Fâni’den Notlar - 2
Meryem Irmak
 

25 Mayıs 2009

Fâniya bu sözleri sen değilsin söyleyen
Nutk eden Hakkın dili, dilde tercüman benem

İNSAN BEDENİ

 

Maddi Beden – Manevi Beden

 

İnsanda beden görünen, ruh ise görünmeyen âlem olarak yaratılmıştır. Görünmeyen âleme günümüzde enerji adı verilmektedir. Eskiden şems-i mutlak denirdi ve insanın, bu güneşin bir ışın hüzmesinden ibaret olduğu söylenirdi.

 

Mananın hakimiyeti madde sayesinde belli olur. Bu nedenle beden, ruh ve aklın kendini gösterebilmesi için gerekli bir kap, bir alet olarak düşünülmelidir. İnsan bu alete iyi bakarsa, o zaman “Alet yapar, el övünür” atasözü gereğince ruh da, akıl da kendini daha iyi göstermeye başlar.

 

Kâinatta genel bir kural olarak, hakikat hayalde gizlenmiş, hayalse hakikate perde olmuştur. Hakikat tecelli etmezse, hayal ne kımıldayabilir, ne de konuşabilir. Onun için Hakk-halk ilişkisi, aynen karagöz oyunundaki karagöz oynatıcısı ile karagöz ilişkisine benzer. Hakk perde arkasından kitabını okumazsa, halkın gıkı bile çıkamaz.

 

Beden, Hakk’ın suretidir. Ama onda nefis, yani şehvet de olduğu için şehvete esir olan beden süflidir. Ancak, aynı bedenin, süflilikten kurtulduğu takdirde çok ulvi olduğunu da bilmek gerekir.

 

Maddi insan bedeninin kainattan meydana gelmiş olduğu kimsenin itiraz edemeyeceği bir gerçektir. Son zamanlarda bu bedende altmış trilyon hücre, yüz bin kilometre kan damarı ve her kadının yumurtalıklarında kırk bin yumurta hücresi bulunduğu söylenmektedir.

 

Darwin ve taraftarları, sadece bu bedeni görüp içteki nefha-yı ilâhiyi gözardı ederek insanın maymundan geldiğini iddia ederler. Biz ise bu bedenin, içteki o nefha için bir elbiseden ibaret olduğunu söyleriz. Çünkü bizi insan yapan şey, ilk yaratılan olarak zikredilen o cevherdir. Gerisi sonradan ve nur olan insan için yaratılmıştır. Darwincilerin anlattıkları sadece elbisedir. “Dünya denilen iki kapılı bir handır bu / Her gelen camesin kor, bir camekândır bu” diyen, dünyanın bir ucundan girilip diğer ucundan çıkılıncaya kadarki süre içinde, girerken bize bir elbise verdiğini, bizim de çıkarken bu elbiseyi asıp gittiğimizi anlatmak istemiştir.

 

İnsanların çoğu “beden” dendiğinde etten, kemikten yapılmış olanın dışında bir şey düşünemmiyor. Halbuki bedenin gerçeği bu değildir. Bedenimizin isimlendirilmemiş bir mânâ yönü vardır ki esas beden budur. Yaptığımız bir hata kalibmizden çıkar mı? Benim çıkmıyor. Onun için de daima “Allah affetsin” diyorum. Hazret-i Ömer’in “iki şey var ki aklımdan hiç gitmiyor. Hatırladıkça, biri için ağlıyor, diğeri için gülüyorum” diyerek anlattığı olaylar bu söylediğimizin delilidir. Kızını diri diri gömüşü, müslüman oluşundan sonra tüm günahları affedildiği halde bir türlü kalbinden çıkmamıştır.

 

İnsanın maddi bedeni ve bu bedenle geçirdiği yaşamı Kur’an’da Gece <92-11>, <93-2> diye geçmektedir. İnsanın karanlık olan kısmı budur. Ruh veya canı ise aydınlık âleme aittir. Bedenin de, ulvi ve süfli kısımları vardır. Bunlar göbekle birbirinden ayrılmıştır. Allah, insanları, ulvi taraftan verdiği sütle besleyip, geliştirmektedir.

 

Bedenin süfli taraflarını atamayız. Çünkü, oradan nesli idame ettiren nur yaratılmakta, yani Karanlıktan nur çıkarır <2-257> gerçekleştirilmektedir. Bu sebeple karanlığı da inkâr etmemek, lüzumsuz saymamak lazımdır. Zira o karanlık, nurunun şiddetinden siyah görünmektedir ve Hacer-i Esved gibi çok değerlidir. Bu yüzden örtme zarureti doğmuştur.

 

Beden denen bu yapı insanın, Allah tarafından yapılmış esas kabridir. Bunun içinde neler gizlidir neler... Onları gizleyen hicab-ı kibriyadır. Kimse kimsenin gönlünden geçenin ne olduğunu bilemez. İnsan-ı kâmil hariç... Çünkü onun, ileride göreceğimiz gibi, sekiz çeşit görüşü vardır.

......

 

İnsan bedeni davul gibidir. Tokmağı vurmadan ses çıkartmaz. Onu içinden bir tokmaklayan vardır ama biz tokmaklayanı göremediğimiz için davuldan bu ses nasıl çıkıyor diye merak ediyoruz. Doğuşatlar ve ilhamlar, o içten gelen vuruşun sonucudur. Tokmak kuvvetli vurursa insanın konuşmaları bile vecize yahut şiir şeklinde olur. İstek, arzu ve duaların amacı, bu tokmağı harekete geçirmektir.

 

“Deveye boynun neden eğri diye sormuşlar. Nerem doğru ki diye cevap vermiş” diye bir söz vardır. Burada deve diye nitelendirilen şey dışardan bakıldığında bir sürü eğrilikleri görülen bu bedendir. Ruhu uyanmış olanların bedeni hız kazanacağı için develeri, hecin devesi halini alır.

 

Bu sembollerin ortaya çıkarılışının nedeni insanları düşünmeye sevk etmek ve uyandırmaya çalışmaktır.

 

İnsanın “vücud-ı mevhube” diye adlandırılan ve kendisinin hiçbir dahli olmaksızın, Allah tarafından ona bahşedilmiş olan bu kesif bedeni dışında bir de “vücud-ı müktesebe” diye isimlendirilen ve yaşantısı boyunca kendi çabalarıyla meydana getirdiği latif bir ahiret vücudu vardır. Bu vücüdun nasıl oluştuğundan ileriki bahislerde geniş bir şekilde bahsedileceği için burada sadece ismi verilmiştir.

 

OLUŞUM VE DEVRAN

 

İnsan olarak dünyaya gelmeden önce nurlar âleminde olduğumuzu ve Allah nasip ettiği için bu dünyaya geldiğimizi evvelce anlatılanlardan biliyoruz. “Allah birdir” <112-1> olduğunu biliyoruz ama O, adeta bir bütünü ikiye ayırmışçasına, insanları erkek ve kadın olarak çift yaratmış ve böylece Âdem’de gizli olan Havva’yı meydana çıkararak bunları tıpkı bir elmanın iki yarısı gibi birbirlerine ayna yapmıştır.

 

İnsanın meydana gelmesinde baba sema, anne rahmi ise toprak olarak kabul edilir. Anne ile babanın birleşmesi, en üstün yerden en alta, zemine akım oluşması demektir. Bu birleşme semada olsaydı şimşek olarak kalırdı. Arzda olduğu için insan halinde kendini göstermiştir.

 

Mutasavvıfların çoğu, insanın iki annesi olduğunu ve bunlardan birinin kendini bu dünyaya getiren anne, diğerinin de öbür dünyaya götürecek olan mürşidi olduğunu söylerler. Ancak bunlara bir üçüncü anne olarak toprak anneyi de eklemek gerekir. Çünkü böyle düşünmezsek “Bundan bin sene önce neredeydik?” sorusuna cevap veremeyiz. Biz bugün varsak, evvelce de vardık. Evvelce olmasaydık, bugün de olamazdık. Çünkü yoktan bir şey var olamaz. Var, sadece vardan olur. O halde “Velev ki, sır olarak bile var olsak, neredeydik?” dendiğinde, toprakta olduğumuz söylenecektir. Bu topraktan bin bir esma ile çıkan gıdalarla beslenip sonunda insan hücresi olarak bu âleme geldik. Yiyecekler kâinattaki her şeyi ihtiva ettiği için o hücrede de her şey vardır ve her şeyi kendinde toplayan bu hücre insanı meydana getirmiştir. Bu izahat, şişmiş bir balon gibi olan kâinatın sönüp ufacık bir insan hücresinde toplanışını anlatmak için yeterlidir. O halde, bu iki anneye bir üçüncü anneyi, “toprak anne”yi ilave etmek gerekmektedir.

 

İşin aslına bakılırsa insanın pek çok annesi vardır ama bunlardan üçü çok önemli olduğu için biz sadece bunlar üzerinde duruyoruz. Anlatılanları bir kere daha özetleyecek olursak; insanın ilk annesinin kâinat olduğunu söylememiz gerekir. Kâinatta babalık görevini sema, annelik görevini ise arz dediğimiz toprak yapar. Çünkü gökten (baba) yağmur yağmazsa, topraktan (anne) mahsul alınamaz.

 

İkinci anne, bizi dünyaya getiren dünyevi annedir.

 

Üçüncü anne ise, bu iki annenin birleştiği nokta olan Peygamberdir. O’nun kâinata ve dolayısıyla hepimize “ümmetim” yani “çocuklarım” deyişinin ve “Ah ümmetim” diye çırpınışının nedeni budur. Çünkü bizim ahirete doğuşumuz bu anamız sayesinde olacaktır. Bu doğuşu yapmadan ahirette insan elbisesi giymemiz mümkün değildir.

......

 

İlk insanın oluşumu toprak anada, kokmuş bir balçıkta gerçekleşmiştir. Balçığın kokmuş olmasının nedeni, diğer hayvanların ona zarar vermesini ve oraya yaklaşmalarını engellemektir. Bu nedenle esas ana toprak anadır. Bizi doğuran anamız ise o toprak ananın özetinden ibarettir.

....

 

İnsan, insan haline gelebilmek için cemadat (taşlar, madenler), bitki ve hayvan âlemlerinden geçmiştir. Bu geçiş “nefis” de denen insan bedeninin oluşabilmesi için şarttır. İnsan nefsine çok düşkündür çünkü nefis, bir tavus kuşu gibi güzeldir. Ama insandaki, onu insan yapan akıl dediğimiz unsur, bir nurdur ve Allah’ın nefhasıdır.

 

“Hazret-i Âdem’in toprağı kâinattan alındı” deniyor. Bu söz bedeni için doğrudur. Canı ise nefha-yı ilâhidir.

 

Nefha-yı ilâhi, insanda iki türlüdür. Birincisi bedenin nefhası, yani oksijendir. İnsan bedeni oksijensiz yaşayamaz. Oksijeni havadan alır ve karbondioksit olarak yine havaya iade eder. Buna “nefha-yı rahman” yahut “rahmaniyet nefhası” denir. Bir de “nefha-yı rahim” yahut “rahimiyet nefhası” vardır ki bunun ne olduğunu biliyorsunuz. İşte bu iki nefhanın birleşmesi “Bismillâhirrahmânirrahîm”dir.

.....

 

Burada, enerjinin toplanması ve bir beden oluşturmasına “haşır”, bunun tekrar dağılmasına ise “neşir” denmiştir. İleride daha geniş olarak anlatacağımız bu haşır-neşir olayını bilenler, size söylediğim “Haşrı, neşri burda gördük” mısraının da ne demek olduğunu anlamış olurlar. Bilmeyenler ise başlarına geldiğinde öğreneceklerdir. Çünkü bundan kaçış yoktur. Bilenler korkudan kurtulur, selamete çıkıp İslam olurlar, bilmeyenler karanlıkta kaldıkları için korku içinde “Ölünce ne olacak?” diye sorup dururlar. İşte, bilenle bilmeyenin farkı budur.

 

İnsandaki haşır-neşir veya ölüp dirilme olayı devamlı olarak cereyan etmektedir. Her an bedendeki hücrelerin bir kısmı ölmekte (neşrolmakta), buna karşılık alınan gıdalardan yeni hücreler meydana gelmekte, yani haşır gerçekleşmektedir. Eğer bu olay devamlı olmasa ve sadece haşırda kalınsa, biz yiye yiye büyüyüp birer tepe halini alırdık. Haşır-neşir olayının denizlerde görülenine de “med-cezir” (gel-git) adı verilir. Bu olayın haşr-ı kübra ve haşr-ı sugra diye bilinenini ileride kıyamet bahsinde anlatacağız.

 

İnsanın beden hücreleri alınan gıdalarla her an yenilenmekte, eskiyen ve hastalıklı olan hücreler imha edilip atılırken onların yerine yeni ve sağlıklı hücreler oluşturulmaktadır. Bu faaliyet hastalıkların iyileşmesinde de etkinliğini göstermektedir.

 

İnsanın hissettiği yorgunluk ve zindeliğin nedeni, bu hücre değişimleridir. Ölen hücrelerin imhası, örneğin kan hücrelerinin dalaktaki tahribi, bedensel yorgunluğa, yeni oluşan kan hücrelerinin kana verilmesiyse zindeliğe neden olur. Onun için, yorgunluk “feyekûn” (oluverdi) <3-47>, yani dinlenmedir. Ölenlerin yerini yeni hücrelerin alması ise o feyekûndan doğan “kün” (ol) <3-47> emridir. Bunların ne demek olduğunu daha önce Ef’al-i İlâhi bahsinde de anlatmış ve “kün”ün “feyekûn”dan çıktığını belirtmiştik.

 

İmha ve yenileme olayı aynı seviyede olmadığından büyüme, gelişme ve ihtiyarlama dediğimiz değişimler ortaya çıkmaktadır. Eğer böyle olmasaydı, insanlar doğdukları şekilde, bebek olarak kalırdı. Büyüme ve yaşlanma olayı, yeni oluşturulan hücrelerin, gidenlerin aynısı olmadığını göstermekte ve devir hadisesinin doğruluğunu ispatlamaktadır.

 

Her şeyin devri kendine göredir. Bu konuda dünyayı ele alacak olursak dünyanın kendi etrafında devretmesine “gün”, ayın dünya etrafında devretmesine “ay”, dünyanın güneş etrafında devretmesine ise “yıl” dendiğini herkes bilir. Ama bunlara ilaveten bir de manzumelerin devri vardır. Güneş çok kimsenin zannettiği gibi sabit değildir. Genel kurala göre onun da hareket etmesi zorunludur. Güneşin hareketini göremeyişimizin nedeni, bizim de aynı manzume içinde bulunmamız ve güneş sistemiyle birlikte bir başka manzume etrafında hareket ediyor olmamızdır.

 

Her manzume bir âlemdir ve her âlemin de kendine göre bir güneşi, bir ayı ve bir dünyası vardır. Niyazi Hazretlerinin “Benim bin kamerim, bin güneşim var” deyişinin nedeni budur. Aslında sonsuz güneş ve sonsuz ay vardır ve bunların gerçek sayısını ancak Allah bilir. Çünkü, kendini kendinden başka bilen yoktur. “Hudut ve sayı açısından sonsuz” oluşu sebebiyle hududu da, sonsuzluğu da Kendi’nindir. Kullar, ancak Allah’ın kendilerine verdiği kadarını bilebilirler.

 

İnsanın kendi âlemi kâinattır. Kâinat küçülüp bir insan halini almıştır.

.....

 

Bedenimiz aldığı gıdaların enerjisinden istifade edip posasını atar. O posadan da hayvanlar yararlanır. Hayvanlar o posadan alabileceklerini aldıktan sonra geri kalanını, kendilerinden daha iptidai canlıların istifade etmesi için çıkartır. O daha primitif canlılar da alabileceklerini aldıktan sonra, onların çıkarttıklarını toprak alır ve kendine katar. Bu nedenle toprak hazinet-ül esmadır. Hazret-i Şah-ı Velâyet’in Ebu Turab olarak anılmasının nedeni budur. Çünkü topraktaki hassalar, yani esrar (sırlar) ona açıklanmıştır.

 

Bu açıklanma olayı kendi kendine gerçekleşmez. Mutlaka bir izdivacı gerektirir. Bu izdivaç gökten yağan yağmurla, enfüsteyse “sema-yı din” denen beyinden bedene nüzul eden düşüncelerin, bedenle izdivacından doğan fikir çocuklarının ortaya çıkmasıyla belli olur. Bizim, “İnsan kâinatın özetidir” derken anlatmak istediklerimize bu da dahildir. Çünkü kâinat denen şey, gözle görülmeyen küçüçük bir insan hücresinin içine sığmıştır. O hücrenin büyüyüp insan halini almasıyla kâinatın düşüncesi, özü insanda ortaya çıkmış oluyor.

 

Bir santimetreküp insan menisinde milyonlarca sperm olduğunu biliyoruz. Bunların hepsi, hücum edercesine yumurta hücresine yönelir ve adeta o hücrenin kapısını çalarlar ama kapı bunlardan sadece bir tanesine açılır. O içeri girdikten sonra da kapı hemen kapanır. İşte, döllenme veya fekondasyon dediğimiz olay budur. Geri kalan spermler ne yapar? İçeri girene yardım olsun diye erir ve yok olurlar.

 

Mikroskop altında hücresel bazda müşahade edilen bu olayın ilâhi âlemdeki örneği beşeriyet âlemidir. Dünyada milyonlarca insanın oluşma nedeni, kapıdan içeri alıncak o tek insanı meydana getirebilmektir. Tıpkı spermlerde olduğu gibi...

 

Lütfi Filiz – Noktanın Sonsuzluğu

 

 

 
 
İstanbul - 27.05.2009
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com