Solucan Deliğinden Uzaya Bakmak
Volkan Tolga
 

Uzaygemilerinin evrende, sanki evren Londra Metrosu'ndan biraz daha büyükmüşçesine hareket etmesine olanak tanıyan "hiperuzaydaki zıplamalar" olmasa, yıldızlar arası maceraları anlatan pek az bilimkurgu romanı akla yakın gelirdi. Ancak çok yakın zamana kadar fizikçiler böylesi yolculukları hayal ürünü diyerek göz ardı etme eğilimindeydi. Öyle olmasaydı ne kadar iyi olurdu! Işıktan daha hızlı yolculuk etmeyi olanaksız kılan kuralları hiçe sayan torunlarımız en yakın yıldız sistemindeki Alpha Centauri'ye birkaç haftada ulaşır, on-on beş binyılda da Samanyolu Galaksisi'ndeki yaşamaya elverişli bütün gezegenlerde koloniler kurarlardı.

Hiperuzay yolculuğu hayalden ibaret olmayabilir. New Scientist'te çıkan bir makalede 1989'dan beri bu konuda büyük kuramsal ilerleme kaydedildiği bildiriliyor. Michael Morris ve Kip Thorne, 1989'da Carl Sagan'ın Contact (Temas) adındaki romanını akla yatkın göstermesine yardım etmek için bir yazı yayımlamışlar.

Akla hayale sığmayacak karmaşıklıktaki bir tünel sistemiyle uzaydaki bölgeleri birbirine bağladığı varsayılan, uzay-zamanın yapısındaki "solucan delikleri" bu işin anahtarı. Einstein'ın genel görelilik kuramının (1916) denklemlerine göre uzay-zamanın süreklilik gösteren bir yapısı var. Gezegenler ve yıldızlar gibi büyük cisimler etraflarındaki uzayı ve zamanı yaratır. Kütle ne kadar büyürse zaman da aynı oranda değişir. Yani güneşte yaşasak buradan çok daha yavaş bir hayata sahip olurduk.

Bu tünellerin girişleri her yerde, ama -sorun da burada- çapları o kadar küçük ki, atomların gezegenler kadar büyük görünmesine neden oluyorlar. Fiziksel olarak mümkün olan en küçük ebatlardalar, bir santimetrenin trilyonda birinin, trilyonda birinin, milyarda birinden daha büyük değiller.

Dolayısıyla, hiperuzay yolculuğunu gözde canlandırmanın üç yolu var. Ve bunlar galiba sadece gözde canlandırılabilecek şeylerdir.

Birincisi, uzaygemisini ve mürettebatını bu boya indirmek ve bildik uzaya çıktıklarında tekrar büyütmek ki pek mümkün görünmüyor.

İkincisi, alışılmamış bir mekanizmayla (Örneğin, çekici kütle çekiminin zıddı olan itici kütle çekimiyle) bir solucan deliğini makul bir büyüklüğe getirmek ki bu da çok zor görünüyor.

Üçüncü yol ise, Princeton Üniversitesi'nden Richard Gott ve Pullman'daki Washington State Üniversitesi'nden John Cramer'in ortaya attığı gibi, hali hazırda var olabilecek makul büyüklükte solucan delikleri aramak.

Bu fikir evrenin kendi tarihinden kaynaklanıyor. 15 milyar yıl önce Büyük Patlamayla (Big Bang) yaratıldığında evren çok çok küçüktü. Peki, nasıl bu kadar büyüdü? Bu sorunun çoğu fizikçinin kabul ettiği cevabı "şişme", yani birkaç salisede itici kütle çekimiyle evrenin şimdiki büyüklüğüne ulaşması. Her şeyin büyümesine neden olan bu muazzam genişleme, ilkel solucan deliklerini de bugün olduklarını tahmin ettiğimiz alt mikroskobik büyüklükten milyonlarca değilse bile binlerce kilometrelik çaplara getirmiş olabilir.

Bundan sonraki adım böyle bir solucan deliği bulmak. Çünkü eldeki en olası durum budur. Bunun başarılması için çoğu gökbilimcinin rutin olarak yaptığı bir işe —ışıkları olağandışı bir biçimde titreşiyor mu diye milyarlarca yıldızı seneler boyu gözleme işine— biraz daha emek harcanması gerekiyor.

Yıldızların ışıkları çeşitli şekillerde, çeşitli sebeplerden titreşebilir, ama Morris bir yıldızla aramızdan geçen bir solucan deliğinin yıldızın çok farklı parlamasına neden olacağına inanıyor. İtici kütle çekimi yüzünden genişlemişse (ki büyük boy bir solucan deliği olabilmesi için başka çare yok) arkasındaki yıldızın, orta kısmı biraz sönük "çifte başak" şeklinde ışınlar yayacağını tahmin ediyor. Eldeki yıldız görüntüleri arasında, böyle alışılmamış parıltılar saçan yıldızları arayabiliriz.

Ancak solucan tünelleri, ister küçük ister büyük olsunlar, büyük olasılıkla son derece karmaşıklar. İçlerinde yolculuk etmenin hiç de kolay olmayacağını öngörüyor kuramlar, çünkü en kurnazca kazılmış labirentimsi bir Roma mezarından bile daha karmaşık bir biçimde dallanıp budaklandıkları düşünülüyor. Birbiri ardına yol ayrımları, birbiri ardına ilmekler kaybolmama şansını son derece düşürüyor.

Kısacası kimse böyle bir labirentte nasıl yol alınacağını bilmiyor. Şimdilik solucan deliklerini bildiğimiz kadarıyla, insanın sadece nereye çıkacağını değil, ne zaman çıkacağını da bilmek olanaksız. Çünkü zaman kavramını yitiriyorsunuz. Aynı zamanda mekân kavramı da bittiğinden, ne olacağına akıl sır ermez diyebiliriz.

Bazı kuramlar (ama hepsi değil) seyyahların zamanda geri gideceğini ileri sürüyor. Başka bir evrenin bildik uzayına çıkmaları gerekiyor çünkü bu evrenin geçmişine dönmeleri olanaksız. Neden mi? O zaman kendi ana babalarını daha tanışmadan öldürmek olanağına sahip olur ve böylece yasak bir paradoks yaratmış olurlar da ondan. Tabi bu da bilindik sebep sonuç ilişkili bir mantığa dayalı bir öngörü. Oysa biliyoruz ki Quantum uzayında sonuçlar sebeplerden de önce gelebiliyor.

Bu nedenle uzaygemisi tasarımcılarının, bildik uzaya ve görece ağır bir hıza mı sadık kalacaklarına yoksa son derece karmaşık bir bilimin mi izini süreceklerine karar vermeleri gerekecek.

Ama şu an bunların oldukça uzağındayız. Enerji meselesi de sorunların en önemlisidir. Ayrıca moleküllerine ayrılmak zorunda kalmak gibi bir problem var küçük solucan deliklerinde. Büyükleri bulunsa tam tersi de olabilir. Bütün bu karmaşık durumlara rağmen çok ilgi çekici bir konu ve teoridir.

“Hiperuzayda, o ne uzay ne de zaman, ne madde ne de enerji, ne bir şey ne de hiçbir şey olan hayal edilemez bölgede, insan bütün galaksiyi, zamanın birbiri ardına gelen iki anı arasında kat edebilir.

Isaac Asimov, The Foundation Trilogy”

Kaynak:

''Bilimkurgu2000'' yazınından alınmıştır.

 

 

 
 
İstanbul - 05.08.2008
volkantolga@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com