Din-Bilim Soru ve Cevapları

13. Bölüm

Fiz.Müh. Kenan Keskin
 

Yine aynı şekilde, “bizler her zaman bilimden yanayız, bilim adamları o konuda ne diyorlarsa o doğrudur çünkü bunlar, dinin değil bilimin konusudur” deyip din ve sistemi birbirinden ayırarak dine inanmayan, dini verileri dikkâte almayan ve hatta, din hakkında hiçbir araştırması bile olmayan bilim adamlarının ortaya koydukları orijinal bilimsel verileri değil, bilimsel yorumlarını orijinal bilimsel verilermiş gibi kabul ederek dini değerlendirmeye çalışmaktadırlar ki, bu da çok büyük bir hatadır. Bir başka anlatımla, materyalist anlayışlı insanlar gibi düşünüp dini de bu düşünce sistemine göre yorumlamaktadırlar. Oysa din verilerini esas almak suretiyle orijinal bilimsel verilerle bunları birleştirmek yani bunları yan yana getirmek yerine, birini diğerinde görmek olmalıdır. Bu böyle olmadığı için de, maalesef, bilimsel verilerle uyumlu, bunlarla açıklanabilen ve hiçbir şeyle pahası ölçülemeyen birçok hadis, yine aynı bilimsel verilerle uyumlu olan, ama bu bilimsel verilere ya sahip olunmadığı ya da kabul edilmediği için anlamı ortaya çıkartılamayan ayetlere ters olduğu veya “akılcı değildir” denerek inkâr edilmekte, açık ayetler bile en alt boyutun gerçeklerine ve hatta yüzyıllar öncesi anlayışlarına göre anlatılmakta olup günümüz çağdaş bilimsel verilerin işaret ettiği üst boyut anlatımları kabul edilmemekte, bunun sonucu olarak da ya günümüz anlayışıyla alakasız ve mantıksız yorumlarla açıklama getirilmekte ya da “bilimsel inceleme yapıyoruz” diyen aydınlarca bu şeylerin bilinemeyeceği (bilinmezliği) dile getirilerek, “madem öyle, neden Allah bunlardan bahsetmiş ve tefekkür edilmesini istemiştir?” sorusu havada bırakılmaktadır. Ne acıdır ki, bilimselliği, evrenselliği dilinden düşürmeyen bu tür aydınlar, yüz, üç yüz...sene önceki bilimsel verilere dayandıkları için, Kuran ve Hadislerin çağdaş bilimsel verilerle yapılmış açıklamalarını bilim kurgu diye nitelendirecek kadar cahil olmakla birlikte, yine Kuran’ın kendi ifadesine göre kendi mantığına ters olan, hakikât sandıkları sembol ve mecazları delil getirerek bu çağın getirisi olan açıklamalara karşı cevap verdiklerini zannetmekte ve kendileriyle yüz seksen derece çelişkiye girmektedirler. 

Bunlara örnek olması açısından, daha önceki yazılarımızda da ayrı ayrı değindiğimiz üzere, Kuantum fiziğinde taneciklerin, karşılaştıkları ve güç getiremeyecekleri yüzünden klasik fiziğe göre çıkamamaları gereken yerden tünelleme açarak ya da dalgasal yapılarına dönüşerek o engeli aşmaları, bununla birlikte aynı anda birkaç yerde somut tanecikler olarak ortaya çıkmaları  veya mesafeler ne olursa olsun fark etmez, bir anda yer değiştirmeleri veya farklı ortamlarda açığa çıkmaları gibi, her nesnede olduğu üzere o taneciklerden oluşmuş bir insanın da böyle bir şeyi (sistemini bilmesiyle, kendindeki melekleri yani, güçleri harekete geçirmesi suretiyle yapabilmekte olduğu bu şeyi) gerçekleştiremeyeceğini, böyle bir şeyi oluşturamayacağını söyleyen bir kısım bilim adamlarının kendi kişisel yorumlarına dayanarak Tayyı Mekân olayının olmayacağını dillendirmek, yayınlanan tüm dalgaların kuantum boyutlarınca taşıdığı anlamın, yine bilgiden ibaret sistemi, ilgili anlam doğrultusunda programlamasıyla ya da sistemdeki ilgili bilgilerin beyin aracılığıyla deşifre edilmesiyle olağanüstü olayların meydana gelmesine karşın, günümüzde artık bilimsel verilerle de etkileri kanıtlanan ama henüz ölçümlenemediği, farklı beyin dalgalarının bulunamadığı için ve yanı sıra Newton fiziğine göre dalgaların yoğunluklarının (şiddetlerinin) önemli olup beynin bu düzeyde dalga yayınlayamayacağı yorumunu delil göstererek telepati, durugörü, psikokinetik (cisimleri uzaktan etkileme), önsezi,...gibi şeylerin olamayacağını dile getirmekte, Duanın da yine bu sistemle çalışmasına ve birimin kendi hakikâtindeki güçleri ortaya çıkartmasıyla bunu başarmasına karşın, birbirinden ayırdıkları (parçaladıkları) sistemin de ötesindeki Tanrıları adına bunu reddetmekte, yine çeşitli frekanstaki beyin dalgalarına dayanan büyü ve nazar olayı da yorumlamaya bile gerek duyulmayacak şekilde ayet ve hadislerde açıkça ifade edilmesine karşın, bir ilkokul çocuğunun bile yapmayacağı mantık hatalarıyla dolu gerekçeleriyle kabul görmemekte,  Haysenberg’in Belirsizlik ilkesine göre Planck boyutlarındaki (10 üssü (–33) cm çapındaki) big-bang noktasında evrenin sadece bizim evrenden ibaret olduğunu düşünmenin, onun tanımlanacağı anlamına geldiğinden Hiper uzayda, her biri bir ihtimal durumuna karşılık gelen sonsuz paralel evrenlerin, yine tüm ihtimalli durumu bünyesinde barındıran süperpozisyon durumundan açığa çıkmasına ve yine kuantum fiziğinin temel yasası olan bu ilkeye göre, düşündüğümüz bu evren ve evrenlerin dışında da sonsuz ihtimallere karşılık gelen boyutların (evrenlerin) ve sonsuz türden varlıkların mevcut olduğu açıkça ortada iken, bunun yerine mekanik evren anlayışının gereği olarak sadece görünen ve onun boyutlarından ibaret evren anlayışıyla kayıtlı bilim adamlarının, ne ışınsal boyut ve varlıklarına ne de ölüm ötesi boyutların varlığına inanmaları nedeniyle bununla ilgili giriştikleri yorumlarını temel alarak, onca ayet ve hadislere göre cinlerin dışımızda bilfiil mevcudiyetleri, insanlar, diğer tür canlı ve nesneler üzerindeki gerçekleştirdikleri (bugüne kadar yayımladığımız gerçekliği ispatlanmış) birtakım olayları (dolayısıyla ilgili hadisleri ve buna dayanan açık ayet yorumlarını) reddedip insanlar üzerinde fiziki etkilerinin yanında çeşitli halüsinasyonlarla onları çeşitli şekillerde etkilemelerinin olmayacağını, bu varlıkların böyle bir şey yapamayacaklarını söylemekte ve bu tür bilim adamları gibi düşünmektedirler. Böylece, en büyük silahı görünmezliği ve bilinmezliği olan o ışınsal varlıkların da tam isteği gibi, hem kendilerinin hem de insanların, onlara karşı gereken tedbirleri almayıp ölüm ötesi boyutları da kapsayacak şekilde bu varlıkların kuklası durumuna düşülmesini, her tür etkilerine açık hale gelinmesini sağlamaktadırlar. Oysa ayet ve hadisleri bir kenara bıraksak dahi, elektromanyetik dalgaların insan vücuduna, beynine verdiği fiziksel ve ruhsal yani maddi ve manevi zararlar yine bilimsel olarak kanıtlanmış olup artık istisnasız herkes tarafından kabul edilen bir gerçek haline gelmişken, bilinçli bir enerji (elektromanyetik) yapısının insanları, nesneleri ya da başka bir deyişle yine aynı enerji yapılı, fakat farklı frekansa (titreşime) sahip canlı ve cisimleri etkileyemeyeceğinden bahsetmek sanırım, biraz mantıksız olur.  

Ayrıca, yine kuantum fiziğine baktığımızda temel düzeyde, tüm nesnelerin aslı olan tanecik ve kuvvet alanları ayrımının ortadan kalkarak gerçekte her şeyin temelde Tek Bir Alan üzerindeki desenlerden ya da farklı bir deyişle parçalanması mümkün olmayan çeşitli frekanslara karşılık gelen enerji titreşimlerden, enerjiden (ki, bu tüm sonsuz boyut ve varlıklarını da içermektedir) başka bir şey olmadığını ve varlığın özüne zumlama yaptığımızda her bir nesne ve varlığın boyutsal derinliğinde bu temel yapıya, yapısına dönüşmesi, bu temel enerji yapısının holografik sisteme göre düzenlenmiş olması dolayısıyla da bu boyuttaki ilim ve gücün, tüm varlığın, her bir birimin özünde olduğu gibi, her bir noktasında mevcut bulunduğu insanın da, fiziki ve düşünce yapısını her an (bize göre) özden gelen bir biçimde (afaktan değil) etki etmesi ve bu şekilde mikrodan- makroya kadar tüm birimlerin varlığını devam ettirmesi ve bu yüzdendir ki, insanın Halife oluşunun gereği olarak görünen boyutları yani, dört boyutlu uzay-zaman içindeki üç boyutlu bir varlık yerine, yine holografik esasa göre sonsuzluğa uzanan çok boyutlu bir yapıda bulunması sonucu, gerekli çalışmaları yaptığı taktirde asıl yapısına yani, Özünün ilim ve kudretine dönüşebileceğini açıklarken, kuantum sistemine dayalı bu gerçeği görmezden gelerek sistemin mekanik yönüyle hareket eden, düşünen, bilim adamlarına dayanarak insanın böyle bir özünün olmadığını söylemek, Allah’ın birimin hakikâtinde, boyutsal derinliğinde olamayacağını bunun yerine tanrının ötelerde, ama gücü ve kudretiyle (sistemle, kendisi arasındaki o boşluğu her nasıl aşabiliyorsa) her yerde olup varlığı her an gözetlediği ve yine her an insan, varlık ve sisteminden tamamen dışında olan melekleriyle yeryüzünde işlevler gördüğü, yardımlarda bulunduğunu düşünmek sonuçta, insanı atıllığa, tembelliğe itmekte, kendisini tanımayı engellemekte ve bu da cehennem azabını meydana getirmektedir. Cehennem azabının gerçek nedeni, Hakikâtimiz olan Allah’ı bir Tanrı düzeyine indirip Allah’ı, dolayısıyla kendi aslımızı tanıyamamamızdan ileri gelmektedir. Bu yüzden ibadetlerin her biri, birimin, Hakikâtin çeşitli özelliklerini, yönlerini idrak edip o özelliklere ait kuvveleri (Rabbani kuvveleri) bilincinden, varlığından ortaya çıkartması için önerilen çalışmalardır. Dolayısıyla bu çalışmalar, Tanrısal anlayışta olduğu üzere, sistem içermeyen, sistemde yeri olmayan seremoniler hele hele kültürel birer etkinlik değillerdir. Ayrıca, hatırlanıldığında ya da tapınıldığında huzurunda olunduğu fark edilen kendi dışındaki bir tanrı anlayışı, otomatik olarak insanı, onu her zaman görmezden gelen durumlar, düşünce ve fiiller içine sokmaktadır ki, hangi dinden, düşünceden olursa olsun fark etmez, yeryüzünde insanlığın büyük çoğunluğunun bir güce, tanrıya inanmalarına rağmen oluşturdukları sorunların önemli bir kısmını bu neden oluşturmaktadır. İşin en ilginç yanı, hadislerin reddedilmesi gerçeğini temel alarak oluşturdukları sistemleri, bunlardan birinin doğru olması durumunda (bize göre ise, hepsi doğrudur) tamamen çökmektedir ki, her şey bir tarafa matematiksel olarak da bu durumun olma olasılığı, bire oldukça yakındır.  

Bu arada, “fiziğin ya da bilimsel verilerin metafizik konularla ne tür bir ilişkisi, alakası var ki ?” diyenlere cevabımıza bir önceki bölümümüzde değinmiştik. Buna ek olarak, fizik formüllerini yazıp matematik işlemleri üzerinde çalışıp çıkan sonuçların birimi, içine insanı da alacak şekilde evren ve boyutlarına ulaştıramıyorsa, bu boyutlarca değerlendirme yapılamıyorsa gerek fiziği gerekse de diğer bilimsel verileri ezberliyoruz demektir. Hele hele bilim, ölüm ötesi boyut gerçeklerine dönük, o boyutun gerçeklerini deşifre etmede kullanılmıyorsa bilim gerçek amacına hizmet etmiyor, sonuçta bu da sadece bu dünya yaşamında insana bir şeyler sağlayıp ölüm ötesinde ise kimseye hiçbir fayda sağlamamaktadır. Bugün, hurafedir, bilim kurgudur deyip Resulullah açıklamalarını ya da Kuran yorumlarını basite alıp yok saydıkları veriler, çağdaş bilimsel verilerin ve bilhassa kuantum ve altı fiziğinin ortaya çıkmasıyla artık düşünen insan önünde hurafe olmaktan çıkmış, Resullullah’ın, getirdiklerini açıklayan çağımızdaki dilleri olmuşlardır.

* Zaman ve Zamansızlık Arasındaki İlişkiyi Açıklayabilir misiniz?

Bu ilişkiyi daha iyi anlayabilmemiz için, “zamansızlığın olduğu yerde zaman yoktur, zamanın olduğu yerde ise, zamansızlık yoktur” kavramını çözmemiz gerekir. Şimdi, zamansızlığın olduğu yerde zaman yoktur çünkü, burada var olan “an” dır. Zamanla birlikte ona bağlı olan mekânda mevcut değildir. Bu boyutun eni, boyu, derinliği, hacmi, ağırlığı...vs. özellikleri söz konusu değildir. Sınırsız oluşunun yanında boyutsallığı dolayısıyla da sonsuzdur. Bu “an” boyutunda zaman (dolayısıyla mekân, mekânlar ya da çokluk boyutu) sadece hükmi olarak, var kabul ediş olarak mevcut olup varlığı ise hayalden ibarettir. Zamanın olduğu yerde zamansızlığın olmaması ise, “zamansızlık hiç yoktur”, demek değildir. O boyutça yoktur demektir, ama boyutsallığında yine mevcuttur. Çünkü zaman, olayların birbiri ardına sıralanması sonucu, zamansızlık boyutunda yani, enerji-data boyutunda bir bilgi yığını olarak düşünebileceğimiz birimin (ki burada sadece insan değil, tüm bilinçli yapılar kastedilmektedir), bilgileri veya dalgaları deşifre edişine göre mevcuttur. Bu nedenle zaman, varlığını zamansızlıktan alır ve zamansızlık onun her sürecinde mevcuttur. Eğer zamanın geçerli olduğu boyuta da (ki, onu algılayan birimlerin sonsuz olması ve varlıklarının dönüşüme uğrayarak sonsuza dek devam ettirmeleri nedeniyle zaman da sonsuzdur) bir bütün olarak bakabilseydik yani, tüm varlığa tek bir gözle, şuurla bakabilseydik tüm sonsuz zamanların da, yine Tek Bir “An” olarak mevcut olduğunu görürdük, zamansız ve mekânsız olarak. Kısacası zaman, gerek, çok boyutlu tek kare resimdeki enerji-data boyutunda gerekse de, bu boyutun projektesi olan suretler boyutunda varlığı, “an” içinde bir yanılsamadan, algı yanılmasından başka bir şey değildir. Zamansızlık boyutunda, gerçekte hiç var olmamış ancak bir var kabul edilişin sonucu olarak mevcut olan zaman, onu algılayan birimler tarafından bir zan, var zannediş olarak gerçekçi bir biçimde algılanmaktadır. 

Holografik esasa göre de, zamansızlığın, zamanın her bir anında, sürecinde mevcut olması sebebiyle, “İnsan üzerinden Dehr içere öyle bir zaman geçti ki, o hiçbir şeyle anılmazdı” ayeti ile, “Dehre sövmeyin, Çünkü Dehr, Allah’ tır” hadisini göz önüne aldığımızda ayetteki ifade, sayılamayacak kadar çok uzun zaman geçti de sonra insan oldu ve insanın var oluşu bu uzun süreç içinde dikkâte alınmayacak derecede bir zamandır, anlamında değildir (ki, olduğunu düşünsek bile çok yetersiz bir görüştür). Ayette geçen ‘Dehr’i sonsuz-sınırsız, zaman kavramsız “an” olarak düşünürsek, insanın öz boyutlarında, insan adının bile geçmediği, mevcut olmadığı ya da yaratılmamış boyutların var olduğunu ve insanın o boyutta yaşayabileceğini belirtmektedir. Ve üstelik o “an”, şu “an” dır da. Ayrıca, hadiste de açıkça “Dehr Allah’tır” denerek insanın boyutsal derinliğine olarak Özünde, Hakikâtinde var olduğunu açıkça belirtilmiyor mu?. Aynı şekilde, “Benim öyle bir vaktim olur ki, ona Rabbimden gayri sığmaz” ya da “ Benim Allah ile bir vaktim olur ki, oraya ne Mukarreb Melek ne de Nebi-i Mürsel girebilir” hadisinde de, belli vakitler, zamanlar var da bu zamanların birinde Ben Rabbimi, Hakikâtimi müşahede ediyorum değil, “Vakit”, “an” anlamında olup “an” da her vakitte (zamanda) mevcut olduğundan, her “an”ımda Ben adı altında var olan Rabbimi müşahede ediyorum ki, O da âlemlerin Rabbi olan Allah’tır, demektedir. Bu tür ifadeler, bildiğimiz zaman süresi içindeki bir zaman diliminde var olan ya da oluşan şeyler değil, boyutsal anlamda, zamanın her anın da var olan, oluşan şeyler olduğunu söylemektedir.  

Varlığa ve sisteme ait tüm bilgileri içeren daha doğrusu, kaynağı olan enerji-data boyutundaki dalgaların, iki yokluk “an” ında  bir “an” olarak var olması ve tekrar aynı “an” da yok olması ve tekrar bir başka “an” da Salt Enerji denizinden yepyeni sonsuz-sınırsız bilgi-enerji okyanusunun oluşması ve dahi bu şekilde yenilenerek sonsuza dek devam etmesini, zaman içinde oluşan şeyler yerine, tamamıyla zamansızlık boyutu içindeki bir sıralama olarak düşünmemiz gerekir. Çünkü, buradaki her bir oluşum yani her bir dalgalanma, sonsuz ve sınırsızlığa uzanan oluşumlar, zamanlar olarak bir “an” da meydana gelip o “an” da yok olmakta ya da Salt Enerji denizine geri dönmektedirler. Oysa bu durum, zaman kaydı içinde olan bir düşünceyle, olayların birbiri ardınca sıralanışı şeklinde değerlendirildiği için beyinde bir türlü yer edememektedir. Bunun yanında yine enerji-data boyutunda her bir olay, boyutuna göre çok hızlı bir şekilde daha doğrusu bir “an” da başlayıp bitmesine karşın bu olmuş-bitmiş olaylar, projeksiyonu olan boyutların her birinde çok çok uzun süreçler içerisinde açığa çıkmaktadır. Bildiğimiz gibi insanın oluşması için de big-bangden bu yana yaklaşık 15 milyar yıl geçmiştir.  

Ayrıca, zamansızlıkta zaman, dolayısıyla geçmiş ve gelecek diye bir kavram yok idi. Bu boyutta bir olay başladığında, sonu ile birlikte bir “an” da açığa çıktığından bize göre olacak olaylar o ortamda olmuş bitmiş olarak mevcuttur. Bu yüzden zamansızlık boyutunda yaşayan birimlere göre de, zaman yoktur, sadece “an” lar vardır, her ne kadar zaman içindeki yapıları görünse de. Bildiğimiz gibi, Gayb, Mutlak Gayb ve Muzaf Gayb diye ikiye ayrılmaktaydı.Hiçbir şekilde bilinmesi mümkün olmayan gayb, Mutlak Gaybdır ki, O da Allah’ın Zatıdır. Çünkü, Zatta tüm kavramlar düşmekte idi. Bu konuya, Telepati Ve Duru Görü adlı makalemizin 6. bölümünde değinmiştik. Zaten geleceği bilen kimsenin Allah’tan ayrı bir yapısı mevcut mu ki?... Bilen, sonuçta yine Allah’ın kendisi değil midir? Ötedeki bir güç ya da bir bilinç, yani tanrı, böyle bir şeyi veremeyeceği ve bu bilgiyi boyutsal derinliğinden aldığı için bazı şeyleri bilmesi, bazı şeyleri de bilememesi diye bir şey olamaz. Çünkü o boyutlarda parçalanma, bölünme diye bir şey söz konusu değildi. Ancak zahirdeki olayların nedenleri, niçinleri konusu, farklı bilinç boyutlarından (bakış açılarından) farklı şekillerde değerlendirilebilir. Bunun dışında sıradan insanların (ki, insanların çok büyük bir çoğunluğu) düzeylerine göre geleceği, %15-25 gibi çeşitli yollardan sezebilseler de uzay-zaman içinde kayıtlı oldukları müddetçe büyük ölçüde gelecek yine bilinmezliğini koruyacaktır, bu dünya hayatı içinde. Yine zamansızlık boyutunda gerçekleştiği içindir ki, Rahman’ın Kuran’ı önce Ruha talim etmesi yani, yüklemesi ya da Resulullah’ın bu Ruhtaki tüm bilgileri Okuması yani, Kuran’ın bir defada O’na nazil olması denilen, Kuran’ın (Bilgilerin) O’nun bilincinde açığa çıkışı da bir “an” da olmuş, ama zahir oluşu ise, belli bir zaman sürecindeki çeşitli olaylarla meydana gelmiştir.

Kenan Keskin 

(Kaynakça: Sistemin Seslenişi II, Tekin Seyri, Kendini Tanı, İnsan Ve Sırları II, Allah, İnsan Ve Din, Yenilen – Ahmed Hulusi)

 

 
 
İstanbul -04.12.2007
hologramk@yahoo.com
http://sufizmveinsan.com