karşıladı, ikram etti, uğurladı bizleri... 83 yaşına rağmen, meşrubat ikramını bizlere bırakmaması, ancak o kıratta insanlara yakışan bir nezahetti. İki-üç saatlik beraberliğimizde, gönül dünyalarına ne kadar ulaşabilme gücümüz varsa, o kadar nasiblendik. Aldıklarımızı bütünüyle aktarma kudretimiz yok. İfadelerdeki lezzeti de, kağıda yansıyanlardan yudumlayarak değil, ancak bizzat tadarak gerçek anlamda hissedebilirsiniz. Aşağıda sunacaklarımızı okuyacak ve "Eh, nasibimiz bu kadarmış" diyeceksiniz. İşte sohbetten devşirdiklerimiz...

Altınoluk- Efendim aslında uzun zamandır sizlerle böyle bir sohbeti gerçekleştirmeyi özlüyor, arzuluyorduk. Ama kısmet bugüneymiş. Gerçekten bu tür sohbetlerden çok faydalandık, zatı âlinizin sohbetinin de bereketli olacağına inanıyoruz. Efendim sohbetlerimizde umumiyetle büyüklerimizin hayatını dinleyerek başlıyoruz. Eğer lutfederseniz pederlerinizden, validelerinizden, ilk yetişme zamanlarınızdan başlayalım.
Ali Öztaylan- Sohbet, ehl-i dil işi. Bizim gibi cahillerin sohbeti ne olabilir ki! Asıl sizler sohbetin makarrındasınız.

Efendim bendeniz Rumi 1331 doğumluyum (1915) Aslen Rumeliliyiz, Üsküp muhacirlerinden. Bir dizi felaketlerden sonra Rumeli'den, annem, babam, ailecek hepimiz hicret etmişiz Türkiye'ye. İlk olarak da Bandırma'ya yerleşmişiz. Burada Yunan işgali ile karşılaştık. Bir müddet İstanbul'a gittik, orada da İngiliz işgalini gördük. Malumunuz seferberlik, Osmanlı'nın perişanlığı, kısaca maceralı, muhataralı bir hayatımız oldu o dönemlerde.

Allah gavur işgali göstermesin, gözünüzün önünde iffet ve namusunuz lekeleniyor.... Allah öyle bir devir bir daha göstermesin. Bosna ve diğer Balkan ülkelerinde olup biteni görünce insan üzülüyor...

Allah nasip etti o dönemlerde pek çok güzel insanla hem dem olma fırsatı bulduk. Muharrem Nadir Ağalar, Süheyl Ünver Beyefendi, Şemseddin Günaltay, Fuat Köprülü, Ali Nihat Tarlan, Neyzen Tevfik gibi zâtlarla tanışma imkânı bulduk. Sultan Abdülhamit'in kızı ve hanımını da yakinen tanıma fırsatı buldum... Sultan Hamid'e kim ki ihanet etti, bu âlemden hepsi bednâm olarak göçüp gittiler.

Bir gün Süheyl Hocayla beraber o zamanlar Beşiktaş'ta oturan Sultan Abdülhamit'in en nazlı kızlarından Ayşe Sultan'ı ziyaret etmiştik. Kendilerine "Efendim çok afedersiniz efkâr-ı umumiyede şöyle bir söylenti var, velinimetimiz efendimizin son demde bu millete beddua ettiği söyleniyor ne buyurursunuz?" diye sordum. Ayşe Sultan birden heyecanlanarak "Hayır böyle söyleme evladım" diyerek titremeye başladı. "Nasıl beddua eder? Mümkün mü femi muhsininden öyle söz çıkması, suçu ne milletin?" şeklindeki sözleriyle bu söylenenler hususundaki üzüntülerini belirtmişlerdi.

 Altınoluk- Efendim, Adnan Menderes'in gizliden gizliye Abdülhamit'in ailesine yardım ettiği söylenmekte. Nasıl gerçekleşiyordu bu yardım?

Öztaylan- Evet ben bizzat şahidim merhumun o mazlum aileye yardım yaptığına.

Adnan Menderes Bey tebdil-i kıyafetle giderdi evlerine ve ihtiyaçlarını gidermeye çalışırdı. Aman kimsenin haberi olmasın diye de Ayşe Sultan'a tembihlerdi.

O mazlum aile gerçekten sıkıntılı günler yaşadılar son dönemlerinde. Metruk bir köşkte hayatlarını idâme ettirmeye çalışıyorlardı. Annesi Müşfike hanımefendi yatalak hastaydı. Duvarlar raptiyelerle tutturulmuş kağıtlarla kaplanmıştı. Evde kap kacak gibi hiçbir malzeme de yoktu. Rüzgar evin bir tarafından giriyor diğer tarafından çıkıyordu. Açtılar; en ucuz asker sigarası kullanırdı Ayşe Sultan. İnsan o denli bir sıkıntı içerisinde olunca sigaraya başlamaz mı? Osmanlıyı işte bu halde bıraktık....

Osmanlıya ihanet edip bednâm olarak göçenlere bir örnek de Çerkez Ethem'in kardeşlerinin durumu. Çerkez Ethemler üç kardeşti. Bendeniz Ethem'i tanımazdım ama diğer iki kardeşi, Reşit ve Tevfik'i iyi tanırdım. Bir gün Bandırma'da bulunan köşklerini ziyaret etmiştim. Yanıma da onları yakînen tanıyan yine Çerkez olan bir zâtı almıştım. Tevfik Bey'in yaşlı olmasına rağmen gayet neşeli ve dikkatli bir hâli vardı. Çekinerek ve son derece nazikâne bir şekilde kendilerine "efendim umumi bir söz var. Zâtı devletleri ne kadar iştirak eder bilemiyorum ama Rıza Tevfik'ten ve Ebu Ûla'dan da dinledim, Osmanlıya kim ki ihanet ettiyse bu âlemden bednâm olarak göçmüştür. Siz de sarayın nimetlerinden perverde idiniz. Sizlerin de ihanetinden bahsediliyor ne buyuruyorsunuz?" diye sordum.

Ben daha sözlerim tamamlamadan bir anda gözümüzün önünde kendisine felç geldi. Küt diye yere düştü. Vücudu şişmeye, ağzı köpürmeye başladı. Hemen yanımızda Çerkez Ethem'in cellat başılığını yapmış İsmail Bey vardı. Açıkçası korktum. İsmail Bey'in bize bir şey yapmasından tedirgin oldum. Neyse ki bir şey yapmadı. O halde bir hafta boyunca can çekişti ve bağıra bağıra öldü. Bu hadise beni bir hayli üzmüştü. Benim yüzümden felç oldu diye düşünüyordum. Bir gün Samiha Ayverdi Hanımefendi'ye bu hadiseyi anlattım. Vicdan azabı çektiğimi ona da söyledim. Dedi ki bana: "Aliciğim bilâkis memnuniyete mucip olmuşsunuz. Hiç olmazsa onun nedâmetine, istiğfârına vesile olmuşsunuz" dedi. Ben de ondan sonra teselli buldum.

Altınoluk-Efendim biraz daha geriye gitsek, şimdiye kadar anlattıklarınız orta dönemlerden hatıralar. Yetişme döneminize dönsek meselâ, ilk tedrisatınız nasıl başladı? Kuran-ı Kerim'i nasıl öğrendiniz? Peder merhumun vazifesi neydi?

Öztaylan- Rahmetli babam esnaftı. Kasaplıkla meşgul idiler. O zamanlar malum maişet mühim bir problemdi... Yetişme dönemimiz ise işgal zamanına rastladı. Yanmış yıkılmış bir haldeydi Bandırma. Yunan işgali olduğu zaman yedi sekiz yaşlarında idim. Yunan bütün köyleri yakarak gidiyordu... Ekmek yok, su yok... Neredeyse bütün ailelerde erkekler şehit olmuştu. Bizim aileden 12 tane şehidimiz vardı. Umumi bir felaket ve buhran içinde geçti yetişme yıllarımız. Sonra tedrici olarak düzelmeye başladı.

Çocuk yaşlarından itibaren kitaplara ve okumaya karşı derin bir muhabbetim vardı. Okumak, yazmak, udebâyı, meşâyıhı, şuarâyı tanımayı çok arzulardım. Allah'a hamd olsun dönemimizin pek çok mümtaz şahsiyetlerini tanımayı Rabbim fakire nasip etti. Hakkari'den Şeyh Selim Efendi'den tutun da Edirne'den Ragıp Efendi'ye kadar Kâdirî, Mevlevî, Nakşî bir çok meşâyıhı ve üdebâyı tanıma fırsatı buldum...

Kur'an-ı Kerim tahsilimi o yasaklı dönemde camide mum ışığında Hoca Zekeriyya Efendiden aldım. Akşamla yatsı namazları arasında gizli gizli bir şeyler öğrenmeye çalışırdık. Hatta bir gün birileri hoca Kur'an öğretiyor diye ihbar etmişler. Tabii bu gibi durumlara karşı sürekli tedbirli olurduk. Ayakkabı giymezdik. Cami içerisinde iki tane büyük dolap vardı. Jandarma camiye baskın yapınca bizler hemen dolap içerisine girdik. Mumları da sakladık. Dolaplara bakmak akıllarına gelmedi de öylece kurtulduk jandarmanın elinden...

Bir gün İstanbul'da Babiâli yokuşundan İstanbul kütüphanesine gidiyordum. Baktım Kur'an-ı Kerim sayfaları yollarda uçuşuyor, bütün Babıâli yolunu doldurmuş durumda. Arabaların tekerleri altında çiğneniyordu. Gerçekten son derece hazin bir görüntü vardı. Orada iş yeri olan Eşref Bey'e uğradım. Nedir böyle diye ona sordum... Meğer Maarif kütüphanesi sahibi Acem Naci Bey bir Kur'an-ı Kerim neşretmiş, arkasına da dört sayfa elif-ba koydurmuş. Bunu görmüşler daha ciltlenmeden matbaaya baskın düzenlemişler ve bütün Kur'an-ı Kerimlere el koymuşlar. Çöp kamyonlarına doldurup yakmaya götürüyorlarmış, çöp arabalarına yüklenirken rüzgârın etkisiyle Kuran sayfaları yollara dağılmış.

Altınoluk- Efendim bu memleket insanının mukaddes kitabına karşı yürütülen bu düşmanlığı, ondan ayrı düşürülmesi gayretlerini anlamak mümkün değil. Şimdilerde de konuşuluyor bu mevzu. Kur'an-ı Kerim düşmanlığı nasıl başladı, bu husus üzerinde biraz daha durur musunuz?

Öztaylan- Öyle bir devir düşünün ki Müslüman bir ülkede Allah demek yasak olsun....1960 ihtilalini hatırlarsınız. Merhum Adnan Menderes mahkeme edilirken, "Hiçbir suçun olmasa, Türkçe okunan ezanı yeniden Arapça aslına döndürmen idam edilmen için kafidir" denildi. "Allahu Ekber" demenin cezası altı ay hapis yatmaktı. Çok iyi hatırlıyorum: Edincik'te imam efendi sabah ezanını unutarak Arapça okumuştu da jandarmalar kendisini kan revan içerisinde bırakıncaya kadar dövdükten sonra tutuklamışlardı...

Behçet Kemal gelmiş bir kere Ayvalık'a, Cuma günü "Cuma dersini ben yapacağım" demiş. Minbere dayanarak; "Sizler Avrupa'ya yakın sayılırsınız, nedir bu duvarlardaki Arapça hatlar, nasıl Türksünüz" diye bağırmış, hakaretler etmiş...

İhtilalden sonra jandarmalar bizim dükkana da baskın düzenlediler. Fatih'in tablosu vardı dükkanımızda! "Hâlâ Osmanlı muhibbi misiniz?" diye darmadağın ettiler dükkanı. Sandalyeleri, iskemleleri kırdılar. "Van'da Kürt hükümeti kuracakmışsınız" diye suçladılar. "Yapmayın, dedim, "Ben Üsküplüyüm. Tito ile münasebetim olduğunu söylerseniz bir dereceye kadar. Hayal ile rabıta kurmak mümkün değil."

Burada NATO'da çalışan bir İngiliz asker vardı. Güzel Türkçe konuşurdu. Son derecede zekiydi. Bizimle de çok samimiydi, sık sık dükkana gelirdi. İhtilalden sonra bir gün yine geldi ve dedi ki "İğne ucu kadar aklı olan devletlerde ihtilal olmaz. Çünkü ihtilal bir memleketi %99 götürür, bir ihtimalle ayakta kalır" diyerek ihtilali yapanları ağır kelimelerle yermişti...

Koca bir imparatorluğu teslim aldık, sonra kuşa döndürdük, şimdi de ecdâda sebbetmekle meşgulüz. Hazin bir durum. Şarka silâhla gidiliyor artık. Oradan meşâyıhı kaldırdık. Topla tüfekle bir insan ıslâh olmaz ki. O güzel insanları astık. Onlar dağdaki adama gel diyordu titreyerek geliyorlardı. Katil silâhı bırakıyordu. Her kavmin bir terbiye usulü var değil mi? Bir milletin dinini elinden alırsanız ondan daha zalimi olmaz. Dinimizi elimizden aldılar yerine ne ikâme ettiler?

Altınoluk-Efendim sözünü ettiğiniz dönem. Türkiye'de bir medeniyet değişiminin yaşandığı dönem. Mehmet Akif, Eşref Edip, Ebul Ûlâ, bütün bu şahsiyetler o dönemlerde bu medeniyet farklılaşmasının sancısını yaşadılar. Nasıl bakıyorlardı bu değişime? Üzüntüleri, küskünlükleri, öfkeleri, nelerdi?

Öztaylan- Ebette son derece müteessirdiler. Allah demek suç... Vakıflar satılır mı? Cami satılır mı? Camileri sattılar... Vakfın hududunu Allah tayin eder. Bütün Osmanlı arazisi vakıf üzerine kurulmuştu. Bir devlet işgal edilse işgal güçleri vakıf arazilerine bir şey yapamıyor. Vakıf arazisi şahsi mülk olarak mütâlâ ediliyor. Ama onlar vakıf arazilerini devletleştirdiler.

Altınoluk- Kur'an-ı Kerim'i mum ışığında cami imamından öğrendiğinizi belirtiyorsunuz. Diğer eğitim hayatınızı nasıl tamamladınız? Bir de zamanınızın üdebâsıyla, şuarâsıyla, meşâyıhıyla, sülehâsıyla, büyük insanlarıyla yakınlıklarınız olmuş. Nasıl bir sevki tabiiyle başladı bu dostluğunuz?

Öztaylan- Muntazam bir eğitim hayatımız olmadı. Kendi kendimize bir şeyler öğrenmeye çalıştık. Ehli tasavvufla, ilim irfan sahibi insanlarla birlikte olmaya çalıştık. Onlardan feyz almaya gayret gösterdik. Allah şefaatlerine nail eylesin. Tahir-ül Mevlevî merhumu çok iyi tanırdım... Mehmet Akif'e karşı çok büyük bir muhabbetim vardı. Onun eserlerini okur, onun bütün muhiti ile yakın dostluklar kurmaya çalışırdım... Kendilerini bir kez görme fırsatım oldu. Eşref Edip Bey ile kaldığı bir otelde kendisini ziyaret etmiştik...

Neyzen Tevfik'i bir gün Bakırköy'de hastanede ziyaret gitmiştim. Altı ay dışarda altı ay da Şehzadebaşı'nda bulunan Karadeniz Oteli'nde kalırdı. Hastanede baktım, akşam nöbeti de gelmiş, saçları temelli dikilmiş, akşam yemeği yapıyor ama ateş içerisinde. Bana döndü "Beni niçin ziyarete geldiniz? Neyzen misiniz, musikîşinâs mısınız, edebiyatla mı ilgileniyorsunuz, konservatuvar talebesi misiniz?" diye sordu. "Efendim bahsettiğiniz vasıfların hiç biri bende yok" dedim. "Fakat bendeniz Mehmet Akif'i çok seviyorum. Mehmet Akif Bey'in sevdikleri de benim baş tacım olur" dedim. Ben sözlerimi tamamlar tamamlamaz "Akifim, Akifim" diye bağırarak kendini yere bir vurdu, ben öldü diye çok korktum. "Akifim Akifim" diye bağıra bağıra ağlamaya başladı. Perişan oldum, ben de onunla ağlamaya başladım. Bir zaman sonra kendine geldi. "Yavrum dedi, ben eli öpülecek insan değilim. Ben merdûdum. Ben fâsıkım. Ben fâcirim" dedi. "Yapmayın efendim" dediysem de dinlemedi. "Hayır ben hıyânet ettim" dedi. Mevlevîlikte tarikata intisap ettikten sonra bin bir gece çilesi var o çile tamamlanmadan ayrılınırsa makbul addedilmiyor, halkayı kopardı sayılıyor.

Hastaneden ayrılıp oteline yerleştikten sonra yeniden kendilerini ziyarete gittim. "Oğlum yarın burada mısınız?" dedi. "İnşaallah" dedim. "Şehzadebaşı camiinin yanındaki meşrutalarda bir yavrunun çayhanesi var, bir zahmet oraya uğrasanız da yarın benim geleceğimi bildirseniz. O bazı dostlara haber versin" dedi. "O kimlere haber vereceğini bilir" dedi. "Fakat siz de geleceksiniz" diye bana tembihledi. Gittim söyledim. Ertesi gün baktım Fuat Köprülüler, Ali Fuat Başgiller, Ali Nihat Tarlan hocalar dolmuşlar. Ben de oturdum bir köşeye. Sonra Neyzen Tevfik de geldi ve tam dört saat süren bir ney ziyafeti sundu orada bulunanlara. Arada bir de sohbetler yapılıyordu. Güzel insanlardı onlar.

Hattat Necmettin Efendi, Hattat Hamid, Hattat Macid ve Halim Efendiler, tanışma fırsatı bulduğum insanlar olarak çok güzel insanlardı. Mahir İz Bey dost tarifine giren yârânlarımızdandı...

Altınoluk- Necip Fazıl ile de bir yakınlığınız oldu değil mi efendim?

Öztaylan- Evet yakînen görüşürdük. Merhum fakirhanemizde bizleri ziyarete gelir, bendeniz de sık sık kendilerini ziyaret ederdim. Her ziyaretinden sonra hemen polisler eve gelirler, "Necip Fazıl ne için seni ziyarete geldi? Neler konuştunuz?" gibi sorular sorarlardı.

Osman Yüksel Serdengeçti Beyefendi ile de tanışırdık, o da ziyaretlerimize gelirlerdi. Parkinson hastalığına tutulmuştu. Çileli bir ömür geçirdi merhum...

Altınoluk- İnsan olarak güzel insanlardı dediniz. İnsan olarak güzel olmak ne demek efendim?

Öztaylan- Onların gözünde her şey lâtifti. Ehli dil idiler, bakışları başka idi, nazarında kerih bir şey yoktu... Meselâ Süheyl Ünver Bey. Dünyanın en kibar insanlarından birisiydi. Bir gün beraberce gidiyoruz. Karşımıza bir kedi çıktı. Kedi önümüzde durdu ve başladı kaşınmaya, hazret ellerini şöyle bağladı onu bekledi, biz de bekledik. Kedi keyfini aldıktan sonra aldı başını gitti. Ondan sonra "Aliciğim, bizim adımımız bu hayvancağızı ürkütseydi bir de kaza mukadder olsaydı nice olurdu bizim halimiz" dedi. Onlar başka insanlardı. Onların hâlini, yaşayışlarını, oturuşlarını, yemelerini, içmelerini takip edin, isterse femi muhsinlerinden bir kelime çıkmasın kitap tanzim edersiniz. Oturmaları, kalkmaları her şeyleri başkaydı. Sami Efendimizin Musa Efendimizin halleri de öyle değil mi? Başka insanlardı onlar. "Kâmil olurmuş ehli dil doğmazdan önce ânesi" derler. Maya öyle. Büyük ekmek büyük hamurdan olur. Son derece lâtif, sen, ben, senin, benim gibi sözleri bilmezlerdi.
rof. Dr. Bedi Şehsuvaroğlu vardı. Kendisi masondu. Bir gün Süheyl Bey'e gelerek "Masonluk adına, vaz ettiğiniz sistemi kökünden yıkacağım" dedi. Süheyl Bey'in başkan olduğu kürsünün şeyhi o olacaktı çünkü. Süheyl Bey'in bu sözden dolayı gönlünün incindiğini ve onun ölümüne yolaçtığını biliyorum.

Bazı iddiaları bulunmasına mukabil Suheyl Bey mason değildi. Hatta bir gün Hasan Basri Çantay merhum Suheyl Bey'in, Cevat Rifat Atilhan'ın mason listelerinde ismi olduğunu söylemişti. Ben de kendisine "Efendim bu haberin menbaı mevsuk mu?" dedim. "Mevsuk tabi" diyerek celallenmişti. Bir müddet sonra Süheyl Bey'le Tıp Fakültesindeyiz. Suheyl Bey bana rikâ tarzında Osmanlıca yazılmış bir mektup uzatıp okumamı istedi. Okudum fakat bir şey anlamadım. Ne maksatla verdiğini de bilemedim. Bir şey anlayamadığımı halimle kendilerine izhar ettim. "İmzaya dikkat buyurun" dedi. Baktım üç tane yıldız, müselles şeklinde. Mektup, İsmail isminde bir şahsa aitti. Bu zât Suheyl Bey'in yakınıymış. Suheyl Bey "Bu, mason imzası", dedi. "Bu şahıs ile aile kurbıyetimiz bulunmaktadır" dedi. "Derecesi artmış bir kimsedir. Ahirete imansız göçmüştür" dedi. Aman efendim aile kurbiyetiniz var, hükmetmeyin buna göre muameleye tabi olur, şehadetiniz kabul edilir, yapmayın dedim. "Hayır Allah kendisine sebb edene aldırmaz, Resulüne toz kondurmaz. Masonlukta derece Resulûllah Efendimiz'e yaptığı hakaret nispetinde olur. Bu onlardandır" dedi.

Bir ara "Efendim zâtı devletlerinize hiç mason olmanız yönünde bir teklifte bulunuldu mu?" diye sorma cesareti gösterdim. Dedi ki "Şuna inanın, ben hususiyetimde çok resmiyimdir. Benim hayatta dost olarak kabul ettiğim üç insan vardır. Siz, Necmettin efendi, bir de Mahir İz hoca bu isimlerin dışında hiç kimseyle samimi değilimdir" dedi. "Japonya hariç bütün dünyadaki mason localarının başkanlarını bilirim", dedi. "Bizi de aralarına katmak gayesine matuf olarak tüm dünya seyahatlerinde düzenli olarak bizlere refakat ederlerdi. Ama hiçbir zaman onların bu emellerini açma fırsatı vermedim onlara" dedi. "Masonluk bir Yahudi tarikatıdır, bu tarikat ile dünyayı Yahudi tasarrufunda tutarlar" derdi. Bir Yahudi çocuğu en az yedi lisan bilir, derdi. Bu konuşmadan sonra bendeniz Ali Fuat Başgil Hoca'ya Hasan Basri Çantay Hoca'ya, sizler böyle böyle diyorsunuz ama durum bundan ibaret diye uzun bir mektup yazdım. Bilâhare Süheyl Bey'in mason olmadığı bir çok yerde ilân edildi....

Efendim, onun için her şeyi lâtif görmekte fayda var. Her şeye Muhammedî bir gözle bakacaksın. "Ben ne küfrü teftişe memurum, ne hayrı tespite memurum" diyerek herkese karşı hüsnü zan üzere olmak gerek. Hiç kimse hakkında su-i zanda bulunmamak lâzım. Filanca şahıs şöyle kötü böyle kötü diye konuşmamak lâzım. Ne mâlum beş dakika sonra tüm kötü huylarından kurtulmayacağı.

Vaktiyle bir rüya görmüştüm. Rüyamda bir papaz; "Ali efendi; ben sizin tanıdığınız Vasil'in babası Papa Kantriçko'yum. Öleli sekiz sene oldu. Mezarım Kazaklar köyünde. Ben müslüman doğdum. müslüman yaşadım ve müslüman öldüm. Fakat emri Peygamberî, izhar etmeme emri verildiği için, müslümanlığımı izhar etmedim. Fakat kilisede hiçbir zaman teslisten bahsetmedim. Hep Allah'ın birliğinden, tevhitten bahsettim. Şimdi vakti geldi, siz benim nâşımı alıp, müslüman mezarlığına nakledeceksiniz" dedi. Ben de rüyada nakli kubûru gerçekleştirdim.

Sabahleyin uyandım, Allah Allah dedim. Sonra Kazaklar köyünde böyle bir zâtın bulunup bulunmadığını öğrenmek için oraya bizzat gittim. Sordum, gerçekten de sekiz sene önce ölen Kantriçko adında bir papazın olduğunu ve aynı zamanda Vasil'in babası olduğunu öğrendim. Vasil'i tanıyordum ama babası Kantriçko'yu tanımıyordum. "Nasıl birisi?" diye sordum, "Çok iyi bir gâvurdu" dediler. "Hayrı seven, okuduğu insanları iyi eden, müslümanları çok seven, bütün gününü kilisenin altında bulunan hücresinde geçiren mazbut bir insandı" dediler. Bir zaman sonra Vasil dükkana geldi, arkadaşları da vardı yanında. Vasil'e, "Sana bir şey anlatacağım ama doğruluğuna inanmanız için Hıristiyanlıkta mukaddes olan ne varsa, onun üzerine de yemin edeyim" dedim "Ali Bey ben seni çok seviyorum ne lüzum var yemine" dedi. Öyle deyince gördüğüm rüyayı anlattım. "Böyle böyle ben senin babanı bu şekilde gördüm" dedim. "Allah" dedi küt diye yere attı kendisini. Arkadaşlarına, "demiyor muydum ben size babam Müslüman diye. Aldınız mı cevabı" dedi.

Bir gün Ali Haydar Efendi'deyiz. Evde Ömer Nasuhi Bilmen Hocaefendi, Yekta Efendi, Fuat Efendi hep beraber yemekte oturuyorlardı. Bendeniz bu rüyayı bir kağıda yazarak Ali Haydar Efendi'ye ilettim. Ali Haydar efendinin kulakları o zamanlar biraz ağır işittiği için yazarak derdimizi anlatıyorduk. Fakat Haydar Efendi benim ilettiğim kağıdı okumadı. Derken Ali Haydar Efendi yemeğin ardından benim yazdığım kağıdı okumamasına rağmen bu mevzuyu açtı. Benim gördüğüm rüyanın sahih olduğunu, nakli kubur olduğunu, şimdi gidilse yerinde bulunamayacağını, naşının nur olduğunu, tekbirlerle yerinden kaldırılıp, müslüman mezarlığına nakledildiğini, yarın âhirette onunla buluşacağımızı anlattı... Demek istediğim, istisnalar kaideyi bozmaz ama zahir hakkında hüküm vermek pek doğru bir şey değil.


Altınoluk - Osmanlı efendiliğinin, her şeye hüsnü zanla bakmanın evvelce öğretildiği yer neresiydi efendim? Osmanlı hanımefendisi, beyefendisi olmak ayrı bir şahsiyetti değil mi efendim?

Öztaylan- Osmanlı'da hammaldan tutun da boyacıya kadar herkes terbiyeden nasiplerini almışlardı. Umum öyleydi. İstanbul'un kedileri köpekleri, Avrupalılardan daha terbiyelidir denirdi. Çünkü kediye ayağıyla vuran, kuyruğunu bağlayan yoktu.

Eski kıraathanelerde herkes masaların etrafında toplanır kendi âleminde çayını içer sohbet ederlerdi. Masaların üzerilerinde de çıngıraklar bulunur, yüksek sesle konuşulduğu veya gürültü patırdı yapıldığı zaman kıraathane sahibi hemen çıngırağı çınlatır ve "Edep ya Hû" diyerek sükûnete davet ederlerdi. İstanbul'un eski tulumbacıları bugünün beyefendilerinden bile daha terbiyeli idi. Umumî hava öyleydi. Kadınların tekneden kıyıya çıkacakları zaman, tekne sahibi eline değmesin diye ceketinin kolunu elinin üzerine doğru çeker, öylece hanımların kolundan tutup karaya çıkmalarına yardımcı olurlardı. Her semtin beyefendisinin kendisine has hasletleri vardı. Beşiktaşlı başka... Emirganlı başka... Üsküdarlı başka... Kimse birbirinin önünden geçmez... Herkes birbirlerine yol verme nezaketi yüzünden tramvayları kaçırırlardı. İşte tüm bu güzelleri yıktık ama yerine ne ikâme ettik?


Altınoluk - Efendim Türkiye'nin bugünkü haline bakılarak tekrar o çileli döneme doğru gittiğimizi söyleyebilir miyiz?

Öztaylan- Bilemiyorum ama ye'se kapılmamak lâzım. Evladı Resûl'den Hüseyin Fevzi Paşa Hazretleri vardı. Doksan küsur yaşlarındayken ihvanıyla birlikte Gönen'e kaplıcalara gelmişlerdi. Orada halvet olduk. O zaman kendisine "Efendim" dedim, "Ahvâli umûmiye hakkında soru sormak sû-i edeptir ama affınıza sığınarak, sormak istiyorum; mazur görün, zaman zaman ye'se düşüyoruz dedim. O da "Evet, ümit nur, ye's zulmettir ama geçenlerde fakirde de böyle büyük bir ye's hali meydana geldi. Ceddim Hz. Ali zuhur etti. "Ya evladım, ye'se düşme Allah Türkleri seviyor yine dinini onlarla teyit edecek tebşirinde bulundu" dedi.

Ehli Salip de bunun farkında, onun için bütün gücüyle hep Türkiye üzerine gelmekteler. Amerikası Avrupası hep Türkiye'yi yanlarında tutmaya çalışıyorlar. Biliyorlar, Türkiye onlardan uzaklaşırsa, İslâm dinine daha çok yaklaşacak. Onun için bizlerin çok uyanık olması lâzım. Müslüman feraset sahibi olmak zorunda.

Yirmi küsur sene hizmetinde bulunduğum, sonra bizi Sami Efendi hazretlerine teslim eden, Müftis - Sakaleyn ve huzur hocalığı yapmış olan Ali Haydar Efendi derdi ki bizlere; Oğlum camiye girdiğinizde ekseriyet takkesizse, siz de takkenizi cebinize koyunuz. Öğle ve yatsı namazının son sünnetini dört rekat kılmak efdâldir ama camide değil evinizde. Herkesten evvel camiye girip, en son çıkan olmayın, camide evrâdı ezkâr ile meşgul olmayın." böyle söylerdi... Efendi hazretleri ütüsüz pantolon giymeyin buyururlardı. Ütüsüz olursa namaz kılıyor demekti. Zaman malum değişen bir şey yok ki.

Fakirhanede Ali Haydar Efendinin ve diğer pek çok büyük zâtların cübbeleri, sarıkları var. Evde bile giymeye teeddüp ediyorum. Evimdeyken, yalnızken onları sarmaya utanıyorum. Birkaç kez niyetlendim giymeye muvaffak olamadım, öperek tekrardan yerlerine koymak zorunda kaldım. Onlar libâs-ı manevî, büyük insanlara mahsus.

Hatta Ali Haydar efendinin sırtından çıkartarak verdikleri gömlekleri, mesti, cübbesi var. Sami Efendinin kıymetli eşyaları var. O mübarek insanların giysilerini, öldükten sonra naşıma giydirin diye vasiyet etmeye bile utanıyorum.

Ali Haydar efendi vefat ederken yanındaydım. Tam ölüm döşeğinde bulunduğu sıralarda, "Allah" deyip bir kalktı ama sanki zelzele oldu. Hemen ardından da kelime-i şehâdet getirerek ruhunu teslim etti mübarek...


Altınoluk- Efendim biraz da Sami Efendi hazretleri ile olan hatıralarınızdan bahseder misiniz?

Öztaylan- Sami Efendi hazretlerinin hakka yürüdüğü gece, gökyüzünde güneş, ay tutuluyor, mahşeri bir hal. Nedir bu hal diye düşünmeye başladım. Sonra Sami efendi hazretlerinin vefatını öğrendik. Gökyüzündeki bu hareketlilik onun matemiymiş. İki saat sonra telefon geldi Sami efendi hazretlerinin âlemi cemâle yolcu olduğunu öğrendik. Sami efendi hazretleri hep sükûtu ihtiyar eylerlerdi.


Altınoluk- Sami Efendi hazretlerinin sükûtu esnasında sizler ve orada bulunanlar neler hissederdi?

Öztaylan- Sessiz, sözsüz olan sohbetlerde daha bir derûnîlik olur malûmâliniz. Sukutilikte gönül muhabbeti başlar. Frekanslar değişiyor mütemadiyen, kulak alıyor, göz alıyor, ondan sonra gönüllerde derûnîlik başlıyor.


Altınoluk- Ali Haydar efendi sizi Sami efendi hazretlerine nasıl gönderdi?

Öztaylan- Ali Haydar Efendi Alemi Cemâle teşrifinden sonra mânen, bir vedâ dersi yaptı. "Sizi Sami Efendi'ye teslim ediyoruz" dedi. Sonra Bursa'ya Sami Efendi hazretlerini ziyarete gittik. Sohbet sonrası Sami Efendi "Merhum sizi bizlere teslim etti" dedi. Utanmıştım. Derslerimi sordu, sonra "Şunları da teberrüken yaparsın" diye yeni dersler verdi.

Eskişehir'de Hacı Hilmi Efendi hazretleri vardı. Hacı Abdullah Efendi'nin hulefasından. Üç halifesi vardı. Kırkağaç'ta Karkaszâde, Avran'da İbrahim Efendi bir de Bergamalı İbrahim Efendi hazretleri vardı. Eskişehirli Hilmi Efendi baktım fakire tazimde bulundu, "Fakiri birisine benzetti, tevafuk mu oldu" diye aklımdan geçirdim. "Sizler Haydar ve Sami Efendilerin teveccühüne mazharsınız" dedi. Utandım eyvah keşke gitmeseydim dedim kendi kendime. Allah himmetlerine nail eylesin. O büyük zatlar bir sevdiklerini bir daha bırakmıyorlar. Onlar ihvanını cennete girdirmeden kendileri girmezler. Merhum "Allah rızası için bizi bir kere ziyaret edeni biz unutmayız" derdi...

Sohbetin sonuna yaklaştığımız sıralarda, hepimizi derinden etkileyen bir cemileye şahid olduk. Ali öztaylan Beyefendi'nin muhterem refikaları, odaya girerek, bütün içtenlikleriyle yanımızda götürmemiz için hazırladığı ikramları kabul etmemizi istedi. Sonra da, yine o zerafet içinde ikramları nasıl hazırladığını bizlere uzun uzun anlattı...

Yetim olarak yetiştiğini belirttikten sonra, "Yetmiş altı yaşındayım, okumam da yok güzel evladım. Birinci sınıftan terkim. Sonradan eski Türkçeyi öğrenebildim. Allah bizim ömrümüzü size versin, çok titizimdir, tiksinmeyin bir şeyimden, elimi yüzümü yıkar, şalvarımı giyer, başımı toplar, otururum hamurun başına" diyerek samimiyetini, ilerlemiş yaşına rağmen hâlâ sürdüregeldiği misafirperverliğini en güzel şekilde ortaya koydu.

Bu arada devreye aynı safiyet içinde "evin reisi" girdi.

"Anneniz saftır, temiz kalplidir ama ikramı gönüldendir" dedi. "Malumunuz gönülle bir şey ikram eden o feyze gark olur. Gönülsüz verilen şey ise sıkıntı yapar. Biz elli beş senelik evliyiz, birbirimizi hiç incitmedik elhamdülillah. Misafirlerine boy abdesti almadan hizmet etmez. Yedi evladı ve onların çocuklarını yetiştirdi. Sonra bizim gibi adamların kahrını çekmiş, Allah cennetine koymaz mı kendisini? Allah'a "Yarabbi ahirette beni ona hizmetçi kıl" diye dua ediyorum. Ben de onun ile cennete girmek istediğim için böyle dua ediyorum tabii !"

"Dareyn saadeti böyle oluyor herhalde. Nedir bunun sırrı efendim?" diyerek o güzel İslâm ailesinden güzellikler almayı ümid ediyoruz. Cevab yine tevazu derinlikleri içinde:

-Bilmiyorum ama annenizin iyiliği herhalde. Bizim gibi adamı idare etmişler

ALTINOLUK DERGİSİ’NDEN ALINTIDIR..

**********************************

BANDIRMA'LI ALİ ÖZTAYLAN EFENDİ HAZRETLERİ

Altı Ağustosta bir güneş battı: Edebin, zarafetin, inceliğin, hayanın, güzelliğin erişilmez temsilcisi Bandırma'lı Ali Öztaylan Efendi Hazretleri Hak’ka göçtü. Kendisini yıllarca önce tanıma şerefine nail olmuştum. Çok değerli eşim Rahmetli Rana Hanımefendi ile beraber bir adli tatilde geziyorduk. Allah’ın güzel bir lütfu olarak yolumuz Bandırma’ya düştü. Şehri gezdik. Çok sıcak bir yaz günüydü. Yorulduk, terledik, serinlemek için dondurma yiyeceğimiz bir yer aradık. Esnafa sorduk, bize Süt Evi’ni tavsiye ettiler. Aradık, bulduk. Kapıda Ali Öztaylan Süt Evi yazıyordu. İçeri girdik. O günü hiç unutamayacağım. Girmemizle beraber yepyeni bir dünyaya adım attık. Ya Rabbi, kelimelerle anlatılmayacak kadar özenli bir temizlik, bir zarafet, bir edep ve estetikle sarılıverdik. Duvarda inanılmaz güzellikte bir hat yazısıyla yazılmış Besmeleler, Allah, Muhammeden Resulullah ve La İlahe İllallah levhaları vardı. Hangisine bakacağımı şaşırdım. Akıl almaz bir güzellik bizi sanki büyülemişti. Biraz sonra efendiliğin, inceliğin, kibarlığın simgesi bir garson geldi. Önce “Hoş geldiniz” dedi, sonra “Ne getirmemi emredersiniz?” dedi. Dondurmalarımızı söyledik. Getirdiler. Yemeye başladık. O güne kadar hiç böyle muhteşem bir dondurma yememiştik. Sonra tabakları toplamaya gelen garsona; “Efendim,” dedim. “Bu dükkânın sahibi kim?” Birden yanı başımızda Rahmetli Ali Öztaylan’ı gördük. Hiçbir kalemin tasvir edemeyeceği, hiçbir dilin anlatamayacağı bir edep ve incelik örneği ile yumuşacık, tatlı, sımsıcak bir ses tonuyla, “Bu dükkânın hizmetkârı benim, efendim,” dedi. Birden ürperdim, heyecanlandım. Gözlerim doldu. O güne kadar bir insanın bu kadar ince ve zarif olabileceğini düşünmemiştim. Beni anladı. Yine çok zarif bir hareketle yanımıza oturdu. Konuştuk. Fazıl Hüsnü Dağlarca bir mısraında;

“Ve bir an yaşıyorum, bütün bir ömre bedel”

der. İşte o ruh halini ben Ali Efendi Hazretleri’nin yanında hissettim. Göğsüm doldu, öyle heyecanlıydım ki, sevincimden, mutluluğumdan hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyordum. Ya Rabbi, bütün mânevi değerleri alt üst olmuş, bütün mânevi güzelliklerini kaybetmiş bir toplumda böyle bir insan nasıl yetişebilir? Acaba bir rüya mı görüyordum. “Ah” diyordum, “Efendi Hazretleri’ne sımsıkı sarılsam, başımı omuzuna koysam, ağlasam, ağlasam…” O gün hayatımın en güzel gününü yaşıyordum. Efendi Hazretleri konuştu, biz dinledik. Dinledikçe ayaklarımız yerden kesiliyor, bir mânâ âleminde yükseliyorduk. O güzel günü diğer başka ziyaretler takip etti. Her vesileyle Bandırma’ya geliyor, o güzeller güzeli insanın doyumsuz sohbetleriyle erişilmez hazlar yaşıyorduk. Merhumun Bandırma’da bir de çok sevdiği Noter Latif Bey vardı. İkisi arasındaki dostluğu, arkadaşlığı, samimiyeti anlatabilmem imkânsız. Gerçi anlatabilecek bir kalem de düşünemiyorum. Aklın, havsalanın alamayacağı bir sevgi, bir saygı ve bir edep çağlayanıydı o dostluk. Merhum, arada yanında Latif Bey olduğu halde Ankara’ya gelir, bu arada fakiri de ziyaret etmeyi ihmal etmezdi. Karşımda onlar otururken hangisine bakacağımı şaşırırdım. Mânâ güzelliği, sanki o iki insanda somutlaşmıştı. Birbirlerine hitap tarzları, bakışları, ses tonları öyle yüceydi ki, ağlamamak için kendimi zor tutardım. Ali Efendi Hazretleri bir cemiyet fedaisi gibiydi. Kendini mânen ve maddeten insanlara adamıştı. Bir gün telefonu çalar. Ali Efendi, o her zamanki edebi, inceliğiyle ahizeyi kaldırıp, “Buyurun efendim, emredin” der. Karşıdaki ses, yanlışlıkla taksi durağı yerine Süt Evi’ni aramıştır. Hazret, ona yanıldığını söylememek için, “Hay hay efendim,” der “emredersiniz. Yalnız adresinizi lütfeder misiniz?” Sonra dışarı çıkar, bir taksi bulur, ücretini verir. “Bu adresten bu zatı alın, istediği yere götürün.” der.

Zaman zaman elinde birkaç paket tatlı kutusuyla meyhaneye gider, sarhoşların masasına oturur, ayran içerek onlara eşlik eder, yeri geldikçe çok ince metodlarla onları Hak yola davet ederdi. Bir çok Bandırma’lı, bu şekilde içkiyi bırakmış, sonsuzluk kervanına katılmışlardı. Sofradan ayrılmazdan evvel tatlı paketlerini sarhoşlara verir, “Aman kardeşim, bunu yengeye götür, özür dile, gönlünü al, seni hırpalamasın” derdi. Zaman zaman özellikle bayram ve kandil gecelerinde yanında kandil simitleriyle geneleve gider, simitleri dağıtır, onların gönüllerini alır, dertlerini dinlerdi. Bu şekilde tövbekâr olup genelevi terk eden bir çok kadın vardı. O sanki bir iyilik meleğiydi. Hiç de layık olmadığımız halde, her gidişimizde bana da, Rahmetli eşime de sayısız iltifatlar eder, gönlümüzü alır, göz yaşımızı silerdi. Dönüşümüzde hediye paketleriyle bizi Ankara’ya yolcu ederdi. Bir gün Süt Evi’ne resmi üniformalı bir takım insanlar gelir. Duvardaki o harikulâde güzel hat yazılarına ve Fatih Sultan Mehmet’in o herkesin bildiği, tanıdığı, ressam Bellini’nin yaptığı meşhur tablosuna bakarak, “Sen,” derler, “Osmanlı hayranısın. Eski yazı taraftarısın. Utanmıyor musun?” diye hakaret ederler. Ve suç delili olarak duvarda ne var, ne yok alıp götürürler. Hazret çok üzülür. Günlerce ağlar. Ama elden ne gelir ki? Bir çok defalar evine baskın yaparlar. En nadide, en kıymetli eserlerini bir daha vermemesiye alıp götürürler. Gidiş o gidiş, elden ne gelir?

Ali Efendi Hazretleri, küçük yaşından itibaren ilme, güzel sanatlara, estetiğe hayran olmuş, âşık olmuş, bir güzel insandır. Tek arzusu, insanlara kaybettikleri güzellikleri yeniden kazandırmak olmuştur. Ama o devrin her şeyi önüne katıp götüren rüzgârı içinde bunu kime anlatabilirdi? Dili, Ali Efendi Hazretleri kadar, kelimelerin en ince nüanslarına kadar dikkat ederek kullanan kimse görmedim. Adına öz Türkçe denilen öldürücü, yok edici, kültürün kökünü kazıyıcı o çirkin cereyana hiçbir zaman kendini kaptırmamıştı. Kaptıranlardan da hoşlanmazdı. Dil, yaşayan, gelişen, duyguyla, düşünceyle yürüyen bir muhteşem olaydı. Dıştan müdahalelerle onu zorlamak, barbarlıkların en korkuncu, en çirkini değil miydi?

Bir gün Behçet Kemal Çağlar konferans vermek için Bandırma’ya gider. Süt Evi’ne uğrar. Duvardaki levhalardan çok rahatsız olur. İleri geri söylenir. Ve arkadaşlarıyla beraber Hazret’in evine baskına gider. Ali Efendi, bir saat müsaade ister. Gusül abdesti alır. En güzel elbiselerini giyer. Misafirlerini büyük bir hürmetle karşılar. Sohbet sırasında Ali Efendi, Behçet Kemal Çağlar’a döner, “Efendimizden bir istirhamda bulunabilir miyim? Sizin onuncu yıl marşında yazdığınız bir mısra var:

“On yılda on beş milyon genç yarattık her yaşta.”

Acaba müsaade buyursanız da o yarattık kelimesini, yetiştirdik olarak yazsak nasıl olur?” Bu söz Behçet Kemal Çağlar’ı fevkalâde asabileştirir. Çok sert bir şekilde on kere, Yarattık… Yarattık… Yarattık… diye tekrarlar. Ve sonra birden yere düşer, ağzından, burnundan kan gelir. Felç olmuştur. Derhal hastaneye kaldırılır. On gün sonra ölür.

Rahmetli Ali Efendi Hazretleri, gördüğü bütün kötülüklere, mâruz kaldığı bütün zulümlere rağmen kimse hakkında menfi konuşmaz, herkes için hayır dua ederdi. “Biz,” derdi, “kimseyi teftişe memur değiliz. Kimseye kötü zanda bulunmaya hakkımız yok. Bizim görevimiz, hayır düşünmek, hayır söylemek ve hayır dilemekten ibarettir. Kimseyi yargılamayalım. Kimseye dil uzatmayalım. Bize, bizim yok olmamızı isteyenlere karşı da hep hayır dua edelim. Ya hayır söyleyelim, yahut susalım.”

Merhumun Ankara’da bir kızı vardı. Kayınpederine lâyık, fevkalâde kibar, zarif, hassas bir damadı vardı. O zaman Albaydı. Merhum görüşmemizi istemiş, biz de ziyaretlerine gitmiştik. Fevkalâde güzel karşıladılar. Güzel bir sohbetimiz olmuştu. Merhumun bir oğlu, Bandırma’da belediye başkanlığı yapmıştı. Halen, Ankara’da milletvekili. O da bütün güzel sıfatları üzerinde toplamış, çok kıymetli bir beyefendi. Tanıştık. O gün ondan ayrılırken müstesna günlerimden birini yaşamıştım.

Sevenlerinin gönlünde Bandırmalı Ali Öztaylan Efendi Hazretleri bir güzellik abidesi olarak sonsuza kadar nesilden nesile yaşayacaktır. Allah’ın rahmeti, Peygamberin şefaati üzerine olsun. İnşallah mânâ âleminde mübarek ellerinden öpmeyi Allah nasibeder…

 

 
 
09.09.2008
nuralem7@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com