Esma Mertebesi
Meryem Irmak
 

23 Mart 2009

Tasavvufun anlattığı “birlik”, varlığı getirip de “esma mertebesi”ne koyup, “işte, hepsi birdir” demek midir?

 

Meselâ, mümkün olsa idi, bütün varlığı bir elektron mikroskobunun lamına yerleştirip, hatta buna kendimi ve dahi “gözümü” dahil edip “hepimiz elektronuz” desem, varlığı birlemiş mi olurum? Herkesi elektron olarak veya “esma” olarak görmek “birliğe kavuşmak” demek midir? Herkesi elektron olarak veya esma olarak görmekle “beden” veya “madde” olarak görmek arasında fark nedir?

 

Hiç!

 

Bir arifibillah der ki: “İki ile iki milyar aynıdır!”

 

İki nedir?

 

BEN ve SEN.

 

Ve bütün mürşidler der ki: “Seni sende ara...”

 

Ben’de aramak nedir?

 

Ben’de ne var?

 

Elektron mu?

 

Kuant mı?

 

Ne var ben’de?

 

Benlik var!

 

Ben’de BEN var!

 

Yani diyorlar ki arifler: “elektronu geç, benliğinde bul seni”

 

Mesele benlik meselesidir.

 

“İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir”

 

Açıktır ki, bütün varlığı atomaltı boyutta birlemek insanın kendi varlığının hakikâtine ermesi demek değildir. Çünkü BEN elektron mikroskobunda hâlâ BENim. Niye mi? Çünkü “BEN bir elektronum” diyorum.. “BEN bir bedenim” demekle “BEN bir elektronum” veya “BEN bir esmayım” demek aynıdır.

 

BEN dediğim anda zaten iki’dir. Çünkü BEN’in karşısına hemen SEN çıkıverir zıtlar gereği olarak. Ha iki, ha iki milyar ise, kendimi elektron deryasında tesbit etmemle, madde boyutunda veya foton kuşağında müşahade etmem arasında bir fark olmamalı. BEN her yerde BENdir. Ben’i bilen bütün boyutlarda bilir, ben’i bilmeyen bütün boyutlarda bilmez. İş ki ben’i bilelim...

 

Tasavvufun konusu bu nedenle “elektron” değil, ENE’dir...

 

Aradaki farkı fark etmek lâzım...

 

Sen SENi bil!

 

Ötesini boşver!

 

                                                           ***

 

Şimdi, gözlerinizi kapatın ve kendinizi “esma mertebesinde” hayal edin.

 

Ne gördünüz?

 

Hiçbir şey!

 

Bir şey görmeden kendini görmek/bilmek olur mu?

 

Tasavvuf, müşahadedir.

 

“Ben görmediğim Allah’a ibadet etmem”. Hz. Ali (k.v, r.a)

 

Önemli olan çoklukta, varlıkta, yani “halk”ta Hakk’ı müşahade etmektir. Akıl ve iman nuru eneyi tanımak için şart ve ama /ancak yardımcı unsurdur. Yani, her aklı olan kendini tanıyamayabilir. Aklı olmayanın ise kendini tanıması muhaldir. İşte, tasavvuf aklı ve imanı olana ene’sini öğretir. Gaye eşyayı değil, eneyi bilmektir. Kendini bilen herşeyi bilir, kendini bilmeyen hakikât namına bir şey bilmiş olmaz!

 

Kuşları havada tutan Allah dileseydi bizi esma mertebesinde tutardı, gözlerimizi şehadet/çokluk aleminde açmazdık. Oysa biz dünyaya şahitler olmaya gönderildik. Önemli olan şu: İki’de bir’i görebiliyor muyuz? Kesrette vahdeti görebiliyor muyuz? Önemli olan kendimi, BEN’i birleyebiliyor muyum? Onun için “seni sende ara” denmiş. Ben madde boyutunda da olsam, karşımdaki eşyayı bin tane elektron olarak da görsem, tek bir tane elektron olarak da görsem, benliğim yerinde durdukça birliği yaşayamam. Söylediklerim eşyaya dair bir açıklamadan öteye gitmez. Velev ki BENi çıkarıp benlik deryasına atayım. Bu iş de öyle kolay değil!

 

Bilimsel olarak eşyanın birliğinin, diyelim ki, ispatlanması BENim bir işime yarar mı? Bu ispatlandı, biz de ispatı tasdik ettik, hem de ispatı anladık, idrak ettik diye “topyekün ehli hakikât olduk artık” anlamına gelmeyeceği gibi, bunu ortaya çıkaran, “varlığın aslının bir olduğunu ispatlayan” bilimadamları da “evliya” olmuş olmazlar... Peki, o zaman bana ne lâzım? Neyi bilmeliyim ki kendimi bileyim? “Huyumu suyumu!”. Huyumu suyumu tanımadan  kendimi bilemem. Bu nedenle tasavvufun metodu beyne bilgi yüklemek değil, kalbi kötü huylardan temizlemektir. Bu yönüyle de güzel ahlâktır, güzel bilgi değildir.

 

Kişi, kendini tanımaya “tepeden” başlayınca, rahatlıkla şeytana aldanıp kendisinin de “tepede” olduğuna vehmedecektir. Kendini tepede zannettiğinden, sözgelimi birisine “alınsa”, alınganlık ettiğini bile fark edemeyecek; alındığını bilse, bu defa da gururundan dolayı karşısındakine alındığını itiraf edemeyecek ve böylece gururdan da, riya batağından da kurtulamayacaktır. Daha riyasını, gururunu bilmeyen kişi nasıl nefsini tanıyacak da nefsine arif olacak? Bütün bunlara sebep nedir? Aşağıdan başlayacağına, kendini tanımaya yukardan başlamış olmasıdır!

 

Kendine bakıp, kendinde kinini, kibrini, riyasını göreceğine, kitapta yazan ilhamlara bakıp kendisinin mülhime nefste olduğu vesvesesine kapılmış bizim Mülhime Hanım Teyze. Çünkü orada yazılanları çok iyi idrak ettiği için kitabın âdeta kendisini anlattığına inanıyor! Bir türlü vehim olduğunu anlamıyor. “Yahu, sende kin var, kibir var, kapat kitabı da bir kendine bak, kendini kendinde gör” deyince bir de bana gadaplanıyor böyle dedim diye! Kin, kibir, gadap bizim kitapta mülhime değil, emmare nefs mertebesi diye geçiyor! Fakat Mülhime Hanım Teyze okuduklarını çok iyi idrak edip, çok bilinçlendiği vehmine kapıldığı için mülhimeden aşağıya inmek istemiyor! İnmeyince de yukarı çıkamıyor!

 

2500 yıl önce ölmez bir kelamda bulunmuş Sokrates: KENDİNİ TANI!

 

Ne varmış BENde?

 

Eğer kendimi arş-ı âlâda, nefsi sâfiyede görüyorsam, ne yok ki bende! Yıldızlar BENi tavaf ediyor! Güneş bile ışığını benden alıyor. Hepsi BENim içimde dürülü, her ne kadar o içi BEN bir türlü göremesem de!!!

 

Eğer kendimi esfelde, nefsi emmarede kabul edersem, bu defa da şunlar varmış BENde:

 

kibir, riya, gadap, haset, cimrilik, mal sevgisi, hubb-ı riyaset (baş olma sevdası),...

 

“Cehennemin yedi kapısı” ya da nefsi emmarenin yedi sıfatı...

 

Ben sanki aşağıda, esfelde değil de “safiyedeymişim” gibi kendimi tepeden tanımaya başladığım için riyamı, kibrimi, kıskançlığımı, gadabımı bir türlü tanıyamıyor, aşağıdan kurtulamadığım için yukarı da çıkamıyorum. Kalbim kötü huylardan temizlenmediği için görmüyor. BEN ise, kötü huylarımı tanımak gibi basit işlerle uğraşmayıp kendimi en derin bilgilerle donatıp, bir de üstüne baş gözümü kapatıyorum!

 

Peki, kapayalım gözümüzü ve kendimizi yine esma mertebesinde var sayalım.

 

Ne gördük?

 

Hiç!

 

Göremeyiz.

 

İnsan gözünü kapatınca görür mü?

 

Şimdi bir de gözünüzü açın ve bakın.

 

Ne gördünüz?

 

Koca bir âlem!

 

El, ayak, bahçe, çiçek, herşey!

 

İşte, o koca âlemde Cemal’i görürsek, görürüz; görmezsek görmeyiz.

 

“BEN bir esma boyutuyum, SEN bir esma boyutusun” demekle niçin bir yol alınamadığı sanıyorum daha açık oldu. Başlıca iki sebep var: Gözümüzü kapatmak ve kendimizi aşağıdan yukarıya doğru tanımaya çalışacağımıza, yukardan aşağıya doğru tanımaya çalışmak ve doğal olarak tanıyamamak. Yukarıda ortaya çıkan vasıflar esfeldeki BENde en azından “henüz” tahakkuk etmediği için kendimde yukarıya dair bir vasıf bulmama imkân yoktur. Aşağıda en fazla bulabileceğim “vehimdir” ki işte bunu bir türlü anlamıyorum. Vehimden kurtulmamın yegâne yolu, riyâ ve gösterişle değil, gerçekten nefsimi aşağının en aşağısında görmektir. Fakat BEN aşağıda olduğumu bir türlü kabul etmiyorum! Ne olacak peki BENim hâlim? E, hâlimde bir değişiklik olmuyor, hâliyle!

 

Kendini tanımak “huyunu”, “suyunu” tanımaktır, vesselâm. Kim kinini, riyâsını, kibrini tanır ve bu huylarından uzaklaşırsa, aşağıdan yukarıya doğru yola çıkar ve nefsini tanımaya başlar. Esfeldeki nefste kin, kibir, gadap vs.den başka bir şey aramamalıdır. Esfelde kendini tanıyan, işte, bu hayvani huylarını, “cehennem huylarını” tanır. Esfelde kendini tanımayan, kendini esfele mahkum eder. Bildiğiniz gibi, herkes mutlaka cehennemden geçecektir. Çünkü zaten cehennemi kendisiyledir. BEN söndürmedikçe, emmare sıfatlarından soyunmadıkça,  cehhenemim sönmez!

 

                                                                        ***

 

İnsan bilmelidir ki “zahir” olan kendi batınıdır. Yani zahirde ne varsa insanın batınıdır. Kainat “insan-ı kebir” ise bu böyledir. O yüzden kendimizi zahirde görmek zorundayızdır. Kendimi kendi içimde değil, kendi dışımda görmek zorundayımdır. Ne var ki BEN henüz beşeriyet âleminde olduğumdan BENim kendimi zahirde görmem ancak üstüm olan İnsan’da kendimi görmemle mümkün olacaktır. Bir üstüm olan insanda görmem demek de Adem’e secde etmem demektir. Üst kabul etmem demektir. Üst kabul etmemek şeytaniyet ve dolayısıyla kör kalmaya mahkumiyettir. Sonuç olarak kendini kendi iç aynasında görmek, kendi kendine kendini görmek diye bir kendini tanıma metodu olanaksızdır. Çünkü kendini görmeye talip olmak demek, gözün gördüklerini değil, gözün kendisini, gözde göreni görmeye talip olmak demektir! Hangi göz aynasız kendini görebilir? O halde kendimi âlemde, zahirde, dışarda, karşımda görmek zorundayım.

 

Bunun böyle olduğunu basit bir “kurtlanma” hadisesini hikâyeleştirerek anlatmaya gayret edeyim, acizane: Geçen hafta, mutfaktaki kırmızı toz biberin böceklenmiş olduğunu görünce, aklıma Lütfi Filiz’in “Civciv yumurtanın batınında vardı. Yoksa nasıl zahir olacaktı?” sözü geldi. Kırmızı toz bibere ve içinden çıkan böceğe bakınca aklıma geldi ve kendi kendime şöyle dedim: “o, onda olmasa, ondan çıkmazdı”. Bir anlamda toz biberin batını, karşısında böcek olarak zahir olmuştu! Batından zahir çıkmıştı!

 

Aynı şekilde böceğin zahir ve batınına, iç ve dışına bakarak hayali bir tekamül zinciri kurgulanabilir. Bendeniz de öyle yaptım ve bakın ortaya nasıl bir fantastik zincir çıktı:

 

Böceği kutunun içine kimse koymamıştı. Kutuda ise sadece toz biber olduğuna göre, toz biber ile toz biberden çıkan böcek arasında bir varlık bağı kurmak bir gözlemci için zorunlu idi. Bu durumda, atomaltı boyutunu araştırmaya gerek duymadan, direkt “aklı meaş” yardımı ile gözümün gördüğüne dedim ki : Bu böcek toz biberde olmasa ondan çıkmazdı. Bu bakımdan adeta toz biber zahir olan böceğin batını ve “atası” durumundadır. İkisi arasında bir varlık ve iç-dış ilişkisi olmalıdır.

 

Bu, bilimsel olmayan, ama vaktiyle insanoğluna bilimsel düşüncenin yolunu açan, deneye dayanmayan ama gözlem yoluyla insanı varlık hakkında düşündüren ve varlıkla bağlarını sorgulatan basit çaplı bir tefekkür idi. Gözlerimi kapatıp esma boyutunu tasavvur etmekle, yani tasavvur edememekle hiç bir şey tefekkür edemem. “Afakta ne varsa enfüste o vardır” esasınca afakı iyi gözlemlemeli ve enfüse varmaya, enfüsü tanımaya yol aramalıdır.

 

Görmedin mi, Allah gökten su indirdi de onu yeryüzündeki kaynaklara ulaştırdı. Sonra onunla renkleri çeşit çeşit ekinler çıkarıyor. Sonra ekinler kuruyor da onları sapsarı kesilmiş görüyorsun. Sonra da Allah onları kurumuş çer çöp haline getirir. Şüphesiz ki bunda akıl sahipleri için bir öğüt vardır.”  (Zümer-21)

 

Bu iç-dış ilişkisi üzerinde iyice düşünülürse şu görülür: En içteki en dıştadır. En içteki nur, en dıştaki “insan-ı kebir” denen “kainat” olarak ifade edilmiş bilenlerce. “Kainat insandır”. Alemler insanda  dürülüdür. Mesele kendi içini dışta görmektir. Toz biberi düşünelim. Toz biber, batınını tanımak istese, kendi kafasında, kendindeki esma mertebesini mi tasavvur etmeli, yoksa kafasını kaldırıp karşısında duran böceğe “sen benim batınımsın” mı demeli?! Toz biber böyle dediği anda artık böceği kendisi, “kendi özü” gibi mi görür yoksa  “el alem” olarak mı görür?!

 

Bu fantastik zinciri devam ettirip beşere gelirsek: Beşer kendine tarafsızca baksa iki şey görür: Hayvan huyları ve şeytaniyet. Beşeriyetteki kin, nefret, hırs, savaş ve kavga hayvaniyetin dışa vurumu değil midir? Fakat bunu görmek ve kabul etmek basiret işi. Çünkü onun hayvandan farklı olarak bir de şeytanı var! Diğer bir zorluk, beşer ile “insan”ın surette bir olmasıdır. Toz biberin böceği müşahade etmesi kolaydır. Ama maalesef ki toz biberde üstünü müşahade edecek akıl yoktur! Beşerde akıl vardır ama onun da üstünü zahiren müşahade etmesine imkân yoktur. Çünkü insan ile surette birdir. O halde aklın yanında iman nuru elzemdir.

 

Şimdi, fantazimize kutudaki böcekte bir miktar akıl olduğunu var sayarak ve onu üst akılla konuşturarak devam edelim:

 

-Ey böcek! Sen daha önce bu toz biberdeydin....

-Hadi canım! Bir bana bak, bir ona.. Olsa olsa, o bendedir, benim onda olmama imkân var mı? Şaka mı ediyorsun?

-Hayır! Şaka yapmıyorum. Gözlerimle gördüm, şahidim ki sen ilk defa toz biberden çıktın.

-Ben ailemin yumurtalarından başka bir şey görmedim. Ana-babamın yumurtasından çıktım. Sen yanılıyorsun ya da yalancılardansın!

-Ya onların yumurtası nereden çıktı? Sen küçücük bir kutudasın. Dünyayı tanımıyorsun bile.

-Dünya mı? O da ne?

-Bu senin içinde yaşadığın kutu ancak bir evin mutfağında, ev ise şehrin bir sokağında, şehir ise daha nice...

-Sus, sus! Tamam anlaşıldı. Sen bir mecnun olmalısın. Bana atam olan yumurtayı inkâr ettirmeye çalışmandan belliydi senin ne olduğun. Artık seni dinlemek istemiyorum!

 

Allah bize “sizi topraktan yarattım” deyince çoğumuz pek şaşırıyoruz. Ya da Resulullah (s.a.v) “Birinci kat sema ikinci kat sema içinde çöle atılmış bir yüzük halkası gibidir” deyince veya bize cennet ve cehennem anlatılınca “nasıl yani?” diye sormaktan kendimizi alamıyoruz.

 

Çünkü: “Peygamberlerle beraberlik iddia ettiler (biz de onlar gibiyiz dediler); Velîleri de kendileri gibi sandılar. Dediler ki: “İşte biz de insanız, onlar da insan. Biz de uyumaya ve yemeğe bağlıyız, onlar da.” Onlar körlüklerinden aralarında uçsuz bucaksız bir fark olduğunu bilmediler.” Mevlâna (k.s)

 

Çünkü onların aklını “üst akıl” olarak görmek istemiyoruz.

 

Çünkü kendi aklımız “akl-ı meaşımız” bize yeter, ne de olsa!

 

Bir toz biber kendi batınını böceği bulmadan nasıl müşahade edebilir? Velev ki “ben içimde bir emanet taşıyorum. Fakat vehmî benliğim içimdeki muhteşem ‘hayvan’ı görmeye engel oluyor” şeklinde bir bilgiyi idrak etse, bütün kalbiyle bu bilgiye iman etse bile, kendini esma boyutunda salt düşünerek içindeki hayvanı nasıl görebilir, eğer ki dışındaki hayvana gözlerini kapatıyorsa? Diğer yandan böcek batını olduğu toz biberi görmezden gelerek veya onu küçümseyerek “ben ondan üstünüm” deyip birliğe varabilir mi? Birbirini iç ve dış kabul etmeden, böylece birbirine ayna olmadan “birlik” nasıl yaşanacak?

 

“Şeriatin Âmentüsü altı tane olduğu gibi tarikatın da Âmentüsü altı tanedir. İki tane üçten ibarettir. Birinci üç: Ne idim, ne oldum, ne olacağım? İkinci üç: Nerede idim, neredeyim, nereye gideceğim?

Bu altı sorunun cevabını veren derviş, kemâl sahibi olur. Kitaplar yazmak veya kitaplardan okumakla kemâl sahibi olamayız. Bunun icraatı vardır. Başkasının söylediği sözle sen nasıl amel edersin? O zaman tıp fakültesini kaldır. Nasıl olsa tıp kitaplarında yazılmış, dersek herkes gidip kitapları alarak okusun ve hastalara reçete yazsın. Böyle bir şey olmadığı ve olamıyacağı gibi tasavvufta da ameliye vardır. Kitabî bilgilerle olmaz; kendi gönlünden tulû etmesi lâzım. Eğer gönül, hasetten, kibirden, gururdan, intikamdan, ihtirastan, nefretten vs. arınır ve safî hale gelirse tulû eder.” Aziz Mehmet Dumlu

 

Toz biber gibi böcek de kendi batınını görmek istese kendini yine “dışarda”, yani zahir olan başka bir varlıkta, “beşer”de görecekti. Ve beşer kendi siretine bakma cesaretini ve ferasetini gösterse, siretinde ancak hayvan huyları ve şeytaniyet görecektir.

 

"Onlar, aşağılık hatta hayvandan da aşağılıktır. Onlar gaflettedirler."
(Arâf Suresi, ayet 179)

 

“Onlar fizikî yapı itibariyle insandır ama sîretiyle hayvan huylu insandır. Fizyonomisi çok güzeldir. Üstü başı düzgündür ama içi huy itibariyle hayvanat bahçesidir. O insan, çirkin huylardan kurtulmadıkça da gerçek âdem olamaz. O çirkin huyların teskiyesi ve ruhun da cilâlanması lâzım.

 

Bu konuda Üsküdar'da kabr-i şerifi bulunan ve büyük bir ziyaretgâh olan Selamî Baba'nın hayatından örnek vererek sureti insan, fakat sıreti hayvan olanların durumuna açıklık getirelim:

 

Selamî Baba, sokakta yürürken sağına soluna bakmaz daima önüne bakarmış. Bir gün müritleriyle Cuma namazına giderken halk, kenarlarda ayağa kalkıp ona selâmda, saygıda bulunmak isterler. O mübarek de önüne baktığı için kenardaki kendini selâmlamak isteyen insanları görmezmiş. Bir gün yine Selamî Baba, müritleriyle birlikte cuma namazına giderken yanındaki dervişlerden Derviş Mehmet, Selamî Baba'ya:

 

-Azizim, insanlar size saygıda bulunmak için ayağa kalkıyorlar fakat siz başınızı sağa sola çevirmeden yürüyorsunuz, demiş. Bunun üzerine Selamî Baba:

 

-Evlât! Bir daha selâm vermek isteyenler olursa bana haber ver, demiş.

 

Üç beş metre sonra yine halk ayağa kalkmış. Derviş Mehmet:

 

-Sultanım, bakın size selâma durdular dediğinde Selamî Baba, bir himmet ve teveccühle Derviş Mehmet'in gözlerindeki perdeyi kaldırır.

 

Derviş Mehmet, selâma duranları çeşitli mahlûkat olarak görür. At, katır, merkep, kedi, köpek vs. hayvanlar olarak görür. Bu görüntünün üzerine Derviş Mehmet:

 

-Ey ahali! Sokaklara çeşitli hayvanlar dolmuş, diye feryat eder ve bağırır. Sokaktan kaçar ve camiye girer. Camide ezanı okuyan müezzinin ve hutbe okuyan imam efendinin sîretlerinden suretlerine yansıyan hayvanî huyları görüp :

 

-Manda ezan okuyor; deve hutbe okuyor, demeye başlar. Cemaat, Derviş Mehmet'i bir güzel döver. Derviş Mehmet, camiden çıktığı gibi doğru dergâha saklanır. Her tarafı yara beredir.

 

Bunun üzerine Selamî Baba:

 

-Oğlum Derviş Mehmet, ne oldu sana geçmiş olsun, dediğinde yediği dayağı anlatır.

 

Selamî Baba:

 

-Oğlum, bundan sonra benim selâmıma karışma olur mu? der.

 

O günden sonra zat-ı şerifin ismi "Selâmsız Şeyh" olarak anılır. Yine İstanbul'da bu zatın ismine hürmeten Üsküdar'daki bu semtin adı "Selâmsız" olarak kalır.

Bu hikâyeden de anlaşılacağı gibi bu dünyaya gelen insanoğlu, manevî bir eğitim görerek içinde sakladığı hayvanî huylardan kurtulup suretiyle ve sîretiyle insan olmanın yani insan-ı kâmil olmanın yolunu aramalıdır. Daha önceki sohbetlerimizde geçtiği gibi Niyazî Mısrî Hazretleri'nin nutk-ı şerifinde buyrulan o güzel sözü tekrar zik­retmek istiyorum:

 

Kim ki bu sırdan haberdâr oldu ârifdir özü
Kurtulup hayvan adından kendin insan eyledi
”  Aziz Mehmet Dumlu

 

(http://www.halveti.net/yeni/Tasavvuf.asp?cid=3&sid=59)

 

Tekamüle bakarak, mertebeleri bu şekilde birbirinin içi ve dışı gibi düşündüğümüzde hem her mertebe birbirine göre iç ve dıştır; dolayısıyla hem içtir hem dıştır; hem de nispeten en içteki her yerde ama en çok, tam anlamıyla, en kapsayıcı olarak iç ve dışın kemal ve kesişme noktası olarak en dıştadır: “Kainat” ya da “İnsanı-ı kamil”. En içteki “nur” ise, en dıştaki, yani insanı-ı kâmil o nurun görüntüsüdür. Ve kainat insan-ı kâmil ise: Nur imiş her ne var ise âlemde!

Âlem-i ulvi ki Arşdır anı menzil eyledi
Bulmadı anda murâdın eyleye zevk u safâ

Geçdi Arşdan çıkdı kürsiye bu kez menzil diyu
Anda dahi bulmadı kendin aradı câ-be-câ

Geldi heft eflâke çıkdı anı dahi seyr edip
Anda hiç bulmadı kendin nice olsun dilküşâ

Unsuriyyâta bu kez geldi yüzünü tutdu ol
Anda dahi yüzünü göstermedi ol dilrübâ

Kodu anı dahi gecdi madene menzil diyu
Bulmadı anda özün kim gerçi etdi çok recâ

Kodu anı dahi kim menzilgeh edindi nebat
Bulmadı kendisini hem ola ol câna gıdâ

Bulmadı anlarda özün geldi hayvan mülküne
Bunda bulmasaydı özün cânın eylerdi fedâ

Âkıbet bunca menâzil geçdi kendin bulmadı
Geldi insâna göründü ol cemâl-i cân-fezâ

Neş'e-i âdemdir ancak nefhaya kabil vücud
Rûh-u Hakdır nefh-i âdem demedi mi rûnüma?

Âdemîde hâsıl oldu çün kemâl-i tesviye
Arşına pes Hak-taâla andan etdi istiva

Aşikâr oldu sana hep âlem-i ulvi ne var
Çünkü âdemden yüzün gösterdi Zât-ı Kibriyâ

                                                                      Hz. Gaybî Sunullah Efendi (k.s)

 

 

Not: Burada sıradan bir gözlemle varlıktaki tekamül üzerinden fantastik bir “kişileştirme” ile  zahiri ve batıni birlik yorumlanarak, İnsan-ı kâmil karşısında beşerin konumu anlamaya ve anlatılmaya çalışılmıştır. Konu, başka taraflara çekilip de “hayvan bitkiden mi çıktı, insan maymundan mı geldi?” haline dönüştürülmemelidir. Şimdi aramızda olmayan bir Veliyullah’ın bir sohbetinde “İnsan maymundan mı geldi, diye soruyorlar. Maymun insandan geldi!” dediğini işitmiş ve kendilerinin “latife” ettiğini düşünmüştüm. Fakat en içtekinin en dıştaki olduğunu anladıysak, Hazretin şaka yapmadığını, bütün varlığın insan-ı kebirin parçası ve dolayısıyla büyük insandan olduğunu kast etmiş olabileceğini düşünebiliriz. Parça ve mertebe görmez isek, bu durumda “olan” sadece İnsan’dır!

 

Şunu da belirtmeli ki; sıradan bir kurtlanma olayı gözlemlendiğinde düz mantık bile insanı varlık mertebeleri arasında bir iç-dış ilişkisi kurmaya yöneltiyorsa, bir bilimadamı olarak Charles Darwin’in bilimsel gözlem ve çalışmalarına saygı duymak gerektiğine inanıyorum. Tabii, Darwin’den çok Darwinci olmak ayrı bir konudur. Katı rasyonalizm kendi aklı meaşından başka akıl kabul etmediği için, tıpkı kutudaki böcek kişileştirmesinde olduğu gibi, “şeytaniyeti” göremeyecek, iblise ya da nefse kör kalacaktır. Çünkü toz biber kendini böcekte görse bile, iblis böcek ya da toz biber gibi zahirde görülemediğinden, iblisin bilinmesi ancak “üst aklın” bildirmesi ile mümkün olacak ve ancak iman nuru sahiplerince varlığı kabul edilip, sakınılabilecektir. Dolayısıyla, Allah’ın bir dahli olmadan evrimleşme ve insanın var olması fikrine tamamen uzak olmakla beraber, varlıktaki tekamül ve devranın müslümanlar tarafından iyi değerlendirilmediği kanaatindeyim, acizane. Allah, varlığı nasıl çer çöp haline getirdiğini, ölüden nasıl diri çıkardığını, doğadaki haşr ve neşri hakkıyla gözlemlemek nasip eylesin. Amin.

 

Beşerin siretinde hayvan huyları olmakla birlikte ona hayvanda olmayan akıl ve iman nuru  bahşedilmiş. Beşer de, tıpkı kırmızı toz biber gibi, batınını görmek istediğinde, ancak bir üstünü zahiren müşahade edecek veya dünyada görmediği için ahirette de göremeyecektir. Bu görüşe engel olan, şeriatta şeytan denen, üst kabul etmeyen kendi nefsi emmaresidir. Nitekim şeytan Allah’a ve din gününe inanır, hatta Allah’tan korkar, fakat topraktan yaratılan Adem’e secde etmez! Sonuç olarak dünyada da ahirette de “Adem”i göremez!

 

 

 
 
İstanbul - 25.03.2009
meryemirmak@gmail.com
www.semazen.net
http://sufizmveinsan.com