Dostumuzdan Hatıralar
Nur Cihan
 
 

Hz.İnsan Ali Öztaylan efendiyi ziyarete gittiğimde bana şiir söylemesini rica etmiştim.. Şimdi buraya taç olacak şu şiirleri okudu, bendeniz de yazdım..

KUDÜMÜNLE MÜŞERREF KIL BUYUR BİZE HABERSİZCE
NE DEVLETTİR Kİ KİŞİNİN SEVDİĞİ GELİR HABERSİZCE
* * *
DOKUNMA GÖNLÜME ÇOK İNCEDİR KIRILIR
ORASI MABETTİR ORADA IŞK(GÖZYAŞI)KIRILIR
* * *
GELENLER HER ASİTANE EVLİYAYE
GALİP ONLAR DAVETTEDİR ZEVKİ SEFAYA
* * *

MEDYADA HATIRASINA ÇIKAN HABERLERDEN ALINTILAR

Yıllar önce bir grup gazeteci arkadaşlarla İstanbul'dan Bandırma'ya gittik. İlk uğrak yerimiz Bandırma iskelesi karşısındaki muhallebici dükkanı oldu. Çevresinde bilinen ismiyle 'Tatlıcı Ali Efendi'nin yıllarca bilfiil işlettiği 'Öz Bandırma Sütevi'nin nefis muhallebileri kadar tefrişi de bizi etkiledi. Estetik kaygı gözetilerek dekore edilmiş dükkanda Ahmet Yakupoğlu'nun yağlıboya tabloları, ünlü hattatlarımıza ait hüsn-ü hatlar duvarları süslüyor, muhallebi yemeğe gelenlerin önce gözlerine ziyafet çekiyordu.

CÜMLE ALEMLE BARIŞIKTI

Dükkandan telefon ederek ilerleyen yaşında uzleti ihtiyar eden Ali Amca'nın evine gittik. Kapıda karşılandık. Duvarları kitap ve hüsn-ü hat eserleri ile dolu bir misafir odasına alındık. Tanışma ve hoşamediden sonra her cümlesi 'Efendim'le başlayan, 'Öyle değil mi efendim'le biten sohbetini dinlemeye başladık. Adeta başka bir zaman boyutunda idik. Ali Amca'nın üslubu, ifadesi ve tabii Türkçesi çok başka idi. Osmanlı'nın son ve Cumhuriyet'in ilk ulemasıyla ahbablık etmiş, Osmanlı kültür ve irfanını yaşayarak öğrenmiş, İstanbul'daki bütün kültür ocaklarını tanımış, o muhitlerde senelerini geçirmişti. Kendi iç âlemindeki kavgaları sona erdirdiğinden cümle âlemle barışıktı.

Neyi Neyzen Tevfik'ten dinleyen, hattı Necmeddin Okyay'dan öğrenen, Fuat Köprülü, Şemseddin Günaltay, İbn-ül Emin Mahmut Kemal, Necip Fazıl, Rıza Tevfik, Hasan Basri Çantay'ın yakın dostu olmuş, Süheyl Ünver'in ise hanegiri olarak en yakınında bulunmuş, Şeyh Hacı Ali Rıza El Bezzaz'dan, Ahıskalı Ali Haydar Efendi'den Hacı Sami Efendi'den feyz almış, eski kültürümüzü onlardan tevarüs etmiş, şimdi ise onu şahsında temessül ettiren edeb ve tevazu deryası bir kamil insan ile karşı karşıyaydık.

GÜZELLİK NEREDEYSE ARAR BULURDU

Muhammed Hamidullah'ın elini öpmek için bir günlüğüne Paris'e giden, lale bahçelerini görmek için Hollanda'ya gidip gelmekten çekinmeyen bir güzellik arayıcısı Ali Öztaylan, cumhurbaşkanı ve birçok siyaset adamı tarafından aranıp görüşülen bir güzel insan. Kısacık sohbetimizde bahsetmediği kimbilir daha nice Hak dostunun muhabbeti, hakikat sırları gizliydi gönlünde.

Ailesi Balkan Savaşı'ndan bu yana on şehid vermiş, aslen Üsküplü olan Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi'nin. Ailenin en son şehidi Güneydoğu'da bir operasyon sırasında alnından vurulup şehid olan yeğeni. Yeğeninin, kendi eli ile giydirdiği hırka sırtındayken şehid olduğunu gözyaşlarıyla söylüyor. “Dayıcığım inşaallah bu hırka sırtımdayken şehid olurum ve beni böyle defnedersiniz” diyerek dua ettiğini belirterek “Allah dualarını kabul etti” diyordu.

ÜSKÜP KOKULU ADAM

Osmanlı Coğrafyasında en çok gezen ve bilen Ayasofya Müzesi Başkanı Haluk Dursun, Ali Öztaylan ile tanıştıktan sonra devlet-i aliyenin yaşayan izlerini müşahede ettiğini söylüyor ve onu “Bandırma'dan yayılan Üsküp Kokusu” olarak vasıflandırıyordu. Ali Öztaylan Beyefendi Müslümanlığı kaal değil hal dini olduğunun isbatı olarak yaşadı. Farkındamıyız bilmiyorum; Cumhuriyetin 85. yılında artık Osmanlı'yı gören “sırlı” kimseler aramızdan bir bir izzet-i ikbal ile çekiliyor… *ALİ SATAN(YENİ ŞAFAK)
* * *

Ali Öztaylan gibiler zaten her nesilde kibrit-i ahmer hükmünde nadirattan idiler. Ama bizim nesilde giderek daha da azalıyorlar. Bu zevata Mevlânâ, ‘zamanın Cüneyd’i’ derdi. Cüneyd bütün güzelliklerin camisi ve hakkın serdengeçtisidir. Hak erlerinin diğer ismi Cüneyd idi. Mevlânâ’ya kadar hikmetten nasibi olanlara zamanın Cüneyd’i denilirdi. Mevlânâ’dan sonra da zamanın Mevlânâ’sı tabiri yerleşmiştir. Cüneyd alperendir. Sırların ve sınırların bekçisi. Arapça Mehmetçik’in karşılığıdır. Cüneyd rical-i gaybın ve erenlerin önde gelen isimlerinden birisidir. Cüneyd ‘seyyidu’t taife’ yani erenlerin piridir. Ali Öztaylan’ın da bu makama bakan bir yüzü olmalı. Zaman’daki ölüm haberinden öğrendiğimize göre Ali Öztaylan, Cüneyd ahvalini takınmış bir insandı. Ali Efendi, yıllar önce Ali Haydar Efendi hakkında ulaşabildiği malûmatı toplayıp bir deftere kaydetmek isteyen ve bunun için kendisine de müracaat eden bir gence şu cevabı vermişti: “Ricalin hangi halini kaydedeceksiniz? Onlar bir anda sayısız âlemleri seyrederler. Yazılıp çizilenler kuru kuruya zahiri malûmattan ileriye gidemez. Yine de bu hususları ciddî mânâda araştırıp kayda geçirmek lâzımdır…” Bu Cüneyd’in de cevabıdır. Ali Öztaylan’ın cevabı Cüneyd’i kendisine tevhidden soran birisine verdiği aynı cevaptır. Birisi Cüneyd’e tevhidin sırrını sorar. O cevabını verir ve çok hoşuna gider ve söylediği sözü kaydetmek ister. Sözünü tekrar etmesini istirham edince bu defa Cüneyd başka bir makamda başka bir cevap verir. Bunun üzerine soran kişi (sail) öncekini yazamadığını söyler. Bunun üzerine Cüneyd tevhidle alâkalı bir üçüncü makamdan bahseder. Bunun üzerine soran der ki; ‘Ne yapayım kaydedemiyorum siz birinci makamda kalın…” Bunun üzerine Cüneyd dile gelir ‘Söz benden sadır olsa ve ezberimden olsa hay hay. Ama öyle değil…” Cüneyd muhatabına sözlerinin sunûhat tarzı olduğunu anlatmak ister.
* * *

San'atçı da böyledir. İlhamla yazar ve yapar. Zahirde bir hattat hep aynı tarzda yazar. Fakat derin tetkik ettiğinizde hepsinin ayrı ayrı olduğunu görürsünüz. Tornadan çıkmış gibi değildir. Makamdan içeri makam vardır. İbn-i Arabi bu sırra ‘halk cedid’ der... ‘Tecdidu’l halk fi külli anat”: Her anda; salise, rabia ve hamiselerde yani saniyenin bölümlerinde dahi yeni yaratmalar vardır. Mevlânâ ve ondan sonra Şeyh Galip’in ‘Cancağızım şimdi yeni şeyler söylemek zamanıdır…” demesi de işte bu sırrı ifade eder Kur’ân-ı Kerim de hep bize yeni şeyler söyler. Çünkü o lisan-ı gaybdır. Kur’ân-ı Kerim’in bu özelliğini en güzel Üzeyir Garih ifade etmiştir. Şöyle der: “Herkes kendine göre tefsir ediyor âyetleri. Arapça çok zengin bir lisandır. Piyanoda, ‘do’ ile ‘re’ arasında bir diyez ve bir bemol vardır. Halbuki, kemanda ‘do ile ‘re’ arasında, yorumlama durumuna göre, sonsuz aralıklar bulunur…”

Kur’ân kemana değil keman Kur’ân’a benzetilebilir. Yine keman kaşlı değil ama keman sözlü şahsiyetlerden birisi de Cüneyd idi. O bütün makamlardan seslenirdi. Dolayısıyla sözleri tekrar değildi ve dinleyene asla bıkkınlık vermezdi.
Bugün Cüneyd’i anlattık yarın Cüneydleri anlatalım.

MUSTAFA ÖZCAN(YENİ ASYA)
* * *

“Bir genci kurtarmak vatan kurtarmaktan mühimdir” diyerek, nesil yetiştirmenin önemini vurguluyor. “Her ilmin başı edeptir, hiçbir hafiflik göstermeyin” diyerek nasihat ediyor. Geleceğe ait beklentilerini kaybetmiş yaşlı insanların dualarının geriye çevrilmeyeceğine dikkat çekerek, bu yüzden “yaşlılara kayıtsız şartsız hürmet” etmemizi tembihliyor. Osmanlı irfanı ve kültürü için Osmanlıca öğrenmenin şart olduğunu, diğer yabancı dilleri öğrenmenin yanında mutlaka Osmanlıca bilmenin her Türk münevverinin görevi olduğunu söylüyor...

M.ALİ EREN-TUNCAY OPÇİN(AKSİYON)
* * *

“96 yıllık ömründe babam ne vakit namazlarını kazaya bırakmış ne de oruçsuz günü olmuştur. Bizler ona layık birer evlat olamadık. Evlatlığımız biyolojik evlatlıktan öteye geçmedi. Bizlere dua edin biz evlatları da onun gibi olalım.Biz babamızın ayağının bastığı toprağın tozu olamayız..

CEMAL ÖZTAYLAN
* * *

Dünya yeni bir güne başlamakta, “Dükkân kapısı, Hak kapısı” diyerek kepenklerini kaldıran Bandırma esnafı işyerlerinin önünü temizlemektedir. Kim bilir hangi derdine takılıp içkiden medet uman bir ‘akşamdan kalma’, yalpalaya yalpalaya yürürken bir muhallebici dükkânının önünde durur, önüne çıkan çöp tenekesine sövüp sayarak tekmeyi indirir.

Dükkân sahibi aynıyla mukabele etmek yerine gayet nazik hareketlerle zavallı sarhoşun elinden tutar, ‘Buyrunuz efendim’ diyerek içeriye alır, iskemleye oturtur. Padişah huzurunda hizmet eden bir enderunluyu andıran hürmetkâr tavırlarla masaya ikramlarını yerleştirir. Bir müddet sonra kapıya kadar uğurladığı misafiri belki ömründe hiç muhatap olmadığı bu iltifattan dolayı şaşkınlık ve mahcubiyet içindedir.

Bandırmalı Tatlıcı Ali Efendi yıllar önce yaşadığı bu hadiseyi naklederken, “Öyle değil mi efendim?” der, “Kim bilir ne derdi vardı zavallının. Aynı şekilde karşılık verseydim belki de bir cinayet işlenecekti. Öyle mahcup oldu ki bir daha ağzına içki koymamıştır.”

..... Ali Efendi, ne tanınmış bir siyasetçiydi, ne ünlü bir sanatçıydı, ne şairdi, ne yazardı, ne de müzisyendi... Bandırma’yı mekân tutmuş Üsküplü bir muhallebiciydi. Ancak “Allah bir kulunu sevdiği zaman, Cibril’i çağırıp ‘Ben falan kulumu seviyorum, sen de onu sev’ der. Cibril de onu sever ve sonra gökyüzünde şöyle seslenir: ‘Allah, falan kimseyi seviyor, siz de onu sevin!’ bundan sonra göklerdeki bütün melekler onu sever. Sonra o kul yeryüzünde de herkes tarafından sevilip kabul görür.” müjdesinden nasiplenmiş bahtiyarlardan olmalı ki kendini her görenin gönlüne muhabbeti yerleşmişti

...... Konuşması, oturması, kalkması bambaşkaydı. Serâpâ edep numunesi, ‘Edep nedir?’ sualinin yaşayan cevabıydı. Her cümlesi ‘Efendim’le başlar, ‘Öyle değil mi efendim’le nihayete ererdi. Güzelliğin, zarafetin, mahviyetkârlığın, tevazuun timsaliydi. Hazreti Mevlânâ’nın meşhur kıssasını naklederken kullandığı “Şükür, tevazuda da papazları geçtik.” cümlesi en çok onun ağzına yakışıyordu. Her halinden gönül âleminin de bu mahviyet perdesi altında sırlı olduğu anlaşılıyordu. Kendi ifadesiyle ‘öğle namazının son sünnetini dört rekat kılmak müstehaptı, ama zinhar camide değil’. “Eskiden muallim derlerdi. Şimdi ise öğretmen diyorlar. Onlar da nun harfini mim yapıp ‘Öğretmem’ diyorlar ve hiçbir şey öğretmiyorlar efendim.” derdi. Her şeyin gönülle başlayıp gönülle bittiğini anlatır, ilave ederdi: “Aradığın şey yaban yerde biten yemiş değildir.”

AHMED DOĞRU(ZAMAN)
* * *

"Eski Türkçe'de" diyor, "göz'ün noktasını koymazsanız 'kör' olur, 'âile'ye nokta koymaya kalkarsanız 'gâile' olur."
"Nokta deyip de geçmeyin" demek istiyor, karşısında oturduğumuz 'pür insan'. Adeta, "Melek de, şeytan da ayrıntıda gizlidir" demeye getiriyor. Dikkatimizi kalemin en küçük ameli olan 'nokta'ya çekmekle, hayatın yapıtaşlarına atıfta bulunuyor. Yani, nefesi dikkate almayan hayatı, çakıl taşını dikkate almayan binayı, hücreyi dikkate almayan insanı, habbeyi dikkate almayan kubbeyi, damlayı dikkate almayan denizi gereği gibi anlayamaz, demek istiyor.
Eyvallah! 'Göz'deki 'zel'in noktasını 'aile'nin 'ayn'ına koyarsanız, her ikisini de anlamından etmiş olursunuz. Hatta anlamlarının zıddına döndürmüş olursunuz. Gözünüz "kör" olur, huzur ve mutluluk kaynağı aileniz başınıza musallat olmuş bir "gaileye" dönüşür. Evet, "hikmet" bir şeyi yerine koymaktır, bir şeyi yerinden etmeye ise "zulüm" adı verilir.

İşte bana bunları hatırlatan girişteki cümlenin sahibi kelimenin tüm olumlu çağrışımlarıyla bir "bey" ve bir "efendi" olan, baba dostu Ali Öztaylan. Çağların imbiğinden süzülüp gelen İslam irfanının 'edep' suretinde dondurduğu bir sima. Haliyle, yüzüyle, gözüyle, duyan bir yüreği olana özüyle konuşuyor. Bütün bunların üzerine ipek bir şal gibi örtüyor sözü; sözüyle konuşuyor.

Nureddin Şirin'i ziyaret için gittiğim Bandırma'da, "Allah için ziyaret" gibi unutulmaya yüz tutmuş bir ibadetin hemen ödenmiş 'ücreti' olarak algıladım bu buluşmayı. Nureddin'i göremedim, "postu ziyaret dostu ziyarettir" deyip bir parça buruk dönerken, böyle bir teselli armağanıyla ödüllendirildiğimi düşündüm.

"86 yaşındayım" diyor Ali Beyefendi Amcamız. Bana "münkirin kocası hiç olur, mü'minin kocası koç olur" sözünü hatırlatıyor: Duru bir hafıza, uyanık bir şuur, keskin bir zeka.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e miras kalan, fakat Cumhuriyet neslinin babadan kalma serveti har vurup harman savuran mirasyedi evlat gibi israf ettiği "bakıyye" etrafında dönüp dolaşıyor sohbetimiz. Ben, daha dün sayılabilecek kadar bize yakın olan bir adım gerimiz konusunda ne kadar bilgi yoksulu olduğumuzu biliyorum. Bu konudaki açığımı hatırat kitapları okuyarak gidermeye çalışmışımdır hep. Ama işte karşımda, canlı bir tarih oturuyor. Bu ne nimet!
Muhatabım titrek ve usûl sesiyle "Hepsi de zarif insanlardı" dediği eski dostlarını anlatıyor. Bunlardan biri ünlü Mesnevi Şarihi ve İstiklal Mahkemesi'nde İskilipli Atıf Hoca'yla birlikte yargılanan ve son anda ipten dönen Tahiru'l-Mevlevi (Ongun). Onun kendisi için yazdığı uzun şiiri hiç teklemeden okuyor. Hafızasına ben de orada bulunan herkes gibi şaşırıyorum. Mevlevi'nin bu şiiri bir kitabına aldığını söylüyor.

Söz, ünlü İslam yazısı âşığı Süheyl Hoca'ya, yani Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver'e geliyor. Birbirlerine gelip-gidecek kadar ahbap olduklarını anlatıyor. Onun için de "zarif insandı" diyor. Dostunun uğradığı bir haksızlığı nasıl izale ettiğini de aktarıyor bu arada:

Meal sahibi ünlü alim H. Basri Çantay, Prof. Ünver'in mason olduğu kanaatindedir ve bunu yazmaktan da geri durmaz. Çantay Hoca'yla bir beraberliklerinde Üstad konuyu açıyor ve bizzat Süheyl Ünver'den dinlediği hatırasını naklediyor: "Bir gün Süheyl Hoca masonlardan söz açtı ve dedi ki: "Bu uğursuzların hepsi beni tanır ben de onları tanırım." Masonluğun içyüzünü ve karanlık yapısını anlattıktan sonra "ABD'de de üzerime çok düştüler, fakat Allah'a hamdolsun ki hiçbirine de hain niyetini bana açma cesareti vermedim." Çantay Hoca hemen oracıkta nedamet edip özür dileyecektir.

Neyzen Tevfik'le ilk karşılaşması hayli ilginç: Üstad Neyzen'in ziyaretine gider. Neyzen yine kör-kütüktür. Hatta Mehmet Akif'in Safahat'a düştüğü "Bu, Neyzen'in 2400. Kez tevbesini bozması üzerine" notunu hatırlatır. (Allah taksiratını affetsin, Neyzen'in her tür 'akıl örtücüyü' kullandığını da öğrenmiş oluyoruz.) Melami meşrep Neyzen, müziksever zannederek "Niçin beni ziyarete geldiniz; ben ne konservatuar hocasıyım, ne de mezunuyum!" der. Üstad "Efendim, ben Mehmet Akif'i severim, onun sevdiklerini de severim. Onun sizi sevdiğini bildiğim için geldim" der. Neyzen, çıldırmış gibi hıçkıra hıçkıra ağlamakta, kafasını duvarlara vurarak "Gidin, Allah aşkına gidin! Ben ayyaşın, ben sarhoşun biriyim! Beni adamdan saymayın!" diye bağırmaktadır. Ne kadar kötü sıfat varsa hepsini üzerine almaktadır. Üstad, "O ağladı, ben ağladım; 'Aman efendim kendinizi heder etmeyin, biz sizi üzmeye gelmedik!" dedimse de nafile."

Neyzen'le son görüşmelerini şöyle anlatıyor: "Neyzen'le son görüştüğümüzde, sizi bir zaman çok üzmüştüm, bugün falan yere gelin de size bir veda neyi üfleyeyim, ödeşelim" dedi. Gittim. Kimler yok ki: İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Süheyl Ünver, Ebulula Mardin, Eşref Edip, Mahir İz ve daha birçok zarif insan. Beni karşısında bir yere oturttu. Ney üflerken neyle beraber o da ağlıyordu, dinleyenler de ağlamaya başladı. Meğer gerçekten 'veda neyi' imiş. On gün sonra vefat etti."

Şeyh Şamil'in torunuyla olan hatıralarına da değindi Üstad. Sultan Abdulhamid'in kızı Ayşe Sultan'la ilgili hatırası bende farklı bir iz bıraktı. Şahbaba'da gördüğümüz Avrupalı madamlara benzeyen hanım sultanların portresinden hayli farklı bir portreydi onun çizdiği Ayşe Sultan portresi. Ya "Kabe Arabın olsun / Çankaya bize yeter" diyen Behçet Kemal'in, bu hezeyanını hatırlatan Üstad'a, "redd-i miras" edercesine, bir ayıp kapatma telaşıyla "Rica ederim, rica ederim efendim; onları kapatalım, onları bırakalım!" deyişini.

Siz de benim gibi düşünmüyor musunuz: Aramızda canlı tarihler dolaşıyor da, farkında değiliz? Yakınlarının yerinde olsaydım, Ali Öztaylan Beyefendi Amcayı, hatıralarını yazmaya ikna ederdim. Çünkü, noktayı yerine koymak için buna şiddetle ihtiyaç var.

MUSTAFA İSLAMOĞLU-YENİ ŞAFAK(5 Mayıs 2000)
* * *

Ali Efendi hazretleri bir efsane idi. Ricalullahtandı, ehlullahtandı... Kesinlikle iddia ederim, iyi Müslüman, iyi insandı. Aynı zamanda iyi vatandaştı. Kimsenin kalbini kırmamıştır, kendisine kötülük edenlere iyilik etmiştir.O gizli bir hazine idi. İyi taraflarını göstermez, bildirmezdi.

Din-i Mübin-i İslâm'a sımsıkı bağlıydı. Şeriat-ı Garra-yı Ahmediyye'ye mütemessik idi. Resul-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya efendimizin sünnetini hayata uygulardı. Halim ve selim bir tabiata sahipti.

O bir muhabbet fedaisi idi. Temiz kalbinde husumete yer yoktu.
Rakik bir kalbi vardı, edib ve nezih bir kimseydi. İflâh olmaz muannid ve harbî kâfirler dışında hiçbir insanı hor görmezdi. Daima güler yüzlü idi. Kâmil olduğu için en mütevâzı o idi.

Kendileri hakkında min gayri haddin çok hüsn-i zan etmekteyim. İnşaallah hayat imtihanını başarılı bir şekilde vermiş ve Dar-ı Hesab ve Ceza'ya mutlu bir şekilde gitmiştir.
Efendimiz, Kurtarıcımız, Büyük Önderimiz Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem “Âhirzamanda benim sünnetimle amel etmek avucunda kızgın kor tutmaya benzeyecektir” diyerek Şeriata ve Sünnete bağlı olmanın sıkıntı ve zahmetlerini dile getirmekte ve bizleri uyarıp müjdelemektedir. Ne mutlu Şeriata ve Sünnete ihlâsla, garazsız ivazsız, sırf Allah rızası için bağlananlara. Onların akıbeti iyi olacaktır inşaallah.

Ali Öztaylan Efendi hazretleri vefat etti, toprağa sırlandı. Bu hem Bandırma, hem bütün Türkiye için büyük bir ziyandır. Onun yeri doldurulamaz.
Kendileri rıhlet ettiler ama yolu hep açıktır. Bu yolun özellikleri şunlardır:

* İslâm'a bağlılık.
* Kur'ân'a bağlılık.
* Şeriata bağlılık.
* Sünnete bağlılık.
* Pîran efendilerimizin mübarek feyizli yollarından gitmek.
* Hep iyilik, hayır hasenat yapmak, sadaka vermek. Açları doyurmak, fakirleri kollamak, kederlileri teselli etmek.
* İnsanların hidayeti için uygun bir şekilde çalışmak. İnsanlara hayırlı ve nurlu öğütler vermek.
* Kötülük yapanlara iyilik etmek.
* Tebessüm etmek.
* Kâlû belâda verilen ahd ü misaka sadık kalmak.

Ali Öztaylan efendi hazretleri için rahmet ve mağfiret diliyorum. İnşaallah mekân-ı Cennet olsun, Cennet'te Resulullah efendimize komşu olsun..

ŞEVKET EYGİ(TİMETURK)
* * *

 

 
 
19.08.2008
nuralem7@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com