Defterim Kalemim
Bilal Atış
 
 

Yazmak hayatın sıkıntılarından kaçıp sığındığım bir barınak oldu. İçimden ne geçiyorsa yazmak istiyorum. Bilgisayar bir defterle kalemin verdiği sıcaklığı vermiyor. Hisler fikir oluyor, beyin bunları harflere dönüştürüyor ve kalemin ucundan kâğıda dökülüyorlar. Parmakların ucundan tuşlar aracılığıyla ekrana akseden aynı düşünce olsa da aynı sıcaklığı hissettirmiyor. Bir defter ve bir kalemin dostluğu yüreğimi ısıtıyor. Yazı makinesinin tık tıkları vardı önceden. Zaman her şey gibi yazıyı da dijitalleştirdi, sıfırla bir arası düşünceler üretmiyoruz ki, duygularımızı sıfırla bir arası aktaralım. Ama zamanın getirdiği yeniliklerden kaçmak mümkün olmuyor. Düşüncelerimiz beyaz kâğıtlara akseden karakteristik özelliğimiz olmaktan çıkıp, bakır iletkenlerde sıfır bir biçiminde gezinen akımlara dönüşüyor.

Yazı makinesinde yazardım. Tık, tık tık, tık… Sonra onları fotokopiyle çoğaltıp postayla gönderirdim. Şimdilerde postacılar da özlem oldu. Şimdi bir tuşla dilediğinizi dilediğiniz yere göndermeniz mümkün. Zaman her şeyi kolaylaştırıyor, her şeyi ruhsuzlaştırıyor. Düşüncelerimiz gibi özlemlerimiz, beklentilerimiz de elektronikleşmekte. Asrımızı sıfırlar ve birler üzerine inşa ettik.

Mektuplarımız tarih oldu. Gönderenin el yazısında sevgi dolu yüreğini bulduğumuz mektuplar yok artık. Tellendirilen bir cigara ile ucundan yakılıp özlemler hasretler yüklü mektuplar gelmiyor artık. Konya’daki akrabalarımıza, askerdeki ağabeylerimize gönderilen sevgi dolu mektuplar, ardından yolu gözlenen postacılar yoklar. Postacılar hayatımda ayrı bir yere sahipti. Canlı kanlı postacılar, elektronik postaların olmadığı yıllardı. Hayatımızda defterimiz, kalemimiz bir de daktilomuz vardı. İletişim hayatımızda yegâne kurum PTT vardı. Google, Yahoo, Mynet daha doğmamışlardı.

Üniversiteye başladığım sene aklıma bir fikir geldi, geçtim daktilo başına,

“… Üniversitesinde doktora yapıyorum, ülkenizin tarih, sanat, kültür vb. hakkında bir araştırma yapmaktayım bana kaynak gönderiniz.” Bu bağlamda oldukça ağdalı bir mektup. Sağolsun arkadaşlarım bu metni İngilizce, Almanca ve Arapçaya çevirdiler. Süleymaniye kütüphanesinde çalışan bir ablam da aynı metni Farsçaya aktardı. Ve her bir dostum ifadeleri o dilde etkili olacak bir şekilde dönüştürdüler. 1992–1998 arası, İRCİCA’dan aldığım bir rehberden istifade ederek lisanlarına göre dünyanın dört bir yanına mektuplarımı gönderdim. Hepsinin üzerine gidecekleri enstitü, üniversite, bakanlık vb. adreslerini itinayla yazıyor ve doğru PTT’ye gidiyordum.

Bir müddet sonra postacı haftada iki üç uğrar oldu. Kimi yerden ufak tefek risaleler geliyor, kimi yerlerden de kocaman koliler getiriyordu. Her gelen malzeme bende ayrı bir heyecana sebep oluyordu. Bir an kendimi o malzemeleri gönderenle yan yana hissediyordum. Bazen de postacımız koca bir çuvalın geldiğini, gelip benim almamı rica ederdi. Ben de postacıdan evvel soluğu postanede alırdım. Şimdi yazarken bile seneler ötesinde kalan mutluluğu yaşar gibiyim.

İran, Libya, Katar, Japonya çok alaka gösteren devletlerdi. Bir gün İstanbul’daki Japonya Konsolosluğu’ndan bir pusula geldi. Gittim. Oturup beklememi söylediler. Bir müddet sonra ne Japon’a ne de Türk’e benzemeyen bir bey beni alıp içeri geçirdi. Japonya ile ilgili malzemelerin olduğu bir masanın önünde durup istediğim kadar alabileceğimi ifade etti. Biraz sohbet edip taşıyabileceğim kadar eser aldım. Her dilden kitaplar seçmiştim, ben okuyamasam da bir gün birilerine lazım olur diye düşünürdüm hep. Zaman geldi Japonca bilen ve de kaynak sıkıntısı çeken bir bayana lazım oldular. Bir kısmı da o günlerin hatırasını tazelemek için dururlar.

Başka bir gün İran Devleti’nin Ankara’daki elçiliğinden bir davet geldi. İran Milli Eğitim Bakanlığı mektubumu buraya yönlendirmiş, onlarda İstanbul’daki konsolosluklarından istediğim eserleri alabileceğimi söylüyorlardı. Oradan da taşıyabildiğim kadar eser aldım. İspanya’nın yazlık konsolosluğu, Büyükdere caddesinde, oradan da birçok yayın vermişlerdi. O günler için neşeli ve de faydalı bir çalışma olmuştu. Ülkeleri daha yakından tanımama vesile oldu. Libya Yeşil Kitap Enstitüsünden abartısız bir çuval muhtelif dillerde eser gönderdiler.

Saymakla bitmez bir kâğıt ve kalemle dünyanın dört tarafından gelen ilgi ve sıcaklık. Hala postacının yolunu gözlerim, elimde olmadan. Ama şimdi sıcak  dost mektupları gelmiyor, getirdikleri can sıkıcı fatura ve hesap özetlerinden başka ne ki?

Defterlerimi saklarım, seneler sonra vakit bulup da yeniden o günlere yolculuk yapmak isterim. Bugün de defter ve kalem en sadık arkadaşlarım arasında. İçimdeki sıkıntılar katlanılmaz hale gelince açarım defterimi başlarım yazmaya, sayfalar dolmaya başladıkça sıkıntılarım biraz olsun hafifler. Ailem kafa bulur, başımıza yazar mı olacaksın derler, şakayla karışık “bu memlekette yazarları fazla sevmezler arkadaş” diye takılırlar.

Söyleyecek sözü olan, içinde bir dert barındıran herkes bir yazardır aslında. Herkes okur-yazardır. Ruhunun derinliklerinden kopan fırtınayı kâğıda aktarmaktan korkmayanlar belki de yazar olarak algılanıyor. Defterimiz en sadık dostlarımız, kitaplarımız muallimlerimiz ise, hayat her daim gülen yüzünü gösterecektir bize, dertlerinden sevinç çıkarmayı öretecektir. Bahçelerin çiçeklerle, evlerimizin kitaplarla dolduğu günlerin defterlerimizin yapraklarında şekilleneceğine inanıyorum.

 

 
 

Bilal Atış
İstanbul-Bakırköy - 19.08.2009
b.atis73@gmail.com
http://sufizmveinsan.com