RUH VE ÖLÜM ÖTESİ YAŞAM
Ruh-i Hayvani ve Ruh-i İnsani

 
 
 
Arşı Taşıyan Dört Melek

Her bir Allah manası bir bilgi ve enerji dalgasıdır. Bilgi, mananın anlamıdır, enerjisi ise, bildiğimiz enerji değil, tinsel/süptil/ruhsal bir enerjidir (kudrettir). Bu manalar çeşitli bileşimler yani terkipler halinde bir araya gelerek varlıkları oluştururlar. Bu varlıkların açığa çıktığı boyutta manasal bileşimlerini koruma sürecine ömür denir. Bu süreçte o varlığın varlığını sürdüren gücün sembolü olan melek İsrafil’dir. İsrafil’in sura üflemesi sembolüyle anlatılmak istenen ise, o manaların bileşiminin bozulup, ayrışıp yeni bir terkip oluşturmak için hazır hâle gelmesidir. O sebeple İsrafil ve kıyamet bağlantılıdır. Ömrü sona eren varlığın manalarının ayrışması ve aynı boyutta dönüşüme uğraması ve yeni bir varlığı meydana
getirmesi olayı bu şekildedir. Ancak, eğer o mana bileşiminin bir kopyası alındıysa, orijinal ile kopyayı ayıran güce de Azrail denir. İsrafil, orijinali ayrıştırmaya başlamadan önce, Azrail orijinal ile kopyayı ayırır, sonra İsrafil orijinali ayrıştırır ve dönüştürür.
İnsan, madde boyutundaki varlığını sadece kendisini oluşturan manalardaki temel bilgi ve enerjiyle devam ettiremez. Bu bilgi ve enerji ancak kendini ifade etmek içindir. Ancak bu bileşimi yani terkibiyeti ayrışmadan bir arada tutacak gücün sürekli desteklenmesi gerekir. İşte bu destek sistemine dinde rızık denir. Bu gücün sembolü ise Mikail isimli melektir.
Tüm bu oluşumlar bir bilgi destek sistemiyle görevlerini yerine getirirler ki bu temel bilgi gücü de Cebrail isimli melekle sembolize olmuştur.
Arşı taşıyan dört melek sembolik anlatımıyla işaret edilen yapısal oluşum budur.
Evrensel Tekâmül
Sayısız sonsuz Allah manaları tek bir bilinç tarafından yönetilir. O tek bilincin emriyle bileşimler oluştururlar. Takdir ettiği süre bittiğinde de yine O tek bilinç tarafından aldıkları komutla o güne kadar bulundukları terkibî yapıyı bırakıp farklı bir yapıda yer almak üzere dönüşüme uğrarlar. Bir bileşim sona erdiğinde ayrışan her bir bilgi ve enerji dalgası/taneciği sonraki aşamada farklı bir yapıda farklı bir şekilde kendini ifade edecektir. Bu bileşimleri oluşturan ve ayrıştıran güce de İsrafil denir demiştik.
Kıyamet ve ölümle bu mana (bilgi) ve enerji (kudret) dalgaları (tanecikleri) farklı formlar meydana getirmek için ayrışıp yeniden enerjiye dönüşür ve sonra bir başka bir oluşumun bileşiminde yer alır.
Ancak, her bir bilgi ve enerji taneciği/dalgası bir önceki yaşam formuyla ilgili deneyimlerden edindiği basit bir anlamsal hafıza da taşımaktadır. Bu da zaman içinde yeryüzündeki yaşamın tekâmülünü ve çeşitliliğini oluşturur. Bu bilgi, canlılarda DNA yoluyla zapt edilip korunur. Ancak DNA’nın da kökeni atom altı kuantsal boyut ve onu meydana getiren O tek kozmik bilinç olduğundan, madde bedenler ayrışıp, madde enerjiye dönüşse de son deneyiminde edinilen bilgi kaybolmaz. Bilginin saklandığı boyut kozmik bilinç boyutu olduğundan, o manalar yeni bir formda yerini aldığında, önceki deneyimden edinilen bu manasal bilgi de yeni formda manasal bir bilgi olarak mevcuttur artık. Hatta sadece yeryüzünde değil, tüm evrende bu mana bilgisi vardır. Çünkü evrenin yapısı ve bilgi ağı holografiktir. O nedenle sadece yeryüzünde değil, aynı mana evrenin diğer bir ucunda farklı bir boyutta yer alan bir terkipsel formda deneyimlenilmiş olsa bile, o deneyimin bilgisi, o mana o andan sonra hangi yaşam formunda yer alsa, artık orada da manasal olarak mevcuttur. Tüm evrenin her zerresinde holografik olarak kayıtlıdır artık. Evrendeki tekâmül ve çeşitlilik de böyle genişleyerek sonsuzluğa çoğalır. İşte bu bilgilerin tutulmasını sağlayan güç de Cebrail isimli melekî güçtür.
Ruh-i Hayvani (Madde beden)
Her insan farklı bir mana bileşiminden meydana gelmiştir. Bu mana bileşiminin ışınsal boyut itibarıyla hologram şeklinde bir yapısı vardır. Yani madde olarak algıladığımız herhangi bir yapıya ışınsal boyutu itibarıyla baksak, o yapı hologramik bir görüntüye sahip latif bir şekilde görünecektir bize. İşte madde bedenlerin ışınsal boyuttaki bu hologramik görüntüsüne ruh-i hayvani veya perisperi ya da süptil beden de denir. Ruh-i hayvani, insanın madde yapısının orijinalidir. Beş duyu ile de algılanan frekansta titreşimlere sahip olduğundan, bizler onu madde bir beden olarak algılıyoruz. Fakat eğer ışınsal boyutu görebilecek bir algımız olsaydı, orijinalini yani ışınsal yapısını görebilirdik.
Ruh-i İnsani (Işınsal Avatar)
İnsanın mana bileşiminde yani ruh-i hayvanisinde yeryüzünde bulunan canlılardan farklı bir özellik vardır. Bu özellik, beyninde açığa çıkmıştır. İnsan yeryüzü halifesi olduğundan dolayı, bu özellik insan beyninin bir ayrıcalığıdır.
Yeryüzü halifesi demek, Allah’ın manalarını yeryüzünde en güzel ve kapsamlı açığa çıkaran ve yansıtan ayna ya da alet (kul) demektir. İşte bu sebeple insan beynini oluşturan bilgi ve mana grubunun çok özel bazı yetenekleri vardır. Bu yeteneklerden biri, hepimizin bildiği madde bedenin DNA’sına yaptığı kayıttır. Kendisinden meydana gelen diğer insan nesline kendi hafızasını bu şekilde aktarır.
İnsan beyninin bizim bilmediğimiz bir özelliği daha vardır. DNA dışında bir de ışınsal bellek ve ruhsal enerji kaydı oluşturmasıdır. Bunun için önce bir alt yapı oluşturur ki bu alt yapı insanın orijinal mana terkibinin bir kopyasıdır. Bu özelliğe, orijinalle aynı özellikleri taşıyan ışınsal bir ikiz ya da avatar üretir diyebiliriz. Sonra bu ışınsal avatara dünya yaşamındaki tüm deneyim, bilgi ve enerji kazanımlarını yükler. Muhteşem bir kopyalama sistemidir bu. Adeta kişinin tümüyle bir çıktısı alınır. Zuhruf Suresi 11, 12, 13 ve 14. ayette mecazi olarak bu oluşumun anlatıldığını düşünüyorum. Doğrusunu Allah bilir!
11. Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir memleketi ‘dirilttik (ve her yanına yeniden hayat) yaydık'; siz de böyle (kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız.
12. Ki O, bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti.
13. Onların sırtlarına binip-doğrulmanız, sonra doğrulduğunuz zaman, Rabbinizin nimetini zikretmeniz ve: "Bunlara bizim için boyun eğdiren (Allah) ne Yücedir, yoksa biz bunu (kendi hizmetimize) yanaştıramazdık" demeniz için.
14. Ve biz elbette, Rabbimiz'e çevrilip-döneceğiz.
Ancak, insanı oluşturan mana bileşiminin ömrü bitip yeniden ayrışma aşamasına gelene dek, bahsettiğimiz bu ikizi yani kopyası, orijinale yapışıktır. Aralarında enerjisel bir çekim, yani bağlı kalmalarını sağlayan bir güç vardır. İkisini birbirinden Azrail diye bilinen melekî güç ayırır. Eğer birbirlerine bağlı olmasalar, bu ışınsal avatar üretildiği anda, henüz üzerine dünya yaşamına dair kayıtlar yapılmadan orijinalden ayrılıp giderdi ve bu kopyanın üretilmesinin bir amacı da kalmazdı. Ancak, Allah’ın el-Hâfız isminden gelen bir özellikle bu yapı korunur. Üzerine dünya yaşamının tüm hâsılasının yüklendiği bu temel alt yapı, yani ruh-i insani dediğimiz ışınsal kopyamız, sonsuza dek ayrışıp kaybolmayan fakat bazı dönüşümler geçirerek varlığını devam ettiren bir tür ölümsüz yapıdır. Bu ışınsal avatara yapılan kayıtlar holografiktir, avatarın görüntüsü ise hologram şeklindedir. Dini terminolojide “kişisel ruh” veya “ruh-i insani” ya da “ışınsal beden” de denir. İnsanın yeryüzünde halife olmasının sırlarından biri de bu kopya ile ölümsüzlük özelliğini ortaya koyabilmesi dolayısıyladır. Çünkü Allah Baki’dir, bu sıfat halife insanın ruhunda yani ışınsal avatarında aşikâr olur.
Yazıcı Melekler
Buraya kadar anladıysak, üretilen bu ışınsal kopyaya yani avatara yapılan yüklemelerden de bahsedelim.
Madde yaşamı sürecine dair tüm hafıza kayıtları, bu yaşamdaki deneyimlerden elde edilen tüm bilgiler ve şuur yani anlayış, kazanılan pozitif ve negatif süptil yani ruhsal enerjiler ruh-i insani dediğimiz bu ışınsal avatara kaydedilir.
Bu yükleme nasıl olur? Üretilen avatarın kaydedici güçleri vardır, o sebeple kendi kendine yükleme yapar. Orijinal yapı olan ruh-i hayvanide olan biten her şeyi (özellikle beyin faaliyetlerini) bu ışınsal ikizi yakalayıp tutar. Işınsal ikizin bu gücüne Kuran’da Kirâmen Kâtibin melekleri, yani şerefli yazıcılar veya Hafizıyn yani Hafaza melekleri ya da koruyucu veya yazıcı melekler şeklinde mecazi bir ifade ile işaret edilir. Aslında her bir ifade bu kayıt sisteminin değişik özelliklerine işaret eder, semboliktir.
Özetle beynin ürettiği bu avatarın kaydedici, tutucu, saklayıcı ve koruyucu özellikleri vardır. İyi veya kötü her yapılanı gözetip hıfz etmek ve korumakla görevli melekler olarak bilinir. Hafaza ve hâfızın, hâfız kelimesinin çoğuludur. Hâfız ismi ise esma-ül hüsnâ'dandır; gözeten, koruyan, muhafaza eden, ayakta tutan anlamındadır. Beyin tarafından oluşturulan ve üzerine yükleme yapılan ruh-i insani, yani ışınsal avatar da Allah’ın Mukît isminden gelen bir özellikle yaratılmıştır.
Hesap (Amel) Defteri
Kuran’da ve kutsal kitaplarda söz edilen “hesap/amel defteri” veya “hesabın görülmesi” kavramı da bu kayıtların tutulmasıyla ilişkili sembolik tanımlardır. Önümüze ciltli bir hesap (amel) defteri açılmayacaktır. Sözü edilen defter, insanın madde planında varlığını sürdürürken yapıp ettiği her şeyin ruh-i insanisine, yani ışınsal bedenine veya başka bir ifade ile ışınsal avatarına kaydedilmesidir. Madde planındaki deneyim sona erip orijinal yapı, yani ruh-i hayvani ayrışıp geriye ışınsal kopyası olan ruh-i insani kaldığı gün, bu kayıtların o kopyadan net bir şekilde okunması, yani hatırlanmasıdır.
Dünya yaşamında kişinin beyni beş duyu verilerinden gelen yoğun dalgalar dolayısıyla dünya ile meşguldür veya sağlık sorunları yaşar ya da performansını zamanla kaybeder ve bu hafıza ile bağlantı kuramaz. O sebeple dün yaptıklarını kolay kolay hatırlamaz. Fakat madde beden ve beyinle bağlantı kesilince tüm bu engeller kalktığı için, bu ışınsal kayıtlar kolaylıkla ve net bir şekilde hatırlayacaktır. Kabir yaşamında bir bilgi ve anlayış olarak, haşr diye bilinen kıyamet sonrasında ise, görüntülü olarak, yani bir vizyon şeklinde. Nitekim hipnoz esnasında kişi, ruh-i insani denilen bu ışınsal kopyasına yapılan kayıtlarla, yani ışınsal hafızasıyla bağlantı kurar ve her şeyi net bir şekilde, hem de görerek hatırlar.
O sebeple madde yapı sona erip ruh-i insani dediğimiz ışınsal avatarımızla kaldığımız gün, önce kabir aşamasında bu kayıtlar bir anlayış olarak devreye girecek ve rüyadaki gibi misal eleminden benzer suretlerle şekillenecek. Sonra haşr aşamasında da adeta film şeridi veya kamera kaydı gibi tüm madde planı yaşamı hatırlanacaktır, hipnozdaki benzeriyle. Kişi bu ışınsal hafıza kayıtları sayesinde, dünya hayatında o dünyaya dönük yaptığı şeyleri seyrettikçe, geride bıraktığı o dünya ve madde bedeni uğruna yaptığı her şeyden pişmanlık duyacaktır. Çünkü uğruna savaş verdiği ve bir ömür tükettiği madde bedeni ve onun dünyası yoktur artık. Bunlar için çırpınarak boş yere zamanını yok etmiştir ve ebedî yaşamını devam ettireceği ışınsal bedenine yani avatarına hiçbir verim yüklememiştir. Bu gerçeğin görülmesinden daha büyük bir pişmanlık ve üzüntü olabilir mi?
"Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman ki cehennem de o gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne yararı var? "Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim." der. Artık o gün Allah'ın edeceği azabı kimse edemez. Onun vuracağı bağı kimse vuramaz..." (Fecr suresi, 22-30)
Özetle, yukarıda gökte, ötelerde bir yerde veya kıyamet günü bir tahtta oturup bize hesap soran bir ilah, kral veya benzeri bir varlık olacağı düşüncesi cahilliktir, yanlıştır, ilkeldir, gerçekten uzaktır. Kuran’ın sembolik ifadelerini okuyamamaktır. Allah bu gibi tanımlardan münezzehtir. O gün kişiyi hesaba çekecek olan, gördüğü gerçekler doğrultusunda kendi vicdanı olacaktır. Allah’ın hesap sorma sistemi budur. Bu işi sonraya bırakmamıştır, sorgulama sistemini baştan insanın teknik yapısına koymuştur. İşleyiş bu şekilde gerçekleşeceği için Kuran-ı Kerim’de:
“Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız. Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz” (İsra suresi, 13, 14) şeklinde açıklanmıştır.
Bunun işaret ettiği gerçek daha açıkça şudur: "Her insanın yaptıklarını (veya kaderini) kendi boynuna doladık... Kıyamet sürecinde kendisine (kişinin kıyameti olan ölümünde ya da genel anlamda mahşer sürecinde), kaydolmuş olarak bilgisini çıkarırız. OKU yaşam bilgini (kitabını)! Bilincin / vicdanın bu aşamada, yaptıklarının sonucunun ne olduğunu görmeye yeterlidir."
Kabir süreci aşağıda açıklanacaktır. Bu anlattığımız kabir süreci değil, kıyametten sonraki haşr süredir.
Peki, neden böyle bir ikiz yapıya gerek görülmüştür, madem madde bedenin aslı da ışınsal yapıdır, sadece frekansı değişseydi olmaz mıydı?
Az önce dedik ki yeryüzünde de bir tekâmül söz konusudur. O beden ayrışıp bu tekâmüle hizmet eder. O sebeple bir kopyaya, yani avatara gerek görülmüştür diye düşünüyorum.
Ruhlar ezelde mi yaratılmıştır?
“Ruhlar ezelde yaratılır.” dedikleri, mana bileşimi olan orijinal ışınsal yapıdır, yan-i ruhi hayvanidir. Fakat ahiret yaşamına onunla değil, onun bir kopyasıyla yani avatarıyla, yani ruh-i insani ile geçeceğiz. Ruhun ezelî ve ebedî olması sırrı da budur. İnsan beyni el-Mukît isminden gelen bir özellikle bu ölümsüz avatarı oluşturur. Hafiz isminden gelen özellikle de kayıtları tutup korur.
Mutasavvıflar arasında kimisi ruhların ezelde Allah tarafından topyekûn yaratıldığını, kimisi de dünya planında beyinle yaratıldığını söyler. İki görüş de baktığı açıdan dolayı haklıdır. Biri ruh-i hayvanidir, orijinal kozmik bilincin ürünüdür. Diğeri onun avatarı olan ruh-i insanidir ki onu da beyin yani kozmik bilincin insandaki kopyası üretir. Biz bu olaya, kozmik bilincin yarattığı insani şuur yolda binek değiştirir diyelim. Bu âleme gelirken bir binek, dönerken ikinci bir binek oluşur. Eski mutasavvıflar buna berzah-ı evvel ve berzah-ı sani (ikinci) derlerdi. Geliş yolu ve dönüş yolu gibisinden…
Bu açıklama, ruhlar ezelde mi yaratıldı, yoksa şimdi mi oluşuyor gibi tartışmalara son verir diye umuyorum.
Ölüm ötesi yaşama devam edeceğimiz ışınsal ruhumuza yani avatarımıza yapılan kayıt sistemiyle ilgili diğer bazı ayetlere de göz atalım.
Ant olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken; insan hiçbir söz söylemez ki yanında (onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın. Ölüm sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, "Ey insan! İşte bu senin öteden beri kaçtığın şeydir." denir. Sur'a üfürülür, işte bu, tehdit(in gerçekleşme) günüdür. Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahit bulunduğu hâlde gelir. (Allah ona) "Ant olsun sen bundan gaflet içinde idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün keskindir." der. Beraberindeki melek "işte yanımdaki hazır" der. (Kaf suresi, 16-23)
Bu ayetlerde "onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken" şeklindeki açıklama, ruh-i insaninin yani ışınsal avatarın sağında ve solundaki tutucu, yakalayıcı ve koruyucu/hıfz edici güçlerden söz ediliyor kanımca. Yani ruh-i hayvanide açığa çıkan pozitif ve negatif enerjileri –sağ ve sol yanda iki ana kanalda akarlar- tutan yakalayan ışınsal ruh beden güçlerinden söz ediliyor. Beyin ise, ürettiği ışınsal avatarı sağ ve sol yanında bu hıfz edici özelliklerle inşa etmiştir. Her türlü enerji ruh-i hayvanide açığa çıkar (tabii ki yönetici ve yönlendirici şef beyindir daima), ruh-i insani de bu enerjiyi tutup muhafaza eder.
Avatarın görüntüsü hologram şeklindedir, ona yapılan kayıt ise holografiktir, demiştik. O sebeple bu kayıtlar sadece ışınsal bedene değil, tüm evrene yapılmış olur. Çünkü evren yekpare holografik bir yapıya sahiptir. Bu sebeple bir sonraki anda karşılaşılan olaylar bir önceki anda ruhi hayvaniden açığa çıkanlar doğrultusunda bir sonuçtur. Sebepler âleminde işler böyle yürür. Ancak sebeplerin asıl sebebi, taşın suya atıldığı ilk noktadır. Bu ilk hareket, sonraki oluşumları şekillendiren asıl sebeptir ki bu da ilahi takdirdir.
Koruyucu melekler
Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur. Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O haber verecektir. O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve size koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar. (En'am suresi, 60, 61)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, “koruyucu melekler” diye de bilinen hafaza meleklerine, işte bu koruma ve saklama özelliklerinden ötürü “koruyucu melekler” denir.
Bu meleklerin bir başka görevi de şudur:
Kişinin ibadetlerinden ya da pozitif fiillerinden açığa çıkan olumlu enerjiler bu melekeler sayesinde ışınsal avatarında zapt edildiği için, bu olumlu enerjiler, halen yapışık olduğu ruh-i hayvani dediğimiz ve beş duyu ile madde algıladığımız bedeni de etki altına alan pozitif alan oluşturur. İşte bu yoğun ruhsal enerji kişinin çevresinde tıpkı bir kalkan gibi enerjiden bir duvar oluşturur adeta ve kişiyi başına gelecek bir takım kazalardan, istenmeyen durumlardan ve negatif enerjilerden de korur. Dini terminolojide buna ruh gücü denir. Hafaza melekleri (koruyucu melekler) ışınsal ruhun güçleridir. Bu özellikleri ona beyin yüklemiştir. Fakat gerçekte tüm evrende açığa çıkan güçlerin kaynağı olan Evrensel Ana Ruh’un özelliklerindendir.
Hatta dua gücü bile hafaza meleklerinin gücüyle doğru orantılıdır. Kişi beyniyle dua eder veya bir şeyi ister, ama o duanın veya arzunun gerçekleşmesi, ışınsal avatarındaki mevcut enerjiye yani kudrete ihtiyaç vardır. Kudret yani tinsel enerji yoksa bilinçte hayal edilen bilinçte bir hayal olarak kalır ve bir süre sonra kaybolur, vücuda gelmez. Dolayısıyla herkes her istediğini elde edemez. Eğer kaderinde varsa, ruh-i hayvanide enerji üretildiği anda ister ve o isteği oluşur. Veya avatarında da bunu oluşturacak tutulmuş enerji vardır, oluşur. Ama kaderinde yoksa ne ruh-i hayvanide yüksek oranda enerji üretildiği anı yakalayabilir, ne de avatarında yoğun enerji birikimi bulabilir. İlahi irade ne derse, o olur. Fakat bu arzunun kaydı ruh hafızada olduğundan, cennet ortamında ruh kudrete kavuşturulduğunda istediği şeye kavuşur. Dolayısıyla Allah dualarınızı mutlaka kabul eder denir.
Şunu da belirtelim ki, ışınsal ruh bedenimizi beyin oluştursa bile biz bunun farkında değiliz. O sebeple kendi ruhumuzu yaratıyoruz deme hakkına da sahip değiliz. "Hâlbuki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah yaratmıştır." (Saffat suresi, 96. ayet)
120. Gün ve Ruhun Üflenmesi
Ayetlerde ve hadislerde söz edilen ana karnında 120. günde “ruh üflenmesi” olayı ise kanımca şudur:
Cenin anne karnında on yedinci hafta yani dört aylık olana dek, yeni bir mana terkibi olarak henüz dönüşümünü tamamlamamış bir prototip gibidir. Cenin 120. günde hem madde planındaki deneyim sürecini başlatan, hem de bu deneyimin hasılasını yükleyeceği insani ruhun yani ışınsal avatarın oluşmasını başlatan start komutunu alır. Bu start komutuna “ruhun üflenişi” denir. Ebedî olan insani ruhun, yani ışınsal avatarın oluşturulma işleminin başlaması, "Ruh üflenmesi" mecazıyla açıklanmıştır. Bu sembolik ifadeyle kastedilen, özden gelen o enerji ve emrin madde planında ve ışınsal boyutta açığa çıkması olayıdır. Hem kozmik bilincin bir kopyası olan madde beyin göreve başlar, hem de bir insani ruh oluşturmaya başlar.
Ruh-i insani üretildiği andan itibaren kayıt ve yüklemeler başlar. Ancak, insan akıl baliğ olma sürecini tamamlamadan benlik (nefs) bilinci faaliyete geçmeyeceğinden, bundan önce ölüm gerçekleşse bile, sorgulayan bir bilinç olmaz. O sebeple o insan manevi ıstırap gibi duygular yaşamaz. Yani akıl baliğ yaşına gelmeden ölen çocuklardaki benlik bilinci uykudadır, saftır. Dolayısıyla böyle nefsi sorgulamalar yapmayacağından ıstırap da çekmezler. Benlik yani nefs bilincinden aşağıda söz edeceğiz.
Ruh-i hayvani ve Ruh-i insaniye nasıl enerji yüklenir?
İnsanın varlığını oluşturan mana terkibini bir arada tutan güç yani enerji çeşitli şekillerde desteklenir ve buna da rızık denir, bu rızkı sağlayan melekî güce de Mikail denir demiştik. Bu rızık bir tür enerjidir; yemek içmek, nefes, uyku, ibadetler, ilim, salih –işe yarar, iyi, hayırlı- ameller dediğimiz pozitif fiiller gibi çeşitli yollardan gelip ruh-i hayvanide toplanır ve bu bedende dolaşır. Işınsal kopyası da bu enerjiler ruh-i hayvanide dolaşırken onları yakalayıp tutar ve muhafaza eder. Adeta bilgisayarın CDROOM kaydı gibidir. Bilgisayar beyin, ruh CDROOM gibi…
Bu enerjiler ruh-i insanide tutulur ve saklanır ama bazı şartlarda kaybedilebilir de. Yani önceden şarj olanlar bazen deşarj da olabilir, yani bazı özel şartlarda bu CDROOM kaydı bazen silinebilir. Kul hakkı, gıybet-dedikodu ve benzeri nedenlerle bu enerjiler kaybedilebilir veya ibadet ve sevap dediğimiz fiillerle arttırılabilir. Nasıl koruyacağımız ve nasıl kaybedeceğimiz bize Kuran’da bildirilmiştir.
Özetle, ruh-i hayvanide açığa çıkan olumlu enerjiler ruh-i insaniye yüklenir ve hiç kaybedilmez diye bir kural da yoktur. Hafaza melekelerini etkisiz kılan nedenler de vardır. Ruh-i insani dediğimiz ışınsal avatar, kul hakkı, gıybet-dedikodu veya benzer günahlarla enerjisini kaybederse, buna dinde “amellerin boşa gitmesi” denir.
Ölümle Ruh-i İnsaniye enerji yüklenmesi biter mi?
Ölümle ışınsal ruha enerji yüklenmesi biter. Çünkü artık yüklemeyi yapacağı bir ruh-i hayvanisi yoktur.
Ancak ışınsal ruhun, yani avatarın yakalayıcı güçleri hâlen mevcuttur. Eğer madde planını deneyimleyen bir başka ruh-i hayvaninin beyin bölümü topladığı enerjiyi o kişiye yönlendirirse, kendine yönlendirilen enerjileri alıp kaydedebilir.  
Mesela, kişinin hayırlı evlatlarından dua ve hayır yoluyla açığa çıkan enerjinin, o kişinin ruhuna yani ışınsal avatarına yönlendirilmesiyle gelen pozitif enerjiler olabilir. Kıyamet sürecine kadar, yani mahşer aşamasına kadar bu enerji dalgalarını almaya devam edebilir. Ancak ölen ve yaşamını ışınsal boyutta devam ettiren kişinin beyni yaşarken bu pozitif enerjileri alıp kayıt yapacak bir alt yapı oluşturmadıysa, yani avatarında hıfz edici bu özellikler açığa çıkmadıysa, kendisine yollanan bu enerjileri alamayabilir. Bu enerjiler o kişiye ulaşsa da ışınsal bedende o tür enerjileri alıp zapt edecek bir yapısal özellik mevcut değildir, o sebeple alamaz.
Misal, size komşunuz bir tabak yemek yolladı ama yiyemiyorsunuz, çünkü mideniz ve bağırsaklarınız yok, gibi… Ya da olsa da içlerinde bu besinleri özümseyip kana yollayan bir mekanizma oluşmadıysa, içeri girdiği gibi dışarı çıkar, bedende tutulamaz. Fakat bu melekeler alt yapısında mevcutsa ve iyi çalışıyorsa, o zaman ölüm sonrasında sağ kişilerden gelecek bu tür enerjilere çok ihtiyaç duyar.
Tabii ki dünyada hoş bir seda bırakmış olmak da bu açıdan çok önemli. Çünkü bazı kişiler sadece evlatlarından gelenleri alabilirken -çünkü sadece evlatları tarafından hatırlandıkları için- kimileri de geride kalan pek çok kişiden yönlendirilen pozitif enerji dalgalarını alabilir. Kimileri arkada kalan nesil boyunca hatırlanır, kimileri ise çağlar ve nesiller boyunca hatırlanır. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) gibi. Diğer nebi ve resuller gibi... Veliler ve ardında insanlığa hayrı dokunacak eserler bırakan salih kimseler gibi…
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’a okunan salâvatların, O’nun ruhuna ümmeti tarafından yollanan duaların da önemi büyüktür. Bu enerjilerle ruh gücü gün geçtikçe daha da artacak ve mahşer günündeki şefaati de bu oranda büyüyecektir. O sebeple Müslümanlar O’nu her dualarının başında anarlar ve ruh-ı şeriflerine hediye ederler.
Dolayısıyla yaşarken dünyada ne gibi ve ne kadar iz bırakabildiğiniz çok önemlidir bu açıdan.  
Dedik ki, dünya yaşamında beyin bu tür pozitif enerjileri alacak kayıt sistemini ışınsal bedende oluşturur veya oluşturamayabilir de. Fakat negatif enerji tutucu özellik mutlaka vardır. Çünkü bellek/hafıza kaydı tutucu özellik, negatif enerjiyi de tutabilir bir özelliktedir. Pozitif enerji tutucu ise farklı bir oluşumdur. Bunu başka şekilde açıklamayı deneyelim:
Sol yandaki melek sürekli görev başındadır ama sağ yandaki melek 120. günde aktif olur veya olmaz. Eğer aktif olmazsa, sağ yandaki melek ebedî olarak iş görmez ve süptil enerji bedende üretilen pozitif enerjileri yakalayamaz. Bu özelliğin aktif olması kişide iman gücünün aktif olmasıyla bağlantılıdır. Kâfir diye tanımlanan imansız kişilerde bu özellik aktif olmamıştır ne yazık ki. Ama bu onun elinde değildir, bu da bir kaderdir. Allah hayırlı yazılar yazmış olsun diye dilemekten başka çare yok.
O sebeple insanlığa hayırlı iş yapan kişi eğer iman etmemiş kişi ise, bu özelliği aktif olmadığı için, hayırla anılsa bile kendisine ulaşan enerjileri alamaz.
Tabii bir de işin şu yanı var: Kişi iman sahibi olsa bile dünyada hoş bir seda bırakılmadıysa, o kişiye yönelen enerji negatif de olabilir. Işınsal beden bu negatif enerjileri her durumda alıp kaydederken, pozitif enerji dalgalarını ise hiç alamayacaktır. Bu da tabii ki hiç istenmeyen bir durum olur, Allah korusun! Çünkü bir mutasavvıfın dediğine göre, yarın güneş sisteminin çekim alanından kurtulup galaksinin farklı boyutlarındaki cennet ortamlarına ulaşabilmek için, negatif enerjinin az, pozitifin çok olması gerekir. O gün negatif enerji bir ayak bağı ve yavaşlatıcıdır. Bu da bir sırattan geçiş sürecini belirler. Bu noktada poztif enerji en büyük ihtiyaç olacaktır.
120. günle ilgili hadise de bir göz atalım.
Sizin birinizin ana - baba maddeleri kırk gün ana karnında toplanır. Sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk) katı bir kan pıhtısı hâlini alır, sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge- bir çiğnem ete tahavvül eder. (120. gün sonunda) ALLAH bir melek gönderir ve tekâmül eden mudgeye (şu) dört kelime yazması emrolunur. Onun işi, rızkı, eceli, said veya şakî olduğunu yaz, denilir.(İbni Mesud demiştir ki; Abdullah hayatı yed`i kudretinde olan ALLAH`a yemin ederim ki, Melek bunları yazdıktan sonra) ona ruh üflenir. (Cenin canlanır) İmdi sizden bir kişi (bu fıtratı icabı) iyi iş işler de hatta kendisiyle Cennet arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, Cehennemliklerin işini işlemeğe başlar (da cehenneme girer). Sizden bir kişi de (fena) iş işler. Hatta kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (Meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli cennetin işini işler, (cennete girer.) (Buhari)
Mikail'in yapacağı iş belirlenir (rızık). Azrail'in yapacağı iş belirlenir (ömür). Said veya Şaki olmasına göre Cebrail'in yapacağı iş belirlenir. Sonra İsrafil sura üfler ve program başlar. İşte insanı meydana getiren ve arşını taşıyan dört melekî güç budur bana göre. Doğrusunu Allah bilir!
Namaz Ruhtan Negatif Kayıtları Silebilir mi?
Bunu açıklamadan önce bilgisayarların işletim sistemlerindeki veri saklama yöntemleri hakkında internetten derlediğim bazı bilgileri aktarmak isterim. “Bunun namaz ile ne ilgisi var?” diye sorabilirsiniz, ama biraz sabırlı olun. Bana göre çok ilgisi var, derlediğim bu bilgilerden sonra kurduğum o ilgiyi açıklayacağım. Şimdi çok dikkatle bu ön bilgiyi okuyalım.
Saklanabilen bellekler (hafıza), RAM'ler ve "Sadece Okunabilir Bellekler" yani ROM'lar (Read Only Memory) ve kasetler şeklinde sınıflandırılır.
Peki RAM ne demek? RAM, İngilizcesi "Random Access Memory", Türkçesiyle "Rasgele Erişilebilir Bellek" kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir kısaltma. RAM'in karakterini tanımlayan özelliği, bütün hafıza noktaları neredeyse aynı hızda erişilebilir olmasıdır. Yani, sakladıkları verilere manyetik teyplerdeki ya da CD-ROM'lardaki sıralı erişimin aksine, sırasız ve hızlı bir şekilde rasgele erişime imkân vermeleridir. Diğer teknolojiler veri okurken gecikmelere sebebiyet verir, RAM'ler gibi hızlı değillerdir.
RAM'ler herhangi bir veriyi saklamak için beslemeye yani elektrik enerjisine ihtiyaç duyduğu halde, ROM'lar besleme olmasa bile veriyi saklayabilirler. Başka bir deyişle, birçok RAM türünde hafıza uçucudur. Bunun anlamı, RAM'in CD-ROM'lar gibi hafıza depolama aygıtlarından farklı olarak bilgisayar kapatıldığında içerdiği veriyi kaybetmesidir.
Sabit disk (hard disk) ise, bilgisayarınızdaki bilgileri bilgisayarınız çalışmıyorken (bilgisayar elektriğe bağlı değilken ya da kapalıyken) sağlıklı bir şekilde saklamak için kullanılan hafıza türüdür. Bilgisayarın herhangi bir anda gereksinim duyduğu bilgiler geçici olarak RAM’e yazılıp oradan okunurken, diğer bilgiler sabit diskte tutulurlar.
Sabit diskin RAM’den ne farkı vardır? RAM’ler bilgiye erişim hızı açısından sabit diskten çok daha hızlıdır, ancak maliyetleri de o kadar fazladır. Sabit diskler, uzun süre saklamak istediğimiz bilgiler ve bilgisayarın kapalı olduğu anlarda bilgilerin saklanması için kullanılırlar, verilere erişim hızı RAM’e göre oldukça düşüktür, buna bağlı olarak da RAM’den çok daha ucuzdurlar. Sabit disk ile RAM arasındaki temel fark buradadır.
RAM'lerin en başta gelen özelliklerinden birisi, verilere yani belleğe erişimde sağladıkları hız olduğundan, RAM'ler sistemde çok önemlidir ve performansı belirleyicidir. İşletim sistemi, sabit sürücünün yavaşlığını gizlemek amacıyla, yakın gelecekte ihtiyaç duyulabilecek veriyi henüz ihtiyaç durumu ortaya çıkmadan sabit diskten sistem RAM'leri üzerine yükler ve gerektiğinde hızlı bir şekilde işlemcideki cache belleğe (ön belleğe) iletilmesini sağlar.
Toparlayacak olursak, sabit diskler (Hard diskler), bilgisayarlarımızda kullandığımız ana belleğin aksine güç kesilse bile içindeki bilgileri korur ve bu özelliğiyle bilgisayarımıza "hatırlama" yeteneği kazandırır. Hard diskinize bir kez kaydettiğiniz bir dosyaya bilgisayarınızı defalarca açıp kapatsanız bile onu silmediğiniz sürece ulaşabilirsiniz.
Şimdi bu bilgiler doğrultusunda insandaki bellek konusunu ele almaya çalışalım. İnsanın beyni bilgisayardaki işletim sistemi gibi çalışır. O beyindeki hafıza ise, Ram ve hard disk gibidir. Ruh ise, CD-ROM gibidir. İki namaz arasındaki günah dediğimiz şirk mantığı içeren davranışlara ait veriler (negatif enerji+bilinç) ise, RAM'de veya Hard diskte saklanır ve bu süre dolduğunda (namaz vakti geçtiğinde) otomatik olarak bu verilerin CD-ROM'a (ruha) kaydı başlar ve sonraki vakitte kılınan namaz ile bu kayıt artık silinemez.
Şimdi çok önemli ve herkesin bildiği bir hadisi şerifi hatırlayalım:
Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle söylediğini işittim:
- “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?”
– “Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!”
dediler. Resulullah aleyhissalâtu vesselâm:
- “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün hataları siler.”
buyurdu.” [Buhâri, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 282, (666); Tirmizî, Emsâl 5, (2872); Nesâî, Salât 7, (1, 231); Muvatta, Sefer 91, (1,174).]
Demek ki namaz kıldığımızda bir bakıma hafızayı besleyen elektriği kesmiş veya kısa devre yaptırmış gibi oluyoruz ya da topraklama gibi o enerjinin tahliyesi sağlanıyor anladığım kadarıyla ve bu tür verilerin CD- ROM'a (ruha) kaydedilmesi işlemi engelleniyor. Doğrusunu Allah bilir.
Kişi vakit namazlarını kaçırdığı için CD-ROM'a (ruha) kaydedilmiş bu türden, yani negatif enerji+bilinç türünden verilerin silinmesi ise, ancak Hac’cın Arafat kısmında açığa çıkan o büyük enerjiyle söz konusu olabiliyor demek ki...
Ya da Kâbe’ye varıp haccı gerçekleştirmemiz benzeri bir enerji açığa çıkarsa... Mesela mana yönüyle Kabe ile aynı anlamını taşıyan gönül Kabe'sine (batini anlamda afaki Kabe'nin insandaki karşılığı budur) hacceden (yani O Kabe'ye yönelen) ve bu amaçla Arafat'a çıkan (madde ve mana sınırını geçip) Kabe'ye erişen (benliği ve kimliği oluşturan tüm sıfatların ortadan kalkmasıyla yani hiçleşme ile, ki bu da en az nefsi Mardiye düzeyinde bir bilince erişmekle mümkün olabiliyor) kişinin CD-ROM'u (ruhsal kayıtlarındaki negatif enerji+bilinç) silinip sıfırlanıyor ehlinin dediğine göre... Kuran'da da bu olay Fetih suresinde anlatılıyor ve bu olaya Fethi mübin deniyor. Büyük zafer, yani hakikati açıkça müşahede ile tüm eski kayıtların sıfırlanması olayı.. Tabii birim benlik ve bu benliğe izafe olan tüm sıfatlar hükmünü yitirince, o kişiye dair şirk kapsamındaki tüm hafıza ve enerjiler siliniyor demek ki... Kişi kalkıyor ortadan, kişiye dair bir şey kalır mı?
Fakat arada birçok güçlü enerjiler açığa çıkaran sevap dediğimiz fiiller de olabilir. Topyekûn CD-ROM'a yapılan negatif kayıtları silmese bile küçük hasarlar veriyor, yani bu tür kayıtların bir kısmını silebiliyor demek ki... Çünkü bazı fiillerin günahları silebildiğini de yine ayetlerden ve hadislerden anlayabiliyoruz. Ama bu da açığa çıkan enerjinin gücüne bağlı olsa gerek... O sebeple güvenilir bir yöntem değil bana göre...
İşte tüm bu sebeplerle işi şansa bırakmayıp, beş vakit namazı atlamamak gerekir. İşin bu şekilde olduğunu bilen, namazın zahiri yani fiziksel yanını ihmal etmez bana göre...
Namaz, aslında Farsça bir kelimedir ve Kuran'ın tanımı olan "Salât"ın yerini pek doldurmadığı söylenir. Namaz kelimesi, aslen Mecusilerin ateş önünde eğilmesi için kullanılan bir kelime olduğundan, onu sadece şekli olarak algılamaya sebep oluyor. Oysa Kuran'da salâtın şekli tarifinden çok, bu esnada hangi şuur içinde olunması gerektiği üzerinde durulur. Herhalde bu yöneliş, Mecusilerin namazı gibi sadece şekli bir ibadete dönüştürülmesin diye şeklinden ziyade ruhunun üzerinde durulmuştur. Ancak salât sadece bir bilinç değil, aynı zamanda enerji yönü de olan bir yöneliş ve ibadet olduğundan, olayın sadece bilinçle değil âlemlerle de ilgisi vardır. Yani sistemsel (Sünnetullah kapsamında) bir yanı da vardır. Çünkü enerji yönü bu âleme aittir. Dolayısıyla Cebrail tarafından Allah Resulüne tarif edilen fiili olarak bir eylemi de vardır. O nedenle namaz (salât), usulüne uygun şekilde, yani abdest ve diğer kuralları yerine getirilerek uygulanmalıdır.
Hadisi şeriften de bildiğimiz kadarıyla "Namaz (Salât) Mümin’in miracıdır". Tabii Müslüman başka şey, Mümin başka şey demektir. Müslüman İslam'a inanıp kabul eden demektir. Mümin ise, İslam'ın açıkladıklarına tam iman sahibi ve hatta vakıf demektir. O sebeple salât (namaz), Mümin’e miraç oluyor ancak, her Müslüman'ım diyene değil...
Miraç ise, rabbin huzuruna yükselmedir, ama nasıl bir yükselme? İsrâ suresi 1. ayette miraç olayı anlatılırken şöyle tarif ediliyor:
"O`na delillerimizi (ayetlerimizi) gösterelim diye" şeklinde...
Demek ki miraç bir rüyet, yani seyirdir. Neyi seyir? Rabbül âlemin olan Allah'ı seyir. Ki bu seyir ise, Allah'ın âlemlerde açığa çıkan manalarını varlıkta seyirdir. Âlemlerde açığa çıkan manalara bakarak, bu sahnede hâkim tek bir ilim, irade ve kudreti seyirdir. Bu şekilde bir seyir noktasına erişmeyenin seyrine miraç denmez. Kâinattaki tek ilim, irade ve kudret müşahede edilmelidir mutlaka, nefse yani bedenle özdeşleştirildiğinden dolayı bir yanılsama olan bireysel bilince paye vermeksizin...
Öte yandan Araf suresi 143. ayette de Musa aleyhisselama hitaben Allah buyuruyor ki:
"(Sen) Beni katiyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde durabilirse, sonra sen de beni göreceksin.."
Burada dağ benliği sembolize eder, der ehli olan âlimler. O halde O'nu görmek ancak madde bedenle özdeşleştirilmiş illüzyon (yanılsama) benliğin ortadan kalkmasından sonra mümkün olabiliyor demek ki...
O halde namaz bu şekilde kılınmadan miraç olamaz. Miraç olamayan bir namaz ise, ancak iki vakit arasındaki geçmiş günahları sistemsel bir kanun çerçevesinde (Sünnetullah gereği) siler. O sebeple mutlaka zahiren, yani fiilen kurallarına uyularak kılınması gerekir.
Fakat miraç olan bir namaz ise, bedenle özdeşleştirildiği için birimsel algılanan benlik illüzyonunu yok ettiği için, şirk bilincini de yok etmiş oluyor. Şirk bilinci ortadan kalkan kişide bir daha günah dediğimiz fiillere meyletme de kalmayacağı için (çünkü günah dediğimiz fiillerin geri planında şirk bilinci yatar, tüm günahlar şirkten yani illüzyon birim benlik zannından kaynaklanır), sadece geçmiş günahları değil gelecek günahları da ortadan kalkıyor tabii olarak... Çünkü şirkten kurtulan bir bilinçte günah dediğimiz fiile meyil de kalmaz, mesuliyeti kabul edecek bir benlik de kalmaz. Tam bir saflık açığa çıkar.
Fetih suresi 1 ve 2. ayetler:
1- Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.
2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
Bu saflık ise, o insanın Hz. Ali'nin de kendisini tarif ettiği gibi Fatiha ve Besmele sırrıyla yaşamaya başlamasıdır. Besmele sırrıyla yaşam ise, mutasavvıfların tarif ettiği gibi B sırrıyla kulluk etmektir. Ki işte o kulluk saflaşan kişinin kulluğudur.
Bazı âlimler kulluğu "alet" olmak olarak tarif ediyor. Şahsen bu tarifi çok seviyorum. Kendi dilimizden bir kelime olarak B sırrını ve kulluğu çok güzel tanımlıyor. (Beynin kavrama ile ilgili çalışma sisteminden ötürü ana dil, anlayışta ve idrakte çok ama çok önemli bir fonksiyondur diye düşünüyorum. Dolayısıyla anlayışın ve kavrayışın yüksek olmasını istiyorsak, bu tür kavramları açıklarken mutlaka herkes kendi ana dilini kullanmalıdır.) Bir alet, kendisini tutan ustanın eli olmadan hiç bir işe yaramaz. Onu tutan bir usta olmalıdır mutlaka... Çünkü bir alet ne kadar mükemmel ve işe yarar olursa olsun, onu kullanan bir usta olmaksızın tek başına hiç bir şey yapamaz. Aletin çok işe yarar ve mükemmel olması, onu usta da yapmaz. Alet her zaman alettir. Aletin usta elinde hiç arıza yapmadan iyi çalışması, onun kapasitesiyle ve ustaya tam teslimiyetiyle doğru orantılıdır. Arıza yapan alet gibi, A-Rıza (rıza göstermeyen) insanın kulluğu da makbul sayılmaz. Aletler, kullardır; onları kullanan "tek usta" ise, "Rabbül âlemin Allah'tır" tabiri caizse... Bir misal vermek istedim, umarım uygunsuz kaçmamıştır.
Her şeyin doğrusunu yalnızca Allah bilir. Doğrular O'ndan, yanlışlar benden (nefsimdendir).
Kaynaklar:
1- http://www.sermerane.com/sabit-disk-harddisk-nedir.html
2- http://www.bilgisayar.tv/d-500-nakart,Hard+Disk,Ekran+Kartlari,Ram,Modem,Islemciler+Hakkinda+Genis+Bir+Dokuman.html
3- Vikipedi
* * *
Kabir Hayatı, Kıyamet, Haşr, Sırat ve Cennet
Ölüm ötesi yaşam hakkında çok çeşitli fikirler ileri sürülüyor. Bu konuda vahyin, nebi ve resullerin bildirdiği dışında kesin bir bilgimiz yok. Ancak bize bildirilenlerden yola çıkarak vardığımız bir takım sonuçlar veya ilhamlar ve keşifler olabilir. Benim de ölüm ötesi yaşamla ilgili ayet ve hadisleri okuyarak vardığım bir takım sonuçlar ve yine bu konu üzerinde derinlemesine düşünürken aldığım ilhamlar ve bir takım keşiflerim var.
"Gayb hakkında konuşan, havanda su dövüyordur" derler, ama şahsen bu fikre katılmıyorum. Gaybı Allah bilir ve dilediğine de dilediği kadarını bildirir! Üstelik gaybın bilinmezliği mutlak gayb yani Allah'ın Zat'ı açısındandır. Göresel gayb ise, beş duyu sınırlılığı ve bedensel kayıtlarla alakalıdır. Allah dilediğine, dilediği zaman bu sınırları kaldırıp, dilediği kadarını bildirir.
Kuran-ı Kerim’de ölümü ve ölüm ötesi yaşamı, cennet ve cehennemi anlatan pek çok ayet vardır. Fakat içlerinden özel olarak bazılarını seçip aktarmak isterim:
* Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete konursa o, gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka bir şey değildir. * Muhakkak siz, mallarınız ve nefisleriniz hususunda imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve Allah'a şirk koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah'tan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân sûresi, 185, 186)
* Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında, "Rabbim, der, lütfen beni (dünyaya) geri gönder," * "Ta ki, boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır. * Sûr'a üflendiği zaman aralarında artık ne soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini soruşturacaklardır. * Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir. * Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî cehennemdedirler. (Mü'minun suresi, 99-103)
Bera' İbn Âzib'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte ruhun cesetten çıkışı ve mezara konuluncaya kadar başından geçen olaylar şöyle anlatılıyor:
"Resulullah (a.s.) ile birlikte ensardan bir adamın cenazesine gittik. Kabre vardığımızda mezar henüz kazılmamıştı. Resulullah (a.s.) oturdu, biz de yanı başına oturduk. Sessiz duruyorduk. Resulullah (a.s.) elindeki bir odun parçasıyla toprağı karıştırıyordu. Birden bire başını kaldırdı ve iki ya da üç kere: "Kabir azabından Allah'a sığının!" dedi. Ve sonra şöyle buyurdu: "Mümin kul dünyadan ayrılmak ve ahirete göçmek üzereyken ona semadan yüzleri güneş gibi parlak melekler, Cennetten getirdikleri kefen ve kokularla gelip başucuna oturur ve şöyle der: Ey iyi ruh, çık ve Allah’ın mağfiretine rızasına kavuş. Kabın ağzından suyun aktığı gibi ruhu çıkar ve onu ölüm meleği alır. Hazır olan melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içerisinde müminin ruhunu ölüm meleğinin elinden alıp, getirdikleri kefen ve güzel kokular içine koyarlar ki, ondan çıkan miskten daha güzel bir koku yeryüzüne yayılır. O ruhu hemen yükseltirler. Rastladıkları her melaike topluluğu bu hoş kokunun ne olduğunu sorarlar. Müminin güzel kokulu ruhunu yükselten melekler de onun dünyadaki en güzel isimleriyle falan oğlu falan diye söylerler. Ta ki, dünya semasına varınca gök kapılarının kendisine açılmasını isterler. Gök kapıları açılır ve yükselirken ta yedinci kat semaya kadar her semada bulunanlar onu daha sonraki en yakın semaya dek uğurlarlar. Böylece yedinci kat semaya gelince Allah Telala: "Kulumun kitabını (dünyada işlemiş olduğu iyi amelleri) İlliyyûn'a, yani Levh-i Mahfuz'un bir kıtasına yazın ve onu yeryüzüne iade edin. Ben Azîmuşşân onları topraktan yarattım. Yine toprağa çevireceğim ve ikinci defa ondan çıkaracağım." buyurur ve melekler ruhu yeryüzüne indirirler. Ceset kabre girdikten sonra da ruh cesede iade olunur...” (Ahmed b. Hanbel, Mûsned, c. IV, s. 287-288; c. IV, s. 295-29;)
"Ölüm meleği Azrail'in yardımcıları, rahmet ve azap meleklerindendir. Bir insan vefat edeceği zaman ölüm meleği ile birlikte rahmet ve azap melekleri de hazır olur. Bunların sayılarının dört, ya da üç rahmet, üç de azap olmak üzere altı olduğunu bildiren rivayetler vardır." (Hasan el-İdvi, el-Hamzavi, Meşariku’l-envar, s. 25-26.)
"Azrail ve rahmet melekleri eceli gelmiş olan mümine güzel surette görünüp rıfk ile yumuşaklıkla muamele ederler. Müminin ruhuna: "Çık, ey güzel cesette bulunan doygun ruh. Hamd edici ve Allah'ın rahmetiyle, güzelliklerle müjdelenmiş olarak çık ve Rabbine kavuş." diye hitap ederler." (Kaynak: Şa'râni, Tezkiretü’l-imam Ebi Abdillah el-Kutubi, s. 17, Kahire, 1310)
"Ölüm anında insanın yanına gelen melekler, kâfire son derece korkunç bir surette görünerek şöyle hitap ederler: "Çık, ey habis cesette olan habis ruh. Alçaltılmış olarak ve Cehennemle müjdelenmiş olarak çık." Bu hitap ruhun çıkışına dek sürer." (Şa'rani, ag.e. s. 17.)
Kelbi demiş ki:

"Melekü´l-mevt (Azrail) ruhu cesetten alır, rahmet veya azap meleklerine teslim eder. Ölüm meleğinin mümin ve kâfire nispeten seklinin değişmesi ise açıktır. Çünkü «meleklerin istedikleri sekle girebildikleri» bildirilen bir meseledir." [İmam Celaleddin Es-Suyuti, Kabir Âlemi, Kahraman Yayinlari: 106.]
Bir hadiste de Allah resulü şöyle buyururlar:
"Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur" (Tirmizî, kıyamet, 26).
Başka bir hadiste de şöyle buyurur:
"Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah mavi iki melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve Resulüdür. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle diyeceğini zaten bilmekte idik", derler. Sonra onun mezarını yetmiş arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye: " Yat ve uyu " derler. O da; "Aileme gidin de durumu haber verin" der. Melekler ona; "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et" derler. Eğer ölü münafık olursa, melekler şöyle der: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat hakkında ne dersin?" Münafık da şöyle cevap verir: "Halkın Muhammed hakkında bir şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir şey bilmiyorum. Melekler ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk" derler. Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" diye seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam eder" (Tirmizi Cenâiz 70).
"İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek, kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin nedir?" diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap veremezler. Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken, kâfir ve münafıklar ise kabirde azap göreceklerdir." (bk. ez-Zebîdî, Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, IV 496 vd.).
Demek ki, ölen kişinin ölüm anında ve sonrasında yaşayacakları onun Mümin ya da kâfir olması, hayırlı ya da günahkâr olması açısından değişir. Bu konuya sonra yeniden dönmek üzere, kabir âleminin yapısından söz edelim biraz.
Ölüm ötesi yaşam, dünya yaşamıyla mukayese edilemeyecek çok farklı bir yaşamdır. Dünya yaşamına dair bildiğimiz hiçbir kural orada geçerli değildir. Kanunları da çok farklı işler. Çünkü dünya, madde bedenin beş duyusuyla algılanan bir boyuttur. Kabir âlemi dediğimiz ölüm ötesinde geçilecek boyut ise, ruhsal bedenin algılama özellikleriyle algılanabilen ışınsal bir boyuttur. Dalga boyu madde algılanan boyuttan biraz daha kısadır ve titreşim frekansı da maddeye oranla biraz daha yüksektir.
Öncelikle o yaşamda bizlerden çok farklı ve güçlü varlıklarla karşılaşacağımızı bilmeliyiz. Dini terminolojide bunlara melekler ve cinler denir. Cinler ismi ile bilinen ışınsal varlıklar, bilinç (şuur) bakımından yeryüzünde yaşayan beşere daha yakındır. Onlar da beşer türü gibi nefs sahibidir ve birimsellik illüzyonuyla yaratılmıştır. Yani yapısal bakımdan yaşadığımız boyutlar farklı olmasına rağmen, nefs taşımamız ve kendimizi bütünden ayrı birey olarak görmemiz açısından bir farkımız yoktur. Bedenlerimiz farklı ortamlarda yaşıyor olsa da şuur olarak aynı bilinç seviyesinde dalgalara sahibiz. Diğer bir deyişle aynı frekansta titreşen düşüncelere sahibiz, pek azımız hariç olmak üzere… O sebeple, tıpkı dünyada diğer insanların bilinç dalgalarından etkilenmemiz gibi, onların bilinç dalgalarından da etkileniyoruz, çünkü titreşim frekansı benzer. Farklı boyutlarda yaşayıp birbirimizi açıkça algılamasak da bilinç dalgalarımız etkileşiyor. Bu düşüncem, Kuran’daki şu ayetlerin sentezinden vardığım sonuçtur:
* De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, * İnsanların melikine, * İnsanların ilâhına, * O sinsi vesvesecinin şerrinden. * O ki, insanların göğüslerine vesveseler fısıldar. * Gerek cinlerden, gerek insanlardan. (Nas suresi, 1-6)
* "Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın." (Araf suresi, 17)
Araf suresinde İblis’in (Kuran’a göre o cinlerdendi) insanlara yaklaşım şeklini tarif, bana bilinç dalgası tarif ediliyor gibi geldi açıkçası… Keza Nas suresindeki “vesvese” tanımı da bilincin etkilenmesi olarak anlaşılıyor bana göre... Demek ki etkileri sadece bilinç üzerinde ve vehim ve vesvese şeklinde oluyor. Çünkü o varlıkların beden yapıları, daha farklı bir etki oluşturmak için müsait değil, zira ışınsal bedenliler. Kaldı ki onlar bizim, biz onların boyutunda değiliz. Bilinçsiz etkileşimlerdir bunlar çoğunlukla… Tabii bizim boyutumuzun ve bizlerin farkında olan gelişmiş türleri de vardır. Fakat onların etkisi de doğrudan madde bedene maddi etki olamaz, ancak kişinin bilincini etkileyerek kendi kendine etki etmesi veya zarar vermesi şeklinde olur.
Bir ayet ve bir hadis daha var beni böyle düşünmeye sevk eden…
* (Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: "Ey cin topluluğu! İnsanların çoğunu etkiniz altına aldınız, kendinize kattınız (yoldan çıkardınız)" der. İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler: "Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin vademize ulaştık". Allah da:"Sizin durağınız cehennemdir. Orada, Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız" der. Şüphesiz Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. (Enam suresi, 128)
Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle bir açıklama var:
"İnsanların sayısının on katı cin; cinlerin sayısının da on katı melek yeryüzünde dolaşmaktadır."
Tabii farklı boyutlarda yaşıyor olmak üzere...
Bu açıklamaya göre beş milyar insan varsa, elli milyar cin, beş yüz milyar da melek var yeryüzünde... Ancak farklı boyutlarda yaşıyor. Fakat bizimle aynı bilinç seviyesinde olanlar sadece cinler. Nefs sahibi olup kendilerini bütünden ayrı bir birim kabul ettikleri için... Bununla birlikte, cinlerin yapısında bizde olduğu gibi toprak ve su elementi bulunmaz. İblis o sebeple Âdem için: "Onu balçıktan yarattın" dedi, kendisinde olmayan su ve toprak elementi karışımını kastederek... İblis'in dâhil olduğu cin türü, hava ve ateş elementinden bir yapıya sahiptir. Ancak, ateş elementi çok güçlüdür yapılarında... Dolayısıyla hava elementinin özelliği olan akılları az, ateş elementinin olumsuz özelliği olan kibir, hırs, enaniyet (ego), gurur, kıskançlık, gazap vb. özellikler de insanlardan çok daha baskındır onlarda... O sebeple onların nefs bilinci çok daha yoğun bir biçimde bu tür dalgalar yayar. Bizde ise 4 element vardır ve eğer yapımızda ateş elementi baskınsa çok kolaylıkla onların etkisine girmemiz yani bilinç dalgalarından etkilenmemiz mümkündür (korunmuyorsak). Bu tehlike hepimiz için geçerlidir, ama en çabuk ateş elementi baskın olanlar girer etki alanlarına... Cinler sayıca da insanlardan çok daha fazla olmaları dolayısıyla, şuursal titreşim frekansları da insanları etkileyecek dalga boyuna sahip olup -insanlar da bu dalgaları kolaylıkla algılar- tabii ki bizi etki altına alırlar, çünkü çoğunluk durumundalar hadise göre... Bunu bilerek ve isteyerek yaptıklarını düşünmüyorum. Bu tabii bir oluşumdur. Olaya daha yukarıdan bakınca ilahi senaryoyu görüp, onların çoğunluk olması ve bu sebeple bilincimizi etkiliyor olmaları bir imtihandır. Madde planını var sandıran o mekr, onlarla oluşuyor ve sürdürülüyor diyebiliriz. İblis'in ve türünün görevi budur. Verilen mühlet de bu görevi açıkça gösterir.
* (İblis) dedi ki: “Rabbim!.. (İnsanların) ba’solunacakları gün’e kadar bana mühlet ver (ertele, bekle)”. * (Allah) buyurdu: “Muhakkak ki sen mühlet verilenlerdensin!”. * “Ma’lum vaktin (fiziksel ölüm) günü’ne kadar”. * (İblis) dedi ki: “(Bi-) izzetine kasem ederim (yemin ederim) ki, onların tümünü mutlaka şaşırtıp saptıracağım”. * “Ancak onlardan ihlaslandırılmış kulların müstesna”. * (Allah) buyurdu: “Ben de Hakk’a yemin ederim: -ki ben Hakk söylerim-“ * “Andolsun ki Cehennem’i senden (iblis türünden) ve onlardan sana tabi olanlardan (benliği-vehmi ile perdelenenlerden) toptan dolduracağım”. (Sad suresi, 79-85)

Bence bu ayette İblis ve türünün yani cinlerin (şeytanların), biz insanlar arasında iyiyi kötüden, hayırlıyı hayırsızdan, nurluyu nursuzdan ayırmak için imtihan için görev aldıkları açıktır. Çoğunlukla negatif bilinç dalgalarıyla bizi olumsuz etkileyerek bunu yaparlar, çünkü bu etkileşim Allah'ın değişmez hükmüdür.
Peki, bunu bilinçli yapan yok mu? Öyle ya, Kuran'da İblis'in bir yemini var, bunu bilinçli yapacağına dair. İblis gibi üst şuur seviyesinde olup örneğin 3. seviye diye bilinen mülhime nefs düzeyinde olan varsa, bilinçli bir şekilde yapabilir. İnsanlardan üst şuur seviyesine çıkanlar da onları algılamaya başlar zaten. Ama her biri kendi seviyesindekileri etkiler, şuurlu veya şuursuz olarak... Fakat alt şuur seviyesindekiler insanlardan, yine alt şuur seviyedeki insanlar da onlardan habersizdir. Ama birbirlerinin bilinç dalgalarından etkilenirler. Çoğu insan ise, cinlerin bilinç dalgalarından çok fazla etkilenir. Çünkü cinler hem sayıca daha kalabalık olduklarından daha baskındırlar, hem de ateş elementinin kendilerinde çok güçlü olmasından dolayı baskındırlar. Dolayısıyla bu dalgalardan korunmak için öncelikle ilimle zihni uyanık tutmak ve korunmak için tavsiye edelin ayet ve dualara devam edilmesi ve buna önem verilmesi gerekir. Nas suresi, Ayet-el Kürsi ve bazı ayet terkiplerinden oluşan özel bir duaya devam etmek faydalı olabilir. (Bu ayet terkipleri Dua ve Zikir isimli kitapta verilmiştir)
Okunuşu:
Rabbî enniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azab. Rabbî euzü bike min hemezatiş şeyâtıyni ve euzü bike rabbî en yahdurun. Ve hifzan min külli şeytanin marid. (Sad suresi, 41. ayet ve Mü’minun suresi, 97 ve 98. ayetler)
Anlamı:
Rabbim şeytan bana sıkıntı veriyor ve işkence yapıyor. Rabbim şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım ve yine sana sığınırım onların çevremde bulunmalarından. Ve bütün reddedilmiş şeytanlardan koruduk.
Sad suresinin 41. ayeti Eyyûb (a.s.) okumuştur. Mü’minun suresinin 97 ve 98. ayetleri olan kısmı ise Allah tarafından Resulullah (s.a.v)’e öğretilmiştir.
İşte yukarıda aktardığım tüm bu ayetlerden ve hadislerden çıkardığım sonuca göre, cinlerin insanları etkilemesi böyledir kanımca... (Doğrusunu Allah bilir)
Bu sebeple, tıpkı dünyada olduğu gibi ölüm ötesi yaşam boyutunda da çoğumuz onlarla aynı bilinç seviyesinde olacağız. Fakat bir farkla ki artık aynı boyutu paylaşmaya başladığımız için (ruh bedenimiz aynı frekansta titreşen bir yapı olduğundan) onları açıkça algılıyor da olacağız. Ancak onlar bizden çok daha güçlü (kudretli) olacaklar. Çünkü bizde toprak ve su elementinin olumsuz özelliklerine dair hatıralar var ruh bilince kaydedilen. Dolayısıyla kendimizi madde beden zannetmeye zannetmeye devam ediyor olacağımız için, onların madde kaydı olmaksızın kullandığı pek çok gücü kullanamıyor olacağız ve onları da algılıyor olacağız, onlar da bizi… Cinlerde kendilerini birim hissetme durumu vardır ama madde hissetme durumu yoktur. Madde hissi daha çok su ve toprak elementiyle ilgilidir. Bu iki elementin olumsuz özellikleri ışınsal boyutta kullanılabilecek pek çok ruhsal gücün açığa çıkmamasına neden olur. Bu açıdan İslam'ın şartları olarak bilinen çalışmalar, yani namaz, oruç, hac ve zekat çok önemlidir. Madde beden kaydını zayıflatır ve ruh gücünü arttırır.
Özetle o boyuttaki cinlerin bu üstünlüğünün nasıl bir şey olduğunu hayal edebildiğimizi bile sanmıyorum. Ama oldukça zor şartlarda olacağımız haber verilmiş. Eğer burada yeterli ruh gücünü açığa çıkaramadıysak, orada onların kölesi haline gelebiliriz. Şu orta dünya filmlerini hatırlayın. Ne kadar tuhaf yaşam sahneleri vardı değil mi? Bu gibi misaller, öte âlemin bu dünyadan farklılığını anlamak için birer ipucu olabilirler, ama karşılaştırma için yeterli değildir. Kanımca orada çok daha güç şartlar söz konusu olacak...
Ölümle bilincimiz boyut değiştirip, farklı bir boyuta yönelip algılamaya başlayacaktır. Bir anda bu ışınsal varlıkları da algılamaya başlayıp, aniden yüz yüze geleceğiz onlarla. Bunlara bir de azap meleklerini ekleyin ve varın gerisini siz düşünün!
“Azap melekleri de nedir?” diye sorabilirsiniz.  
Hadis rivayetlerine göre, Azrail isimli melek insanın ruhunu bedenden ayırıp, sonra eğer o kimse Mümin ve Salih bir kulsa rahmet meleklerine, günahkâr veya kâfir bir kulsa da azap meleklerine teslim edilir deniyordu.
Kişisel düşünceme göre azap melekleri şudur:
Dünyadayken şirkten ve Sünnetullah’a uygun olmayan davranışlarımızdan yani günahlarımızdan üretilen veya gıybet ve kul hakkından dolayı kendimize çektiğimiz negatif enerji dalgaları ruh bilinç tarafından kaydedilir. Yani bu günahlara ait manalar beraberindeki negatif enerji ile birlikte ruh hafızamıza kayıtlıdır. İşte o günahların hafızamızdaki manası, ruhun musavvire (şekil verme) gücüyle yine o günahın manasıyla doğru orantılı bir surette şekil alır, ama kuvveden fiile çıkması için kudrete gerek vardır. Azap melekleri de bu suretlerin kuvveden fiile çıkmasını sağlayan ruh gücüdür, kudrettir bana göre... (Doğrusunu Allah bilir)
Rahmet melekleri de aynı gücün diğer yüzüdür. Sevapların güzel suretler alarak kuvveden fiile çıkmasını sağlarla. Özetle azap ve rahmet melekleri ruhta kayıtlı manaları bir şekil almış olarak kuvveden fiile çıkaran meleki gücün iki farklı yüzüdür.
Eğer ivedilikle yapılması gerektiği önerilen çalışmaları yapmadıysak ve günahlarımız çok fazlaysa, bu günahlar ve vicdani rahatsızlıklar azap melekleri yardımıyla şekillenen korkunç hayaller görmemize sebep olur. Işınsal varlık dediğimiz cinlerin vereceği sıkıntıyı da buna ekleyince oluşacak tabloyu siz düşünün artık. İbadetlerin, sevapların ve nefsle mücadelenin vereceği ruh gücünden mahrum olacağımız için, cinler bizden çok daha güçlü olacaklardır o boyutta... Ne de olsa aynı dünyanın varlıkları olacağız o âlemde…
Sonraki cehennem zebanilerine ve mezara ilk girişte yaşanacak sıkıntılar konusuna girmiyorum bile... Biz yine dönelim o âlemin farklı yapısını anlatmaya...
Gece ve gündüz kavramı yok orada... Gecemsi aydınlıklar ve gündüzümsü geceler diye tarif yeter mi bilmiyorum. Güneş ve ayı unutun, artık gökyüzü sizin bildiğiniz gökyüzü değil... Mekân da çok farklı... Ne dünyadan bildiğiniz fizik yasaları var, ne kimya, ne de biyoloji… Çünkü fizik maddeye göredir. Orası ise gölgelerin dahi olmadığı bir âlem… Işığı yansıtacak madde yapılı cisimler, sizin de madde bir bedeniniz yok ki gölgeleri olsun.. Işınsal boyut orası ve ışık dalgalarının titreşim frekansı, madde dünyasındaki kadar düşük değildir. Bu sebeple madde yapı yoktur, ama bilinçte madde yapının anısı (hatırası) vardır. Bu anıyı silmeye yetecek düşünme ve değerlendirme gücü de yoktur. Gölgeler olmadığını görseniz bile, bu işaret madde yapı olmadığını idrak etmenize yetmeyecek... Çünkü verileri birbirine bağlayarak düşünme gibi bir yeti yok. O yetenek beyne aitti, ama dünyada onu tam kapasite kullanmayanın ruhu bu özelliği ortaya koyamaz artık. O âlemdeki yaşam şekli, rüyadaki yaşamımıza çok benzer. Rüyada da düşünme kapasitemizi kullanamayız. Seyredeceğimiz sahneler de rüyadaki benzeri ile misal aleminden şekillenir.
Dünyadan bildiğimiz şeyler olabilir; ama çok değişik, bilmediğimiz şeyler de olacaktır mutlaka… O âlemin renkleri de dünyadakinden çok farklıdır. Çok daha parlak ve çarpıcı, parıldayan, ışıldayan renkler… Öyle bir beyaz hayal edin, ki parlayıp ışıltılar saçsın.. Siyahın ise, beyaza yakın ışıktan bir halesi olsun... Parlak mavi renkte bir gökyüzü ve inanılmaz göz alıcı renklerden oluşan manzaralar hayal edin. Dünyadan bildiğiniz renk çözünürlüğü orada çok farklı olduğundan, bu alemin renk algısını hayal etmek zordur… Şu anda beş duyu ile gördüğümüz renklerin çözünürlüğü o âleminkinin yanında solda sıfır kalır. O âlemdekinin çözünürlüğü de cennettekinin yanından solda sıfır kalır. Renkler de titreşim frekansı olduğundan, titreşim hızına göre çok farklı parlaklıkta algılanacaktır kuşkusuz. Titreşim frekansı artıp dalga boyu kısaldıkça renkler daha parlaklaşacaktır. Bizim bildiğimiz bir kavramla, çözünürlüğü çok daha artacaktır diyebiliriz belki…
Bu anlattıklarımdan kabir âlemi sanki bir cennet gibi düşünülmesin. Renklerin parlak ve göz alıcı olması o âlemde yaşanacakların da güzel olacağını getirmesin akla… Görüntüye aldanmayın, bu kısmı aldatıcı! Eğer nebevi uyarıları değerlendirmeden, gerekli ve yeterli çalışmaları yapmadan o boyuta geçerseniz, o renkleri de o boyutun farklı yapısını da görecek haliniz kalmaz. Dünya da bazen çok güzel, ama çoğumuz burnumuzun ucundaki güzelliği göremiyoruz çektiğimiz sıkıntıdan ötürü... Eğer gereken şuur seviyesine gelinmedi ve korunma da sağlanmadıysa, cennet dahi cehenneme dönüşebilir kişiye… Ya da aksi olur ve öyle bir zihin dinginliği ve huzur içinde olursunuz ve göz öyle bir seyre geçer ki cehennem cennete dönüşür. Tabii rahmet melekleri de güzellikler yaratır kıyametinize dek… Her şey kişinin dünyadayken edindiği şuura (bilince) bağlı… Zaten dünya yaşamımız da böyle değil mi?
Ayrıca, o boyutun yaşam şartları ve varlıkları, dünyada edindiğimiz iyi, güzel ve mükemmel anlayışımıza uymayabilir. Orada dinî ve ahlakî değerler dahi geçerli değildir, rüyalarımızda olmadığı gibi…
Mesela, her şey çok yolunda gibi seyrederken, beklenmedik bir anda, canı sıkılan bir cinin eğlencesi olarak, dehşet verici bir kovalamaca içinde bulabilirsiniz kendinizi… Ya da azap melekleri ruh bilincinizde kayıtlı günaha dair bir manaya şekil verip beklenmedik bir anda kuvveden fiile çıkmasını sağlayabilir. Gelin örnekleme olsun diye bunu bir hayal edelim. Rüyada olduğu gibi…
Sisli bir sahnede orman gibi bir ortamdasınız. Yürüyorsunuz, her şey yolunda gibi, etraf sakin ve dingin. Fakat aniden ilerideki ağaçların arasında sarı saçlı güzel giyimli bir kadın gözünüze çarpıyor. Size arkası dönük oturmuş olduğu halde tuhaf bir şarkıyı mırıldandığını duyuyorsunuz. Siz de ona doğru yaklaşıyorsunuz ve bir merhaba diyeceksiniz. Çaresizlik içinde yeni adım attığınız boyutu kavramaya çalışıyorsunuz o sırada... Belki ondan bir şeyler öğrenebilirsiniz diye düşünüyorsunuz. "Merhaba!" diyorsunuz, ama o size bakmıyor. Yine "merhaba!" diyorsunuz, ama sizi işitmiyor gibi... Elinizi omzuna dokundurup, tekrar "merhaba!" diyorsunuz korkarak… O zaman aniden dönüyor ve üzerinde kurtlar oynaşan, akla hayale sığmayacak çirkinlikte bir iskelet yüzle burun buruna geliyorsunuz. O sarı saçlar ve güzel ses arkadan sizi aldatmış meğer. Birden, o önü başka arkası başka dilber(!) üzerinize saldırıyor. Kaçıyorsunuz ama ayaklarınız aniden tutmaz oluyor. Sürekli düşüyorsunuz, kalkmak için çabaladıkça takılıp düşüyorsunuz. Bu arada arkanızdan geliyor mu diye bakıyorsunuz. Evet, sarışın hâlâ peşinizde, fakat bildiğiniz yerçekimi kanunlarına tâbi değil gibi... Zira zaman zaman kuş gibi havada uçuyor, taklalar atıyor. Bu amansız kovalamacaya yenik düşüyorsunuz ve nihayet sizi yakalıyor. Uzun tırnaklı elini göğsünüze sokup, ciğerinizi söküyor belki de... Son derece canınız yanıyor, çığlıklar atıyorsunuz, ama yardıma gelen yok… Eyvah öldüm diyorsunuz, ama ölmüyorsunuz. Neden ölmediğinizi anlamaya çalışıyorsunuz. Çünkü ölümcül bir yara aldınız. Ama yara olması gereken yerde iz yok… Oysa göğsünüz parçalandı ve ciğeriniz söküldü, ama hiç bir şey olmamış gibi sapasağlamsınız. Ama acısı tüm şiddetiyle duruyor. İnliyorsunuz, ölseydim de kurtulsaydım bu belâdan diyorsunuz, ama ölemiyorsunuz. Çünkü o âlemde ölüm yok, ama korkusu var! Keşke rüya olsa ki uyansam diyorsunuz, ama uyanamıyorsunuz. Çok uzun süren bir kovalamacadan sonra, nihayet o korkunç sarışından kurtulmayı başarıyorsunuz. Derin bir oh çekmeye hazırlanıyorsunuz, ama nafile… Çünkü daha ilerde benzer başka bir sahne sizi beklemede... Bilincinizin sizin için önceden ne gibi şeyler hazırladığını ve azap meleklerinin onlara ne zaman start vereceğini tahmin edemezsiniz! Bunlar hep dünya yaşamında oluşturduğunuz ve ruhunuzun kayıt aldığı negatif bilinç dalgalarının, yine ruhunuz tarafından deşifre edilişi ve azap melekleri diye adlandırılan ruh gücüyle kuvveden fiile çıkan varlıklar, olaylar ve sahneler. Örneğin o korkunç sarışın kadın belki de kul hakkından doğan hayali bir sahneydi belki de… Orada kendiniz için hazırladıklarınızı bulacaksınız (seyredip yaşayacaksınız), kurtuluşu yok…
İşte bu hayal ettiğimiz, negatif bilinç dalgalarıyla henüz dünya yaşamındayken oluşturduğunuz bir kabir azabı modeliydi. Kâbus olan bir rüya veya korku filmi gibi değil mi? Ama bir farkla ki rüyadan uyanmak vardır ve korku filmi de eninde sonunda biter. Ne yazık ki bu yaşam, bitmek bilmeyen bir film veya uyanılmayan bir rüya gibidir. İşte böyle bir yaşamı hayal edin.
Bir misal daha… Örneğin dünyada giyim kuşama mı düşkünsünüz? O alemde ya çıplaklıkla ya da çirkin, kirli ve eski giysilerle herkesin önüne çıkmak gibi bir sıkıntı içine sokulacaksınız. Ruh bilinciniz bu negatif takıntıları ve hatıraları azap melekleriyle şekillendirecek size… Ya da yemeğe mi düşkünsünüz? Kurtlanmış, küflenmiş ve iğrenç yemekleri yemekle azap olmaya hazır olun. Gerçekte acıkmayacaksınız belki, çünkü artık acıkan bir bedeniniz yok. Ama acıkmanın hatırası var. Hala kendinizi beden sanıyorsunuz belki ve acıkma hatırasını silemiyorsunuz ruhun hafızasından. Oruç da tutmamışsınız ki bir bilinç varlık olduğunuzu idrak edip bedenin acıkma hissini frenleyememişsiniz, bu gücü daha önce ruha öğretmemişsiniz, o sebeple acıkmanın hatırasına bile dayanamıyorsunuz. Oysa biraz dayansanız ya da ruh oruçla ortaya koyduğu gücü daha önce koyabilmiş olsaydı, o zaman dayanır ve yemezdiniz o yiyeceği ve açlık hissi bir süre sonra kaybolurdu. Ya da belki de o sahne hiç gelmezdi önünüze… Artık acıkmadığınızı ve yemeğe ihtiyacınız olmadığını anlardınız. Veya zaten düşkün olmadığınız için, belki de manası benzer bir sevabınızı rahmet melekleri kral sofrasına çevirebilirdi önünüzde…
Ama artık çare yok, yüklemediğiniz mana, öğretmediğiniz hiçbir şey kolay çıkamaz artık ruhtan… Zor öğreneceksiniz, belki de defalarca azap çektikten sonra…
Şimdi başka önemli bir ayrıntıyı anlatmak için öldüğünüz o ana dönelim. Ölümün hemen akabinde, bir süre daha dünya yaşamını (madde boyutunu) seyredersiniz. Ama aynı anda geçtiğiniz yeni boyutu da algılamaya başlarsınız. Bu algılanan boyut bir ara boyuttur. İki boyut arası, yakaza rüya görmek gibidir. Artık her iki boyutu da tam olarak algılıyorsunuzdur. Çünkü beyin hücreleri kişi öldükten sonra 36 saat canlı kalabiliyor. Bu da bilimsel bulgulardan biri… O sebeple beyin ölümden sonra dahi 36 saat algılayabiliyor ve üretebiliyor, bedeni yönetmeyi bıraksa da... Ruh da beynin bu özelliklerini ve faaliyetlerini bu kadar süre daha kullanabiliyor. Bağlantıyı uzaktan bluetooth sistemi benzeri devam ettiriyor, beyin hala canlı olduğundan... (Ölmeden ölüm denen fetih olayında da aynı sistem geçerlidir kanımca, ruh bedenle böyle bağlantı kurar, ayrılsa bile) O sebeple her iki boyut da algılanabiliyor bu süreçte… Yine bu sebeple ve sistemle beyin 36 saat boyunca ruha yükleme yapabiliyor. O sebeple "ölüyü çabuk defnedin" denir ki gerek cenaze namazından, gerek ardından yapılan dualardan, okunan Kuran’dan gelen pozitif enerjiyi alıp ruha kayıt yapabilsin. Keza bu süre içinde toprağa defin yapılması da önemli… Çünkü teyemmümde olduğu gibi topraktan alacağı pozitif enerjiyi beyin ruha aktarır ve ruh da kendindeki negatif enerjiyi beden aracılığıyla toprağa bırakır.
Diğer boyuta geçilen bu ilk an enteresandır. Hadis rivayetlerine göre ölümle ruhun bedenden ayrılmasından sonra en sıkıntı verici sahnelerden biri de burasıdır. Kişi öldüğünü anlamaz veya kabul edemez. Ne olduğunu tam olarak algılayamadığı bir süreçtir. Çünkü her iki boyut iç içedir. Uyanık rüya görmek gibi veya dünyada iken farklı bir boyutu görmek gibi… Rüyadaki yakaza hali bunu açıklayabilir belki… Her iki boyut da algılanır bir süre… Yani ruh kendi boyutunu algılıyor, beyin de 36 saat canlı kaldığı için kendi boyutunu algılamaya devam ediyor ve aralarında bluetooth sistemi benzeri bir bağlantı devam ettiği için her iki boyutu da görüyor kişi... Ama görüntüler manasız bir karışıklıkta değildir, çok olağandır. O sebeple ölen kimse ölmüş olduğunu çoğunlukla çok geç anlar denir. Hatta birçok kişi bu esnada dünya boyutundaki yakınlarıyla eskisi gibi konuşmak, iletişim kurmak ister ve bunu yapamayınca büyük sıkıntıya girer denir. Tam olarak ne olduğunu da kavrayamaz büyük bir ihtimalle, çünkü madde beyinle bağlantısı eskisinden çok daha zayıftır artık. Bu sebeple beyne ait olan düşünme melekesi de işlevini yitirmiştir artık, sadece bazı özellikleri kullanılabilir durumdadır, algı ve ruha yükleme yapma gibi... O nedenle sıkıntı içinde hep aynı şeyi yapmak için uğraşır durur, düşünemez, tıpkı rüyada olduğu gibi… Rüyada da genellikle düşünemeyiz ve mantıksızca aynı şeyi tekrarlar dururuz ve bundan müthiş bir sıkıntı duyarız. İşte aynı şekildedir bu süreç… Ben hala canlıyım, ölmedim diye bağırır, duymazlar; ağlar, işitmezler vb. Bunun işe yaramadığını da kavrayamaz bir türlü! Hele de yakınları üzgünse sıkıntısı ikiye katlanır. Ya neden üzgün olduklarını da anlamaz ve çok üzülür, ya da onları teselli etmek isteyip yapamaz ve daha çok sıkıntıya girer. O sebeple ölünün başında ağlayıp bağırmayın denir.
Neden sonra öldüğünü kavrar. Bu belki mezara defnedildiği sahnede olur. Bedenini kabre koyduklarını görünce anlar veya daha önce de anlayabilir. Bu kavrayışın süresi, dünyada bu konuda ne kadar bilinçlendiğine bağlı... Orada düşünme melekesi artık işe yaramadığı için, değerlendirmeleri pek sağlıklı olmayabilir. Kısaca, son derece sıkıntılı bir durumdur bu süreç... Ama burada bir detayı belirtmek istiyorum. Dünyada düşünme melekesini çokça kullanarak, bu özelliği ruh bilincine de aktaran ender sayıda özel kişi, o âlemde de bu yeteneğini kullanabilir. Ancak bu çok nadir olabilir ve yine de dünyadaki gibi güçlü bir kavrayış olmaz. Düşünebildiğiniz ve bu gücü ortaya koyduğunuz rüyalarınızı hatırlayın! Ama kavrayış yine de zayıftır.
Öldüğünü anladıktan sonra, büyük bir hüzne ve paniğe kapılır kişi... Sevdiklerinden ayrıldığını ve çok farklı bir yaşam boyutuna geçtiğini anlamıştır artık... Ancak tam geçiş gerçekleştikten sonra geriye sadece mutsuz ve hüzünlü ruh hali kalır, bundan başka her şey unutulur. Bunlar hep ilk anda yaşanacak olaylardır. İşte bu noktada Münker ve Nekir isimli melekler, yani kişideki melekeler/ilâhi güçler devreye girip; "Rabbin kim? Nebin kim? Kitabın ne?" sorusunu ve cevaplarını yaşatmaya başlar insana, peyderpey... "Sorgulama" bana göre mecazi veya sembolik bir anlatımdır. Gerçekte ise bu sistemsel bir değerlendirmedir ve kişinin bilinçli bir dahili yoktur bu sürece... Çünkü o soruların cevapları dünyada yüklendi çoktan ruha ve orada sadece devreler açılır. Böyle iki melek görebiliriz de görmeyebiliriz de… Ama bu soruların cevapları, dünyada tesis edilen bir inançtır, orada sonucu yaşanır veya sonucu devreye sokulur diyelim. Buna göre belirlenir artık yaşam sistemin. Ve buna göre ya rahmet melekesi harekete geçer ya azap melekesi ve tabii nebevi korunma da burada harekete geçer artık. O sebepledir "nebin kim?" sorusu vs… Sembolik anlatımlar bunlar bana göre... (Daha sonra detayını açıklayacağım bu düşüncemin)
Sonra dünya yaşamı ve anıları yavaş yavaş şuurunda silikleşmeye başlar, çünkü beyin 36 saatini tamamlamıştır, ölümü gerçekleşip faaliyetleri tamamen durmuştur artık. Dolayısıyla ruhla bağlantısı bitmiştir. Artık bu ara boyuttan tamamen çıkıp yeni yaşamını algılamaya başlamıştır kişi ruhsal algılama melekeleriyle... Durum oldukça tuhaftır. Dünya yaşamı hem algı olarak hem hafıza kaydı olarak adeta bir rüya gibi hafızasından siliniyor, unutuyordur. Artık ne yakınları vardır, ne yaşadığı bilmem kaç dünya yılı olan ömrü ve ne de orada sahip olduğu veya olamadığı şeyler. Hepsi silindi, unutuldu gitti ve büyük ihtimalle bir daha hatırlanmaz bile… Çünkü dikkat yeni yaşama yöneldi. Bambaşka bir yaşama, sanki yeni doğmuş gibi başlamıştır. Derin uyku benzeri bir durumda her şey unutulur. Artık rüyadaki misal elemine geçmiş gibidir kişi... Kabir alemi ve rüyadaki misal alemi çok benzeşir. O sebeple kabir uykusu denir. kabirde kişi uyutulur denir.
Fakat dünya yaşamından kalan ve unutulmayan bir tek şey vardır bilincinde, ki bu en önemli şeydir. O da; dünya yaşamında edindiği düşünme biçimi ve anlayışı ki bu o kişinin kitabıdır zaten. Kitap, o âlemde bir yaşam biçimi, bir algılama ve değerlendirme biçimi olur. Aslında madde âleminde de böyledir. Her birim beyninde Ümm-ül Kitab'ın ve O'ndan bize açıklanan Kur'ân'ın bir kopyasıyla doğar ve yaşamı sürecinde bundan ne okuyabilirse, ruh bilincine anlayış olarak onu aktarır. Beyninde aşikâr olan orijinalin kopyası olan O kitaptan okudukları (idraki, fark edişleri), kendi kişiye özel kitabı olarak ruh bilincinde sabitlenir. Yaşarken sana doğuştan bağışlanmış sonsuz hazineden ne aldıysan ve yaşamında ne kadarını yaşayabildinse, o anlayışla sonsuza dek yaşarsın artık. Dünyada, sonsuz yaşamındaki anlayışını bizzat imar eden durumdasındır ama haberin yoktur bundan... Oysa dünya yaşamının tek karı budur, tabii kaybı ve zararı da... Kitap, senin ilmin, bilgin veya başka bir ifadeyle, ruh bilincindir artık. Amel defterin ise, bu kitaptan okuduğun ölçüde gelişen anlayışınla yaşadıklarının film benzeri kaydıdır. Hiç bir şey eksiksiz kusursuz işlenmiştir o kitaba ve deftere… İlim kitabı yani anlayış kitabı ve amel defterin yani tüm yaşamının adeta kamerayla alınmış kaydı.
O kitapta senin bilgin, farkında oldukların ve hayat görüşün bir mana olarak yüklüdür. Eğer hatalı okuduysan, ruh bilincine de hatalı yazdın demektir ve onu da öylece okuyacaksın bir yaşam anlayışı şeklinde! O kitapla (anlayışla) sonsuza dek yaşayacaksın artık... Kitabım Kur'ân deyip sonuçlarını yaşayabilecek misin acaba? Anlayışın Kuran'ın açıkladığı gerçekler mi acaba? Ve dahi “nebin kim?” sorusuna, Hz. Muhammed diyebilmek için, nebevi hükümler olan İslâm'ın şartlarını gereği gibi yerine getirdin mi ve bu korunmadan yani nebevi korunmadan istifade edebilecek misin acaba? Çünkü test usulü cevap verilecek bir imtihanda değilsin. Sorunun cevapları, yaptıklarının bir sonucu olarak o boyutta bizzat yaşanacak tarafından... Rabbinin kim olduğunu biliyor musun? O’nu dünyada yaşarken sıfat ve manalarıyla tanıdın mı? O’nun kulu olmak nedir biliyor musun? Daha doğrusu O’na şuurlu şekilde kulluk edebildin mi? O’na teslim olabildin mi? Yoksa kendine rab edindiğin ve seni yöneten başka bir bağımlılığın var mıydı? Para, kadın, mal, evlat veya bedensel zevklerin? Rabbin gerçekten kimdi? Allah mı? Kulluğunu nasıl yaşadın ve sonucu nasıl açığa çıktı? İşte burada Rabbim Allah diyebilmek için, onu daha dünyada diyor olman gerekirdi. Lafla değil, yaşamla…  
Hadi gel de kitabına nasıl bir anlayış yükledin bir bakalım. Acaba sendeki kopyadan okuduğun hakikatleri mi yükledin ruhuna, yoksa aldanışlarını mı? Bu kitap nasıl yazılıyormuş bakalım? Amel defteri değil, anlayış kitabından söz ediyoruz. Amel defteri kıyamet ve haşr olayından sonra okunacak… Bu aşamada ise genel anlayışın sorgulanacak…
Gül, Papatya, Nergis yüklenmedi (yazılmadı) o kitaba, ama çiçek kavramı yüklendi. Gördüğün bir çiçeği tanır ve bu bir çiçek dersin. Çocukların Ali, Hasan, Ayşe, Gülseren'den ziyade, onlarda algıladığın manalar ve bu manalara yüklediğin sanal anlamlar yüklü o kitaba… Annelik duygunun özü olan sevgi, şefkat, merhamet ve koruma güdün de yüklü kitaba… Ama değer verme, bağlanma ve kopamama kavramları da yüklü o kitaba… Falancanın parasını çaldığından ziyade (onlar amel defterine yazıldı), tamah illeti yüklü kitabına… Sana azap olarak bu illeti sonsuza dek şuurunda taşıman yeter!.. Demek ki, O kitaba isimlerden ve resimlerden ziyade, manalar yüklenir. Tıpkı genetik hafıza gibi, aşinalık benzeri… Bambaşka bir âlem ve bambaşka bir ailen bile olabilir rüya benzeri o yaşamında belki... Onları gerçek sanırsın, tıpkı dünyada olduğu gibi... Burası da hayal değil mi? Ama kavramlar hafızanda var, azabın da huzurun da baki…
Yani uzun bir zaman dilimi sürecek olan kabir yaşamında dünya yaşamını birebir hatırlamayacaksınız belki (amel defterinin açıldığı yani algılanmaya başlandığı haşr aşamasına dek), ama edindiğiniz her türlü yargı, değerlendirme ve düşünme biçimi burada devreye girecek ve kalıcı olacak... Ortalama 80–90 yıl yaşadığınızı farz edin. Bu süre içinde yapılan tüm olumsuz (negatif) fiillerin ceza anlamda hesabı bir süre sonra verilir, biter. Oysa azabın sonsuzluğundan söz ediliyor. Demek ki bu tür bir hesap verme söz konusu değil… Bir anlayış biçiminin kemikleşmesi meleke kesbetmesi söz konusu demek ki... Kabir azabında veya cehennem azabında kaynayan kazanlar yoktur. Herkes ateşini kendi götürür, ayette de belirtildiği üzere...
* Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden koruyun; onun yakıtı, insanlar ve taşlardır (madde algısı); görevlileri, Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir. (Tahrim suresi, 6)
O ateş, kişinin bağımlılıkları, bağlanıp kopamadıkları, maddeye endeksli değer yargıları, düşünme biçimi, zanları, şartlanmaları ve tüm bunlardan kaynaklanan duygularıdır. Bir de bu duygularla oluşturduğu bilinç dalgalarının azap melekleriyle korkunç sahneler olarak önüne konması, ya da yine kendi bilinci tarafından bunların deşifre edilmesi diyelim.
Uzun lafın özü, eğer bu manaları yüklendinse yani bağlanma, kopamama, tamah, hırs, şehvet, kin, nefret gibi, bu yeni boyuttaki yaşamında da kopamadıkların, haddinden fazla değer verdiklerin, hırslanıp kavuşamadıkların, şehvet duygusuyla azaba girdiğin, kinle dolup taştığın, nefret duygusuyla kâbuslara girmelerin olacak demektir rüya benzeri bir hal ile... Üstelik düşünme kabiliyetin olmadığı için bu sıkıntılardan zihnini kurtarman da çok uzun sürecek ve her biri dünyadakinin iki katı sıkıntı verecek sana... Ruhun algı kabiliyeti beş duyudan daha keskin olduğundan dolayı, neye odaklanırsan ona ait duyguları çok yoğun yaşarsın. Tıpkı renk algısında olduğu gibi duygu da çok yoğun ve net yaşanır. Duygusal çözünürlüğün de çok yüksek olacaktır desek güzel benzetme olur belki...
Senin bu gibi olayları değerlendirişin ve tepkin de dünyada ruh bilincine yüklediğinden başkası olmayacaktır. Ne hal üzere ölürsen, o hal üzere dirilirsin (baas olursun) denmiyor mu hadiste? Yüklediğin değerlendirme biçimini ve manayı, başka bir anlayış ve mana ile değiştirmen de mümkün değildir, çünkü artık bunu yapacak madde beynin de yok.... Manevî ıstırap kaçınılmazdır artık, maddi gibi algılayacağın diğer azaplar yanında...
Maddi azap dediğimiz de şu: Şu günahının ışınsal bedene bürünmüş şekli olan sarışının ciğerini söktüğünde yaşadığın acıyı hatırla! Çünkü sen kendini madde beden bir varlık olarak kabul etmiştin ve ruh bilincine de bunu yazdın. Şimdi bunun faturasını ödeyeceksin, her ne kadar bir bedenin olmasa da var gibi acısını yaşayacaksın!
Dünya yaşamını diğer boyuta geçtiğin ilk anlar dışında yeniden haşr olduğun mahşer aşamasına kadar hatırlamayacaksın belki, ama bu yaşamda da sana sıkıntı verecek çok şey olacak yeni… Burada da rüya benzeri bir seyrin olacak… Belki çok zor ve alışmadığın türde olacak... Hatta bu yeni boyutu sanki yeni doğmuş gibi yaşayacaksın, daha önce yaşadıklarını ya zayıf bir anı gibi veya hiç hatırlamaksızın... Belki birçok yeni kâbusun içinde, eski bir rüya gibi kaybolup gidecek dünya yaşamın... Rüyanda nasıl dünyayı hatırlamıyorsan, farklı bir yaşamda, farklı bir kişi gibi yaşıyorsan, orada da aynı rüyadaki gibi dünya yaşamını hiç hatırlamayacaksın. Ya da rüyadan uyanıp günlük yaşama başladığında rüyanı nasıl unutuyorsan, orada da dünya yaşamı gördüğün bir rüya gibi gelecek ve hatırlamayacaksın bile... Kabir uykusu denmesi bundan işte... Yanında ne götürdüğünü veya götüremediğini dahi bilemeyeceksin. Belki bu okuduklarını bile hatırlamayacaksın. Bunların bile faydası bu dünyada, tek şansın burası... Azığını hazırlamak için veya pişman olmak için bile fırsatın olmayacak, çünkü önceden sana bir fırsat verildiğini de hatırlamayabilirsin. Orada pişman olmak için dahi çok geç anlayacağın. Pişmanlık dahi haşr sürecinde... Burada o dahi yok, sadece kabuslar var. (Doğrusunu Allah bilir)
Aryıca, dünyada bir şeyleri değiştirebileceğine hükmetmiş, kendinde bir güç olduğuna vehmetmiştin. Artık burada böyle bir gücün olmadığını sadece bir alet olduğunu anlatacak Allah sana… Eğer dünyada teslimiyet ve hakikat bilgisi ile sadece bir alet (kul) olduğunu anlayıp, yokluğu idrak edip (boşalıp) ANA RUH’un güçlerini kullanabilir hale geldinse (boşluk Ana Ruh'un güçleri ile dolduruldu ise), o zaman halin bambaşka olur tabii…
Dini nebiler bildirir, kişiyi kabir azabından korumak ve kurtarmak için… O sebeple İslam Dini teslimiyet dinidir. Teslim olarak nefsini pek çok açıdan terbiye edersen, gerçeği idrak edersin, kendini bilinç boyutunda tanımaya başlarsın, birimsellik yok oldukça yeri bütünsellikle ışınsal bedenine ve hafızana da yüklenir ve o zaman ışınsal boyuta geçtiğinde de bu güçleri kullanabilirsin. Ama bu dünyada bırak teslim olmayı bilakis "yaparım, ederim ile geçmişse ömrün (inşallah dememişsin, kısmetse dememişsin, Allah izin verirse dememişsin veyahut idrakiyle besmele okumamışsın ve kul olduğunun bilincinde değilsin), orada gücün sende olmadığı ve sadece bir alet olduğun (besmele sırrı), sana ait olduğunu zannettiğin aldatıcı o güç elinden alınarak öğretilecek sana... Burada yaparım, ederim diye düşün istediğin kadar, orada yapamayacağın anlatılacak sana, yaşayarak, deneyerek… Daha açık ifadeyle, elin kolun bağlı kılınarak ve çaresizlikle...
"Allah yanı sıra bir ilaha edinip tapıp yalvarma! O'nun zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na döndürüleceksiniz." (Kasas suresi, 88) ayetiyle anlatılmak istenenin; nefsini dahi ilah edinip onunla bir şeyler yapabileceği zannetme! O'nun yanı sıra nefsin de dâhil güç sahibi hiç bir ilah yoktur. Eğer bunu yaparsan bil ki O'nun zatından başka her şey helak olucudur. O Allah, sistemi böyle düzenledi ve mühürledi. Ve o sebeple buyurdu ki: "O'nun zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur. " Eğer bu hükme rağmen aksini düşünür ya da yaparsan, sistem (mele-i âlâ) senin bu düşünceni ve davranışını yok etmeye programlıdır ve yok edene dek durmaz o mekanizma... Bu değişmez ilkedir. Bu konuda hüküm yalnız O'nundur. İşte azap melekleri de buna yardım eder. İşin en kötü yanı ise, dünyada bu yok etme işlemiyle karşılaşmak güzeldir de kabir yaşamında derttir. Dünyada idrak edeceğin bir beynin var, ama orada o yok... Vah işini o güne bırakana ya da kaderinde böyle yazana! Dünyada çaresizlikle gelecek yokluğu idraktan kaçan cahildir, çünkü çaresizlikle yokluğu ve de kulluğu idrak işi ahirete kalmıştır ama orada da idrak şansı yoktur.
İşte böyle… Ölüm ötesi yaşamı düşününce, buradaki dertler çok basit, saçma ve geçici geliyor insana değil mi? Dertlere değil, dertlerin bize ne öğrettiğine bakmalı... İsimler değil, zihnimizde bıraktıkları manalar önem kazanmalı… Falan gelmiş, filan gitmiş, bunların hiç önemi yok... Zaten bir gün gidecekler ve belki hiç hatırlanmayacaklar bile, o halde niye üzülelim? Gelecek olan gelir, hoş geldi sefa getirdi... Gidecek olan da gider, selametle güle güle...
Eğer bu düşünme biçimine, bir de hakikat bilgisini ve teslimiyeti eklerseniz, hem rahmet melekleriyle muhatap olur ve kabir yaşamınız huzur içinde bir uyku misali veya güzel bir rüya olur. Hem de sonrasında yıldırım hızıyla sıratı geçersiniz emin olun! Çünkü hakikatin tatlı esen havası yanında, sistemin işleyişindeki acımasız hükümler devam ediyor ne yazık ki, hem de göz ardı edilemez bir şekilde… Tıkır tıkır işleyen bu sistemde duygulara yer yoktur. Bardağı yere atarsanız kırılır. O bardak nadide bir kristal de olsa, yerçekimi kanunlarının bunu dikkate alacak zaafları yoktur.
Hakikate dair değişmez gerçekler ve evrensel sistemin bu acımasız ve duygusuz (duygusuz derken zaafsız anlamında kullandım) işleyişi yanında, bakın hele şu dünyasal anlamsız dertlerimize…
Param olmadığı için yeni bir elbise alamadım; şu restoranda hiç yemek yiyemedim; şu tatile hiç gidemedim; şu takıyı hiç takamadım; şu arabada gözüm kaldı; şu görevi kapamadım; böyle bir şöhret elde edemedim; o mevkie gelemedim; gelinim iyi biri değil, damadım hayırsız, eşim çok huysuz, komşum gıcık, arkadaşım bana kazık attı vs. Tümü de o kadar boş ve anlamasız ki… Çünkü o boyuta geçmek an meselesi, her an olabilir bu... Orada bunların hiç bir önemi olmayacak... Belki orada fakir, rezil, çirkin ve çıplak gezmek zorunda olacaksın, bu anlayışla yaşayacağın utancını düşünemiyorum bile... Burada baklavaları börekleri beğenmeyen biriyken, yemek diye kokuşmuş ve kurtlanmış bir yemeği yemek zorunda kalabilirsin... Yani eğer yemeğe ihtiyacı olanın bir gün toprak olacak bedenin olduğunu bu dünyada fark etmediysen yandın! O yemeğe "ben" dediğin bilincinin ihtiyacı olduğuna inanarak öldünse, vay haline! O halini düşünmek bile istemem. Orada restoran falan da yok gideceğin. Burada lüks restoranlara gitmiş olsan da, orada bu gidişin bir işine yaramayacak, sıkıntına sıkıntı katmaktan gayrı...
Tatil fikrini de unut, zaten enteresan ve bitmeyen tuhaf bir tatile başlamış olacaksın, geri dönme şansın da olmayacak… Takıları da unut, inan o iskelet yüzlü afet sarışın seni kovalarken, üstünde ne giysi ve takı olduğu umurunda olmayacak. O boyutun güzellik kavramı, mükemmel anlayışı ve değerleri çok daha farklı... Orada giysiler değil ruhsal güç konuşacak emin ol! En değerli ve zengin olan, ruhsal gücü en yüksek olan olacak... Binemediğin arabaya, elde edemediğin şöhrete de ihtiyacın olmayacak orada... Burada etrafında flaşlar patlayan, kürkler ve mücevherlerle donanmış, limuzinlerde gezip şampanya yudumlayan ve bir dolu hayranı olan şöhretli biri olsan ne yazar? Orada seni kimse tanımayacak ve yeterli ruh gücü elde edemediysen, bir cinin kölesi olman ve azap meleklerinin ürettiği korkunç varlıkların eziyetleriyle boğuşman söz konusu olabilir. O boyutta hiç kimse dünyadayken senin kim olduğuna aldırmaz.
Dua et de o alemdeki rüyanda kendini hayvanlar âleminde bir yaratık olarak bulma... Bir sırtlan veya kirpi ya da bir böcek olduğunu ve vahşi bir ormanın ortasında gözünü açtığını düşünsene? İnsan olarak öldün de öyle dirileceğine garantin var mı? "Ne hal üzere öldünse, o hal üzere dirileceksin" deniyor, ama bu mana olarak halindir. Sen dünyada ne hal (mana) üzere yaşamıştın? "Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da aşağıdırlar" diye bildirilen ayeti hatırla! Nitekim Resulullah efendimiz, miraç hadisesinde cehennemi anlatırken, faiz yiyen bazı kişileri "kirpiler" şeklinde gördüğünden söz eder.
Kısaca, mucizeler beklemek hayalden başka bir şey değil... Üstelik kabir boyutu, sonunda cennete gidecekler için bile yaşanacak kaçınılmaz bir boyuttur. Meryem suresi 71 ve 72. ayette buyrulduğu üzere cehennem herkesin güzergâhı üzerindedir:
“Sizden oraya (cehennem’e uğramayacak hiç bir kimse yoktur !Bu , Rabbin üzerine kesinleşmiş bir hükümdür.Sonra biz, KORUNANLARI KURTARIRIZ. Zalimleri de diz üstü orada bırakırız.”
Ki o cehennem, dünya ve kabir yaşamını da kapsar. Allah, kalıcı sonsuz cehenneme girmekten korusun bizleri...
Kıyamet ve mahşer yeri konusu da başka bir dert ve sıkıntı hazırlıklı olmayanlar için… Örneğin kıyametle herkes kabir uykusundan uyanacak ve yepyeni bir bedenle ayağa kalkmış olacak… İşte o anda kabir hayatında unuttuğu tüm dünya yaşamını (hatta dünya yaşamında bile çoktan unutmuş olduklarını) hiçbir detay eksik olmaksızın hatırlayıp seyretmeye başlayacak kişi... Ruhsal hafızasındaki amel defteriyle bağlantı kuracak (yaşamının kamera kayıtlarıyla), tıpkı dünyadaki hipnoz benzeriyle… Hipnozda da kişi bu hafıza ile bağlantı kurduğu için film gibi her şeyi hatırlar, hatta doğum anına dek her şeyi… Ama görüntüler film gibi üç boyutlu renkli ve sinema benzeridir artık… Kabir âleminde ruh hafızandaki manalar rüyadaki gibi misal âleminden suretlenmişti, rahmet ve azap melekeleriyle de açığa çıkmıştı. Burada artık kaydın asıl görüntüleri var, kamera kayıtları var, rüyadaki gibi sembolik şekilleri ve misalleri değil… Açıkça yaptığın ettiğin her şeyi göreceksin artık, orijinaliyle…
Seyret o vakit ne yapıp ettiysen eksiksiz. Vicdanınla baş baş başasın artık, dünya ve o yaşamın yok olup gitmişken… O vicdan (nefsin hakikati) seni nasıl sorgular bilemem? Dünyada yaptığın hiçbir şeyin artık önemi kalmamışken… Boşa olduğunu çoktan anlamışsın zaten… Öyle bir kabirden kalktın ki… Ne kadar anlamsız ve değersiz kavgalarla geçmiş ömrün seyrediyorsun şimdi... Boşu boşuna üzdüklerin, boşu boşuna kırdıkların, boşu boşuna çalıp çırptıkların ve zulmettiklerin… Artık uğruna bir ömür harcadığın hiçbir şeyin bir değeri de önemi de yok… Bu seyir sana neler hissettirecek, seni ne kadar üzecek bir düşün!
Mahşer yerinde yeniden bedenlendiğimiz o süreçte (haşr olayı) geçmişte yapıp ettiklerimizi seyretmeye başladığımızda, vicdan muhasebesi yapmaya zorlayıcı derin pişmanlıklar ve hüzünler yaşanabilir ki bunun en kötüsü olduğu söylenir.
* O gün cehennem mahşer yerine gelir; o gün insan bütün yaptıklarını hatırlar; ancak bu hatırlayış hiç bir fayda sağlamaz. "Keşke bu hayatım için bana fayda sağlayacak şeyler yapsaydım!" der... (89/23, 24)
* Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış bulacağı kitabı önüne çıkarırız.
"Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz. (17/13-14)
Hz. Aişe bir gün cehennemi hatırlayıp ağlamıştı. Rasûlüllah aleyhisselâtu vesselâm:
– "Seni ağlatan nedir?" diye sordu.
– "Cehennemi hatırladım da ona ağladım. Siz Peygamberler kıyamet günü ailenizi hatırlar mısınız?"
– "Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz:
Mizanda (kişi) sevabının günahından ağır mı, hafif mi geldiğini öğreninceye kadar.
Amel defterlerinin dağıtılması anında; defterinin sağından mı, yoksa solundan mı verilecek olduğunu öğreninceye kadar. Cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsünde, üzerinden geçip kurtuluncaya kadar... "
[Ebu Davud]
Ümmü Seleme’den rivayetle bir diğer hadis:
Rasûl-i Ekrem bir gün:
– İnsanlar kıyamet günü çıplak ve yalın ayak (kabirlerinden) diriltilirler, buyurdu.
– "Ya Rasûlallah! Elbiselerimiz olmazsa birbirimizi çıplak görürüz", dedim.
Allah Resûlü:
– "Başlarına gelen iş, onları birbirlerine bakmaktan engelliyecek, meşgul edecek", dedi.
– "Onları meşgul eden iş nedir ya Rasûlallah?" diye sordum. Şu cevabı verdi:
– Amel defterlerinin açılması onları meşgul eder. O amel defterlerinde, karınca başı, hardal tanesi kadar küçüklükte günah ve sevaplar bile yazılı olarak vardır.  [Taberani]
Orada amel defteri sağdan verilenlerdensen, yani hayatı Allah ve Resulünün teklifleri, uyarıları ve nasihatleriyle doğru yaşayanlardan isen, kısaca sağdakilerdensen ne ala! Amel defteri soldan verilenlerdensen yani soldakilerdensen, Allah ve Resulüne ve dahi seni uyaranlara hiç aldırmadan hayatını şu anda hiç anlamı olmayan dünyaya ve dünyevi hırslara dönük yaşadıysan ve bu doğrultuda yapmadığın kötülük kalmadıysa, vay haline! Bir de ileridekiler var Kuran tanımı ile ki onlar dünyada hakikate vakıf olarak bu gerçekle üst şuur seviyesinde yaşayanlardır ki eğer ileridekilerdensen zaten söz söylemeye gerek yok, sorgusuz sualsiz kurtuldun gitti.
İza Vakıa Suresi’nden:
1. Olacak vakıa olduğu zaman.
2. Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.
3. O, alçaltıcıdır, yükselticidir.
4. Yer şiddetle sarsıldığı
5. Dağlar serpildikçe serpildiği
6. Dağılıp toz duman haline geldiği
7. Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman
8. Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!
9. Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!
10. Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.
11. İşte o yaklaştırılanlar,
12. Nimet cennetlerindedirler.
13. Çoğu önceki ümmetlerden,
14. Birazı da sonrakilerden.
15. (Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.
16. Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.
17. Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar.
18. Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.
19. Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
20. Beğendikleri meyveler,
21. Canlarının çektiği kuş etleri,
22. İri gözlü huriler,
23. Saklı inciler gibi,
24. Yaptıklarına karşılık olarak verilir.
25. Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
26. Duydukları söz, yalnız "selam", "selam" dır.
27. Sağın adamları, nedir o sağın adamları!
28. Dalbastı kirazlar,
29. Meyve dizili muzlar,
30. Uzamış gölgeler,
31. Fışkıran sular.
32. Pek çok meyve arasında,
33. Tükenmeyen ve yasaklanmayan
34. Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.
35. Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık).
36. Onları bakireler yaptık.
37. Hep yaşıt sevgililer,
38. Sağın adamları içindir.
39. Birçoğu öncekilerdendir.
40. Birçoğu da sonrakilerdendir.
41. Solun adamları, nedir o solcular!
42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,
43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
44. Ki ne serindir, ne de faydalı.
45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhate dalmışlardı.
46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra, biz mi bir daha diriltileceğiz?"
48. "Önceki atalarımızda mı?"
49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"
50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."
51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!
52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.
54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.
55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.
57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?
58. Attığınız meniyi gördünüz mü?
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.
61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).
62. Ant olsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez mi?
63. Ektiğinizi gördünüz mü?
64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
Gözünüzü daha fazla korkutup ümitsizliğe düşürmemek için, bu boyuttan ve daha da sonraki cehennemden gereğinden fazla söz etmek istemiyorum. Bu kadar paylaşım fazlasıyla yeterli kanımca... Korkunun ecele faydası yok demiş atalarımız. Bilmediğimizi yaşamaktansa bilerek hazır olmak veya hazırlanmak daha iyidir diye düşündüm. kaldı ki Kuran zaten ayrıntısıyla bu alemi anlatmış misal ve sembollerle...
Peki, ne yapmalıyız ve nasıl hazırlanmalıyız o boyuta?
Ka'b şöyle rivayet etmiştir: "Sâlih kul kabrine konulduğunda namaz, oruç, hac, cihad ve sadaka gibi sâlih amelleri onun etrafını çepe çevre sararlar."
Yine Ka'b der ki: "Azap melekleri, ayaklan tarafından geldiklerinde namaz onlara 'Ondan uzaklaşsın! Siz ona varamazsınız Çünkü beni kılmak maksadıyla Allah için bu iki ayak üzerinde uzun uzadıya ibadette bulundu' der. Bu bakımdan melekler, baş tarafından gelirler Bu sefer oruç der ki: 'Siz ona musallat olamazsınız. Çünkü o dünya evinde Allah için uzun zaman susuz kaldı. Ona bu taraftan varacak imkâna sahip değilsiniz' Böylece melekler beden tarafından gelirler. Bu sefer hac ve cihat meleklere şöyle haykırırlar: 'Ondan uzaklaşınız. O nefsini yordu, bedenine zahmet verip haccetti. Allah için cihat yaptı. Bu bakımdan ona varacak imkânımız yoktur' Azap melekleri, bu sefer elleri tarafından gelirler. Sadaka meleklere şöyle haykırır: "Arkadaşımdan uzaklaşın! Zira bu ellerden Allah için nice sadakalar çıkmıştır. Bu bakımdan ona yetişemezsiniz' Bunun üzerine o ölüye şöyle denir: 'Afiyet olsun! İyi olarak yaşadın, iyi olarak öldün'
Ka'b der ki: "Rahmet melekleri ona varırlar. Ona cennetten getirilen bir döşek ve bir yorgan sererler. Kabrinde gözün yetişebileceği kadar onun için genişlik yapılır. Cennetten ona bir kandil getirilir. Allah Teâlâ, onu kabirden hasredeceği güne kadar o kandilin ışığından nurlandırır."
Öncelikle Amentü ilkelerine iman şart! İmanı olmayanın o boyutun sıkıntılarından kurtulması imkânsız. Tüm evrensel bilgileri ruh bilincinize bu iman melekesi ile yükleyeceksiniz. Çünkü görmediğiniz hakkında bilgi alıyorsunuz, inanç olmadığında bu bilgiler pekişmez, yerleşmez.
Ve kesinlikle teslimiyet şuurunu burada öğrenerek nefsinizi ıslah ederek bazı gerçekleri bu dünyada müşahede edebilir hale gelmelisiniz.
Eğer bunların hiç birini yapamıyorsanız, sizi kurtaracak tek şey İslam’ın şartlarına harfiyen uymak, günahlardan kaçınmak, sık sık tevbe ve mümkünse hacca gitmek, namazların vakitlerini kaçırmamak, kısaca nebinin şeraitine kılı kılına uymaktır. Allah bizim günahlarımızı affetsin ve iki cihanda selamete erip bahtiyar olanlardan eylesin.
Tevbe, namaz, oruç, hac, zekât ve sadaka ile Yasin, Tebareke ve İza Vakıa surelerini bol bol okuyarak ve mümkün olduğu kadar değer yargılarından bilincimizi temizleyerek, günahlardan, özellikle gıybet ve iftiradan ve dahi kul hakkından kaçınarak korunabiliriz.
Allah yardımcımız olsun, Resulü Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselatu vesselam'ın şefaati hazır olsun. Selam, saygı ve sevgilerimle...
Dip Not: Aşağıdaki üç filmin seyredilmesini tavsiye ederim. Ölüm ötesi yaşama geçiş ve kabir azabı nedir anlamak için güzel üç misal… Orijinal isimlerini de yazdım ki dileyen internetten değil DVD’sini bulup seyredebilsin.
Ölüm Ötesi Yaşam (After Life):
http://www.okyanusum.com/filmler/afterlife.html
Çizgi Ötesi (Flatliners):
http://www.hazirfilm.com/cizgi-otesi-film-izle.html
Aşkın Gücü (What Dreams May Come):
http://www.filmc.net/askin-gucu-what-dreams-may-come-izle/
* * *
Ruh-i Hayvani’deki Enerji Sistemini Tanıyalım
Hayat Ağacı
Şimdi biraz da çakralar ismiyle bilinen oluşumun ne olduğundan söz edelim.
Madde planında, ana karnında 120. günde bir insan olarak yaşama başlayan varlığın orijinal bilgi ve enerji formülüne ruh-i hayvani veya süptil beden ya da perisperi denir demiştik. Çakralar diye bilinen oluşum ise, madde bedenimizin ışınsal boyutu ve orijinali olan bu ruh-i hayvaninin yani süptil enerji bedenin ortasındaki ana enerji kanalındaki çok önemli kilit noktalarıdır. Hayat Ağacı terimi, insanın ruh-i hayvanisindeki yani süptil bedenindeki enerji akışı şemasının bir ağacı andırması sebebiyledir. Enerji bedenin tam ortasında Uzakdoğuluların sushumma nadi dediği bir ana kanal bulunur. Çakralar da bu kanal üzerindeki kilit noktalarıdır. Bu bedenin sağ ve sol yanında dolaşan enerjiler, henüz harekete geçmemiş olan Ana Ruh'tan gelen çok özel bir enerji türünü harekete geçirir. Bu enerjiye uyuyan enerji denir ki İslam tasavvufunda ona “nefs bilinci” denir, yani benlik bilinci ya da şuuru. Uyanana dek kuyruk sokumunda korunur. Kişinin akıl baliğ olmasıyla bu bilinç uyanır. Uyandıktan sonra burada kalması ve yükselememesi hâline emmare nefs bilinci denir. Böyle kişilerin evrensel bilgiden ve kendi hakikatinden yaşam boyu haberi olmaz ve bilinçlenmez. Adeta hayvani bir bilinçle yaşayıp ölürler.
Kişi akıl baliğ olma yaşına gelince, süptil bedende sağ ve sol yanda akan enerjiler uyuyan bu enerjiyi uyandırır. Eğer bu bilinç+enerji yükselmeye başlarsa, o enerji hayat ağacının ortasında, yani sushumma nadi kanalında yükselir ve kişinin içinde bulunduğu şuur nispetinde çarka kilitlerini açarak tepe noktasına kadar yükselmeye devam eder.
Bu ana kanalda yükselen enerjinin çakra denilen merkezlerde sprial şekilde döndüğü düşünülür. Bu dönüşle kilidi açıp diğer kilide doğru yükselir. Çakralar toplam yedi tanedir. Derler ki yedi tane çarka açılınca, bunun üzerinde bir yedi çakra daha vardır. İşte diğer yedi çıkra da ışınsal ikizin, yani avatarın çakralarıdır. Bu bedende ne oluyorsa, orada da o zapt edilir demiştik. Kimilerince Kuran’da bir ayette geçen “Seb-ül Mesani yani çift yedi” kavramı da bu gerçeğe işaret eder.
Hayvan beyninde, bitkilerde veya diğer cansız oluşumlarda böyle ışınsal kopya oluşturacak yetenek yoktur. Onların madde bedenindeki manalar, ölümle yeniden ışınsal enerjiye dönüşerek yeni bir yapıyla farklı bir formda yer alır, yani yeni bir oluşumun temel taşı olurlar.
Gerek ruh-i hayvaninin, gerek ikizi olan ruh-i insaninin güçleri, gerçekte Ana Ruh’tan gelir. Kişideki Kundalini yani nefs bilinci yükselip saflaştıkça, kendini tanıdıkça, Ana Ruh’un güçleri de bu ruh-i hayvanide açığa çıkmaya başlar ve beyin tarafından ikizine de kopyalanır.
Üretilen bu avatarların cennet veya cehennemde yer almasına gelince…
Dedik ki, her kişinin süptil enerji bedeni, beyindeki birtakım güçleri aynısıyla insani ruh dediğimiz ışınsal avatara kopyalanmasına rağmen, bazı beyinler pozitif enerji tutucu alt yapı oluşturmaz. Dolayısıyla ölümle dönüştüğü anda sadece kendini ölümsüzleştirecek öz enerjisi ve negatif enerjilerle kalır. Ama bilincinin ve ışınsal yapısının yüksek titreşim frekanslarındaki dalga boylarına yükselmesini sağlayacak pozitif enerjisi yoktur. Bu da cennetlere ulaşamayacağı anlamına gelir. Dolayısıyla varlığını sonsuza dek devam ettireceği mevcut öz enerjisiyle ebediyen cehennem ortamında kalır. Hapsolduğu bu boyutta zamanla kısmen dönüşse bile o ortamdan kurtulamaz, çünkü titreşim frekansını yükseltecek enerjileri üretici madde beyni yoktur artık ve bu beynin faaliyetine bağlı olarak bir pozitif enerji tutacağı da oluşmamıştır. Dolayısıyla evrensel dalgalardan bu tip enerjileri de yakalayıp zapt edemez. Artık sonsuza dek varlığını devam ettiren o öz enerjiyle kalmaya mahkûmdur.
Şimdi diyebilirsiniz ki, ayetlerde iki melek olduğundan söz ediyor. Neden onlarda bir tane? Çünkü Kuran’da sözü edilen o iki melek, sadece iman eden insanda yani said kişilerde bulunur, iman eden insanın melekî özellikleridir. 120. günde aktif olur, demiştik.
Tüm bu açıklamalardan çıkarılacak sonuç ise, insana yapılan ilahi uyarıların önemidir. Yani kişinin orijinal canlı beyni mevcutken -ki o bir kozmik bilinç kopyasıdır- bunu idrak etmek için düşünmesini ve ekstra pozitif enerjiler üretip ışınsal bedene yüklemelerini tavsiye eden ilahi uyarıların öneminden söz ediyoruz. Sevap denilen pozitif fiillerle açığa çıkan tinsel/ruhsal enerjiyle, ibadet ve zikir gibi pozitif enerji üretici fiillerin bu açıdan önemi büyüktür. Bunu fark edenler de şanslı cennet yolcularıdır. Yol için benzin depolamışlardır bir bakıma… 
Diğerleri ise sonradan evlatlarının veya akrabalarının yollayacağına muhtaç olarak bekler dururlar. Tabii evlatlarına ve akrabalarına ne hayır bıraktığı ya da onlarda ne gibi bir iz bıraktığı da çok önemlidir bu durumda. İman etmeyenler için ise, tutucu, muhafaza edici bir özelliği olmadığından ne yapılsa boşa gider.
Ruh-i hayvanideki enerjiler
Ruh-i hayvani, varlığını meydana getiren mana terkibini bir arada tutabilmek için dışsal yolla enerji toplar, demiştik. Örneğin nefes, beslenme (su ve besinler) ve güneş yoluyla aldığı enerjiler gibi. Bu enerjileri, ibadetler ve sevap dediğimiz pozitif davranışlarda kullanır ve tinsel enerjiye dönüştürür, ışınsal avatar da bu enerji türünü yakalayıp kendine yükler.
Ancak besinlerdeki enerji en karmaşık türdür. Evrenin tekâmülü konusunda değindiğimiz gibi, bazı besinleri oluşturan manalar dünya ve madde tabiatına dair yoğun bilgi taşır. Bu yoğun ve karmaşık bilgi herhangi bir terkibi yapıya dâhil olduğunda o terkibi yapının bilincini öz gerçeğinden uzaklaştırabileceği için, bu yolla gelen enerji bilinçlenme açısından kalitesizdir. Uzakdoğulu öğretilerinde “Kişi yediklerinden ibarettir.” denir. Dolayısıyla bedenimize ne tür bir bilgiyi dâhil ettiğimize özen göstermeliyiz. Bizi öz gerçeğimizden uzaklaştıracak kadar karmaşık, maddeye dönük ve negatif tabiatlı besinlerden uzak durmamız gerekir. Oruç da zahiren bu mantıkla tutulur. Mana açısından daha derin anlamları da vardır.
İşte tüm bu sebeplerle aydınlanma yoluna giren kişiler hayvansal gıdaları olabildiğince az alıp, bitkisel gıdalara ağırlık vermişlerdir. Ancak bitkisel gıdalarda da aşırıya kaçılmamalıdır. Çünkü onlardaki bilgi de azımsanmayacak kadar madde tabiatına dönüktür.
Yeri gelmişken hemen bir konuya daha değinelim. Yediğimiz besinleri kazanma şekli de onların enerjisini olumlu ya da olumsuz etkiler. Hz. Aişe'den rivayet edilen bir hadiste bu konuya değinilmiştir.
Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh’ın bir kölesi vardı. Bu köle kazancının belli bir kısmını Ebu Bekir’e verir, o da bundan yerdi.
Yine bir gün köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebû Bekir de onu yemeğe başladı. Köle, Ebu Bekir’e:
“Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ebu Bekir de:
“Söyle bakalım, neymiş?” diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:
“Falcılıktan anlamadığım hâlde, Cahiliye devrinde birine falcılık yaparak adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe karşılık, işte bu yediğin şeyi çıkarıp verdi.”
Bunun üzerine Ebu Bekir parmağını ağzına sokarak yediklerinin hepsini kustu. (Buhari)
Nefesle alınan oksijenin enerjisi, çok çabuk hayatiyete dönüşen rafine bir enerjidir. Karmaşık bir bilgiye sahip değildir ve faydalıdır.
Vücudumuzun dörtte üçünü teşkil eden su ise, varlık planında yaratılışın başlangıç elementidir. Tüm âlemlerde, kozmostaki ilâhi enerjilerin ana iletkeni ve kozmik okyanusta var oluşun temelini oluşturan destek sistemidir su. Vücudumuzun da ana elementidir ve onun içindeki oksijenle alınan enerji de tıpkı nefeste olduğu gibi çok rafine bir enerjidir. Ayrıca, suyun üst melekî boyutlarından yani titreşim frekansı yüksek kuantsal boyutundan gelen yüksek frekansta kozmik enerjisi de mevcuttur. Bio-elektirik gücünü de yıkanma esnasında deri yoluyla çok çabuk alırız. Günde beş vakit abdestin de bu açıdan önemi vardır.
Süptil enerji bedendeki bazı enerji kanalları, deri yoluyla da kozmik enerji alımı yapar. Meselâ el, yüz, ayaklar ve baş gibi… Bunlar İslâm dininde de abdest azaları olarak bilinir.
Güneş, bitkilerin ve hayvanların büyüyüp gelişmesinde önemli bir hayatiyet kaynağıdır, pozitif ve eril bir enerjidir. Güneş’ten gelen enerji, en dolaysız, saf ve pozitif hayatiyet enerjisi olmasına rağmen, bitkiler gibi fotosentez yaparak Güneş enerjisini alamayız. Ancak o bitkileri yiyerek bu enerjiyi dolaylı yoldan alabiliriz. Fakat Güneş enerjisini doğrudan kullanabilen kabiliyette ruh-i hayvaniye sahip insanlar da vardır. Günlerce yemeden içmeden çok sağlıklı yaşayabilen Hint fakirlerine bunu nasıl yaptıkları sorulduğunda, bedenlerinin güneş enerjisini doğrudan alıp kullanabildiğini, bu enerji ile beslendiklerini söylerler.
Topraktan da oldukça rafine sayılabilecek türde kozmik enerji alırız. Sürekli üzerine bastığımız toprağın önemini fark etmek gerekir. İslâm dininde su ile abdest alınamazsa, toprakla teyemmüm edilir. Teyemmümü temizlik olarak ele alamayacağımıza göre, burada su ile alınan abdestin de sadece temizlik olmadığını anlamış oluruz. Yine ölülerin toprağa gömülmesindeki mantık da, son olarak alıp ruhuna yükleyebileceği o rafine kozmik enerji sebebiyledir. Ruh-i hayvani topraktaki pozitif enerjiyi alır, negatifi bırakır ve o esnada ışınsal avatar pozitif olanı yakalar. Ölüleri toprağa gömmeyenlerin onlara ne büyük bir kötülük ettiklerini varın siz hesaplayın. Denize atılması da olabilir, ancak deniz hayvanları tarafından parçalanıp ihtiyacı olan yükleme ve boşaltmayı yapamayabilir. O sebeple en akılcı olan toprağa gömmektir. Ateşte yakmak ise, o kişiye yapılacak en büyük kötülüktür, en cahilce olanıdır.
Baraka - Prana - Chi
Çeşitli yollarla alınan bu enerjiler ruh-i hayvanide bir takım kanallarda dolaşır. Dolaşan bu hayatiyet enerjisine, Hintliler prana, Çinliler chi, Tibetliler lung olarak adlandırıyorlar. Museviler ruh, Araplar baraka derler. Uzakdoğulular bu enerjinin ruh-i hayvaninin göğüs bölgesinde (kalp) bir ana depoda biriktiğini ve nadi isimli enerji kanallarında hareket ederek ruh-i hayvanide dolaştığını söyler. Tıpkı kanın madde bedende damarlarda dolaşması gibi... Ki zaten o enerjilerin madde bedendeki karşılığı da bunlardır.
Kundalini – Nefs Bilinci
Tasavvufun nefs bilinci dediği benlik şuuruna, Uzakdoğulular Kundalini der. Hint dilinde Kundalini'nin anlamı "saf arzunun gücü" demektir. Kuyruk sokumu hizasında bulunan bir tür uyuyan enerji türüdür. Akıl baliğ olan kişide bu bilinç+enerji uyanır. Vücudun hormonal salgılarındaki değişimle harekete geçen ruh-i hayvanideki enerji akımları bu bilinci uyandırır. Nefs bilinci yani benlik bilinci, farkındalığı değişime uğrayan, tekâmül eden bir enerji olmasından dolayı, bu bilincin kendini öz gerçeğini tanıması için ruh-i hayvaninin ortasındaki ana kanalda çakraları açarak yükselip en üst çakraya kadar yükselmesi gerekir.
"Kendini tanıyan nefsini tanır, nefsini tanıyan rabbini tanır." hadis-i şerifinde bahsedilen nefs, Uzakdoğu dilinde Kundalini’dir. 
Vahye dayalı ilâhi kitaplarda tepe noktasına ulaşmış Kundalini, "asa" olarak sembolize edilmiştir. Uyanıp tüm çakraları açarak kıyama kalkmış nefs bilincini temsil eder asa sembolü. Omurilik boyunca yükseldiği için 33 sayısı pek çok öğretide aydınlanmayı sembolize eder. Yakup’un merdiveni diye bilinen de bu yoldur. 33 basamaklı merdivene tırmanmak da bu enerjinin uyanıp kıyama kalkışıdır.
Kâbe ve Tepe Çakrası
İnsanda olduğu gibi, Dünya, Güneş sistemi ve diğer yıldız sistemlerinin, galaksilerin ve evrenin dahi prana ve Kundalini'si (nefs bilinci) vardır. Bu konudaki tüm anlatımları evrensel boyuta genişletebilirsiniz. Mikrodan makroya kadar tüm evren aynı sistemle çalışır. Örneğin Kâbe, dünyanın tepe çakrasıdır kanımca… Dünyadaki Kundalini (benlik bilinci), tepe çakrasına o noktada ulaşmıştır diye düşünüyorum. Bu konuda yine başka bir düşüncem de şu: Dünyadaki Kundalini'nin tepe çakrasına (Kâbe noktasına) ulaşmasının, İbrahim (a.s.) zamanında olması ihtimali yüksek… Çünkü Dünya'nın da bir bilinci var ve bu bilinç yeryüzündeki tüm canlıları kapsayan bir bilinçtir. Kapsadığı bilinçlerdeki uyanışla Dünya (yeryüzü) bilinci de uyanmıştır, olgunluğa erişmiştir kanımca... Bir tek kişinin uyanışı dahi yeryüzünün uyanışına sebep olur ki O da ilk İbrahim (a.s.) ile olmuştur.  
Kâbe ile ilgili bir rivayete göre; Allah, İbrahim (a.s)'ı görevlendirdikten sonra İbrahim, Sakina’nın kılavuzluğu altında Arabistan’a gelir, iki başlı bir yılan veya kasırga olarak nitelenen Sakina, Kâbe’nin bulunduğu yere gelince durur, temellerin çevresine sarılarak, yapıyı kendi üzerine kurmasını söyler. İbrahim (a.s.) onun gölgesi üzerine Kâbe’yi yapmaya başlar. İsmail (a.s.) da kendisine yardım eder. Bu rivayetteki yılan sembolü de dikkat çekicidir. Kundalini'nin de yılan şeklinde sembolize olduğunu düşünecek olursak, bunun yeryüzünde akan bir enerjinin sembolik bir anlatımı olması muhtemeldir.
Sudaki Hayat ve Zemzem
Arafat, Beytu'l-Makdis yani Mescid-i Aksa da dünyanın önemli çakralarıdır. Yine Kâbe’deki Zemzem suyu da, bu bölgede bulunan yüksek kozmik enerji vibrasyonu (titreşimi) olması sebebiyledir. Bu enerji madde planında bazı tezahürler gerçekleştirmiştir ki bunlardan en önemlisi hayatiyet kaynağı sudur. Bu sebeple Zemzem, saf, arınmış ve yüksek kozmik enerji içeren bir sudur. Kudüs altındaki yer altı nehirleri de böyle olabilir.
Kozmik enerji ile su arasında önemli bir bağlantı olması sebebiyle, insanın süptil bedenindeki her çakra açıldığında, oluşan kozmik vibrasyon nedeniyle madde bedende o çakrayı temsil eden hormonal bezlerin çalışmasında da bazı önemli değişiklikler oluşur. Bazen bu çakralardaki tıkanıklık, bu hormonal bezlerde sorunlara da sebep olabilir. Hatta bu çakraların hücre yapısında ve genler üzerinde dahi etkili olduğunu düşünüyorum. Beden sağlığından ruh sağlığına dek, bilincin evrensel gerçeklerle aydınlanması da dâhil olmak üzere, birçok konu üzerinde etkilidir çakralar.
Çakralar ve Akupunktur Noktaları
Alternatif tıp kapsamında olan akupunkturu birçoğunuz bilirsiniz. Gerek yeryüzünde, gerek insanın madde bedeninde bazı enerji düğümleri vardır. Bu enerji düğümleri, yeryüzünün ve insan bedeninin süptil enerji bedeni boyutunda dolaşır. Bu enerji akımlarının kesiştiği noktalardır akupunktur noktaları. Bilim, yeryüzündekine ley hatları ve ley hattı düğümleri diyor. Uzakdoğu öğretilerine göre hastalıklar, kişinin süptil bedenindeki enerji akışının bozulmasıyla oluşur. Bu enerji düğümlerine iğneler batırılarak enerji akışı düzenlenir ve hastalık tedavi edilir. Uzakdoğulular Batı tıbbında olduğu gibi tedavileri madde bedene değil, enerji bedene uygularlar. Bunun daha kökten ve sağlıklı sonuç olduğuna inanılır. Bu şekilde kanser tedavisi bile yapılır, enerji akışı düzenlemesini uzmanı yaparsa.
Kişisel görüşümce Efes civarı da önemli bir yeryüzü çakrası veya akupunktur noktasıdır. Meryem’in kabrinin burada bulunması da tesadüf değildir. Bu bölgeyi bilinçli olarak seçmiş ve burada yaşayıp vefat etmiştir diye düşünüyorum. Ayrıca, İstanbul’un da tıpkı Mekke ve Kudüs gibi çok önemli ve yüksek enerjili bir yeryüzü çakrası olduğu söylenir.
Dileyen yedi çakrayı ve Kundalini üzerindeki etkilerini daha detaylı araştırabilir.
Ruh-i hayvaninin elde ettiği tüm hayatiyet enerjisi, namaz, zikir, oruç, zekât, hac, tefekkür, tüm nafile ibadetler ve tevhid anlayışına dayanan pozitif şuurdan kaynaklanan fiiller şeklinde değerlendirilip, tinsel enerjiye dönüştürülür ve ışınsal beden de bu enerjileri alıp tutar.
Zikrin de çakralar üzerinde etkisi vardır. Uzakdoğulular da bu sebeple zikir yapar, tasavvuf ehli de zikir önerir. Her çakranın ayrı bir mana zikri olduğu söylenir. Eğer o zikir yapılırsa, o zikre bağlı çakranın açılması kolaylaşır denir. Bu manalar Esma-ül Hüsna olarak bilinir. Çünkü zikredilen kelime bir anahtar gibidir. Titreşimini çakranın frekansına ayarlıysa, onu açar. Uzakdoğulular da bu manaların titreşim frekansını yakalayacak sesler çıkarıp zikir yapmaya çalışmışlardır. Ama İslam tasavvufundaki gibi sağlıklı değildir. Garantörü Allah resulü ve nebisi olmayan hiçbir yöntem güvenilir değildir.
Mesela tasavvufta, Uzakdoğu öğretilerinde belirtilen bu çakraların isimleri aynısıyla geçmez, ama bu çakraların açılması durumundaki nefs bilincinin adları vardır. Mesela kuyruk sokumu çakrası açılırsa Kundalini, emmare nefs bilinci olur. Göbek altı çakrası açılırsa, levvame nefs bilinci; göbek çakrası açılırsa, mülhime nefs bilinci; kalp çakrası açılırsa, mutmainne nefs bilinci; boğaz çakrası açılırsa, raziye nefs bilinci; alın çakrası veya üçüncü göz açılırsa, mardiye nefs bilinci; tepe çakrası açılırsa, safiye nefs bilinci denir.
Uzakdoğu'nun "çakra" dediğine İslam tasavvufunda bazı ekoller; "kalp, ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs-i natıka latifeleri" der.
Kundalini ve Çakralar Ters Yönde İşlerse
Bazen insanî özelliklerle yaratılmış bir kişide uyarılan Kundalini (nefs bilinci), sushumma nadi isimli ana kanal üzerinde değil, farklı bir kanala yönelip, bu kanalda hareket etmeye başlar. Bunun çeşitli sebepleri olabilir. Fakat sonucu ölümcül rahatsızlıklara ya da psikolojik bozukluklara kadar varabilir. Ancak ehil biri tarafından tavsiye edilen doğru çalışmalarla Kundalini asıl hareket merkezine çekilebilir.
Vahiy İlmi ve Uzakdoğu Öğretilerinin Kaynağı
Önce vahye dayalı ilâhi açıklamalarla, Uzakdoğu öğretilerindeki ortak noktalar üzerinde durmak istiyorum. Çünkü aklın yolu birdir. İnsan bilinci arındıkça bazı ilahi gerçeklere ulaşabilir, Resul ve Nebilerin tebliğ ettiği semavî dinlerdeki kadar ayrıntılı ve emin bir ilim olmasa da... Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.) “İlim Çin’de de olsa onu alınız.” sözünü bilinçli olarak söylemiştir. Bazı konularda Uzakdoğu öğretilerinden faydalanabileceğimize dikkat çekmiştir kanımca.
Uzakdoğu öğretileri Musa’dan çok öncesinde de mevcuttur. Kaynağının bir nebi veya resule dayandığı da iddia edilir, ama kesin değildir. Üstelik çok eski bir tarihe dayandığından tahrif edilmiş olması ihtimali kuvvetlidir. Meselâ çok oruç tuttuğu bilinen İdris (a.s)'ın Himalaya'larda yaşadığı rivayet edilir. Fakat bu sadece bir rivayettir.
Filibeli Ahmed Hilmi birçok insanın düşünce dünyasını derinden etkileyen Amak-ı Hayal isimli eserinde Buda'yı bir veli olarak tanıtır. Velhasıl, madem bu öğretileri işaret eden bir hadis vardır, o hâlde bu konular üzerinde durmanın da faydası olacağı inancındayım.
Burada Uzakdoğu öğretilerinden doğru olduğuna inandığım bazı bilgileri, ilâhi bilgilerle karşılaştırarak sentezlemeye gayret ettim. Tamamen kişisel yorumdur. Doğrusunu sadece Allah bilir.  
Meditasyon Namaz’ın yerini tutar mı?
Bu konuyla ilgili iki soru sorulmuştu, bu konuda yazacaklarımı bu iki soruya cevap çerçevesinde ele alacağım.
1. Soru: Bir arkadaşımın tavsiyesiyle, özel bir hoca eşliğinde birkaç ay meditasyon yapmaya devam ettim. Meditasyon yaparken hissettiğim güzel duyguları namaz kılarken hissedemiyorum. Bunun sebebi nedir?
2. Soru: Namaz kılarken yoğunlaşma sağlayamıyorum. Bu şekilde kıldığım namazın bana ne faydası olabilir? Namaz kılarken aklıma hep şu ayetler geliyor: * "Vay hâline o namaz kılanların ki, kıldıkları namazın değerine aldırış etmezler." (107/4-5) ve kıldığım namazdan huzur alamıyorum.  
Gerçek farkındalıkta zevk veya acı gibi duygular yoktur. Ya zihin tam durgunluk halindedir ya da duygudan arî tepkisiz bir seyirdedir. Zevk ve acı bedenin hormonlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla bedenle ilgisi kesilmeyen bir hali farkındalık şuuru olarak tanımlayamayız. Farkındalık, kişinin kendini bilinç boyutunda tanıması durumudur. Bundan zevk ya da acı yoktur. Dolayısıyla bu tür zevk verici çalışmaların gerçek farkındalıkla ilgisi yoktur. Ayrıca, meditasyon ve diğer yöntemlerle hissedilen şuursal durumlar kalıcı değil, anlıktır. Bu tür çalışmalarda yaşanan anlık hissedişler veya birtakım zevkler, nörolojik, şuursal ve ruhsal birer açılım değildir. Bu gibi çalışmalar yapan kimseler nebevi korunma sisteminden de mahrumdur. Dolayısıyla bu anlarda negatif ışınsal varlıkların oluşturduğu obsesif etkiler altında kalması da muhtemeldir ve çok tehlikelidir. Yani genellikle gerçek anlamda bir farkındalık yoktur. Alınan şuursal zevkler de beyne yollanan negatif ışınsal etkilerle oluşan birtakım geçici hissedişlerdir çoğunlukla.
Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.) tarafından “dinin direği” olarak tanımlanan namaz ise, bu tür çalışmalarla mukayese dahi edilmeyecek muhteşem sistemsel bir olaydır, sonuçlarını kıldığınız anda fark edemeseniz de. Çünkü namaz öncelikle diğerleri gibi beşeri bir yöntem değil, Yaratıcı’nın insan için uygun gördüğü ilâhi bir yöntemdir. Üstelik nebevi korunma sistemi içinde gerçekleştiği için, obsesif etkilerden de korunur. Bir varlığı Yaratan, onun hakkında en hayırlısı neyse, onu yarattıklarından daha iyi bilir kuşkusuz. Öncelikle size namazın herkesin mutlaka bilmesi gereken iki ayrı faydasını maddeler halinde sıralayalım.
1- Bir kere namaz son nebinin önerdiği bir yöntem olmasından dolayı, bir takım ilâhi ayrıcalıklara ve garantilere sahiptir. Örneğin herhangi bir kişi meditasyon esnasında bir takım negatif ışınsal varlıkların obsesif etkisine açıkken, namaz kılan kişi bu tür etkilerden özel olarak korunur. Şöyle ki: Namazda okunan sureler, ayetler, dualar, şeytandan Allah’a sığınarak okunan besme ve niyet aşaması ve namaz öncesi alınan abdest sebebiyle sistemde kişiye özel bir korunma kalkanı oluşur ve bu tür negatif varlıklar namaz kılan kişiye kolay kolay yaklaşamaz. Dolayısıyla kişiye namaz esnasında birtakım nefsî zevkler yaşatmaları ihtimali de zayıftır. Bu sebeple namaz kılanlar, diğer çalışmaları yapanların aldığı bir takım nefsi lezzetleri duymayabilirler. Hatta bu konuda bilgisi olan kişiler, namazdan bu tür lezzetler aldıklarında, o namaza şüpheyle bakarlar. “Acaba bir yerde hata yaptım da korunma kalkanım mı zayıfladı? Dolayısıyla bir obsesif etki mi alıyorum?” gibi... Namazı Allah Resulünün tarif ettiği gibi, kurallarına uygun şekilde kılmaya başlayan kişinin aklına dünyevi şeylerin gelmesinden başka negatif etkiler alması söz konusu değildir.  
İsterseniz şimdi de namazın muhteşem diye nitelediğimiz sistemsel etkisinden söz edelim biraz.
Kişi namaza niyet edip, kıbleye döndüğü anda, onun fark edemediği içsel boyutları itibarıyla harekete geçen bir enerji ağı kurulur. Ehli tarafından “Kişi namaza durduğunda ona hizmetle görevli melekler de onun arkasında namaza durur.” denir. Yani kişi namaz kılarken, kendine hizmet eden koruyucu melekleri, yazıcı melekleri vs. gibi tüm meleklere imam olur bir bakıma. Bunun bir diğer anlamı da kişi tüm varlığı ve boyutlarıyla namaza durur demektir. Yatay olarak kıble yönündeki Kâbe’ye ve içsel olarak da özdeki yüksek vibrasyonlu evrensel pozitif enerjilere bağlanan muhteşem bir enerji ağı kurulur. Bu sebeple namazın göremediğimiz ve farkına varamadığımız boyutlarda seyreden bir yönü vardır. Kişi namaza yeterince yoğunlaşamasa da bunlar otomatik olarak gerçekleşir. Örneğin Kâbe’de el sürülen veya uzaktan selamlanan Hacer-ül Esved konusunda da böyle bir işlem geçerlidir. Uzaktan da Hacer-ül Esved’le aynı bağlantı kurulabilir. Tabii bugünkü bilimsel araçlarla ve verilerle farklı bir boyut itibarıyla kurulan bu enerji ağını ve bağını tespit ve ispat edemiyoruz belki ama şahit olan ehlinin dediğine göre olay budur. Tıpkı bunun gibi, kıbleye (Kâbe’ye) dönüp niyet ederek namaza başladığınız anda, bu işlemin bir benzeri gerçekleşiyor ve algılayamadığımız o ışınsal boyut itibarıyla ruhumuzdaki negatif enerjiden kısmen kurtuluyoruz. Namaza ne kadar yoğunlaştığınıza, namazın süresine oranla bu sıfırlanma olayının miktarı da değişebilir. Ama en kısa ve “farkındalıktan yoksun” diye kılınan namazda dahi bu işlem kısmen gerçekleşir. Çünkü namaz, nebiye iman edip kılanlar için otomatik olarak getirisi yaşanan sistemle bağları çok kuvvetli bir ibadet ve çalışmadır. Nebiye iman edenlere, bizzat O Nebi kefil olur. Kabir sorularının birinin de “Nebin kim?” sorusu olmasının sebebi de budur. İman ettiğin nebiyi söyle -ki bu şekilde O’nun açıkladığı şeriatlar ve ibadetlere göre yargılan anlamında- ve senin için O nebinin hatırına Allah ve melekleri tarafından sağlanan imtiyazlardan faydalan, gibi… Nebiye iman edip, uyan kazanır! Namaz da nebinin hatırına Allah tarafından ümmetine bağışlanan özel bir ikramdır. Nasıl kılarsan kıl, mutlaka olumlu getirisi olacaktır, derece derece de olsa.
Özetle kıldığımız namaz, son Nebi Hz. Muhammed (a.s)’ın miraç esnasından Allah’tan “ümmetim, ümmetim!” duasıyla bizim için talep ettiği özel bir imtiyazdır denilebilir. Nebinin sistem üzerindeki şuursal gücünü (dua gücünü) de biliyorsunuz. 
“Gerçekten Allah ve melekleri nebi'ye salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.” (33/56)
Bu ayetteki; “Allah ve melekleri nebi'ye salât ederler” ifadesi, “Allah ve melekleri nebiye izzet ve ikramda bulunarak arzularını sistemsel olarak yerine getirirler, sistem nebiye göre, O’nun duasına ve arzusuna göre şekillenir.” anlamındadır bana göre...
“Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin” derken de, sizler de Nebi’ye teslim olup, O’na uyarak, O’nun bu arzusuna ve duasına göre şekillenen sisteme uymuş olursunuz ve sonuçlarını yaşarsınız, demektir. Doğrusunu Allah bilir!
Namaz birçok ibadeti, çok kapsamlı bir farkındalığı ve daha pek çok şeyi bünyesinde barındıran bir ibadettir. O sebeple “dinin direğidir.” İçindeki her hareketin sembolik bir anlamı vardır. 
Namaz’ın şuursal bir getirisi de vardır. Hadis-i şerifte “Namaz miraç’tır” denir. Namaz’ın miraç olarak nitelenmesi, onun müşahede ve idrakler süreci olması dolayısıyladır. Namaz içindeki müşahede ve idrakler, yani miraç, birim benliğinizden günlük yaşamda arınmanız oranındadır. Namaz, namaz öncesinde başlar da diyebiliriz. Secdedeki yokluğu / hiçliği deneyimlemek, namazın miraç olmasıyla mümkündür. Namazın miraç olabilmesi de namaza benlik olmadan durmakla mümkündür. Daha başında Allahu Ekber diyerek, ben’ini ve dünyayı terk etmeyen kişi, namazdan şuursal yükseliş olarak istifade edemez. Ama diğer faydalarını alır.
Namaz içinde okunan ayetler, sureler ve dualar sebebiyle, namaz aynı zamanda bir zikir de olduğu için, nörolojik olarak da kalıcı sonuçları vardır. Tabii tinsel enerji ve getirisi de vardır, ama bu kalıcı olmayabilir. Çünkü bu enerjilerin söz konusu olduğu boyut itibarıyla birtakım sistemsel enerji ağları çok çabuk kurulduğundan, namazda kazandığınız pozitif enerjileri, başka bir sahada kaybetmemiz söz konusu olabilir. Örneğin kul hakkı gibi, gıybet gibi fiillerle, namaz esnasında kurtulduğumuz negatif enerjileri tekrar kendimize çekebiliriz ve pozitif enerjileri de kaybedebiliriz.
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü der ki:
"Sizden birinizin kapısı önünden bir nehir aksa ve (o kişi) her gün beş defa bu nehirde yıkansa, o kişide kir diye bir şey kalır mı?" (diye sorunca) sahâbe:
"Hayır, kir diye bir şey kalmaz." dediler.
Allah Resulü: "Beş vakit namaz da böyledir. Allah, namaz ile günahları giderir." buyurdu. 
İşte bunun sebebi de, yukarıda sözünü ettiğimiz sistem sebebiyledir. Yani niyet edip, kıbleye (Kâbe’ye) döndüğünüz ve namaza başladığınız anda, sisteme çok boyutlu olarak bağlanırsınız ve bir enerji ağı kurulur. Bunu şuurlu da yapsanız kurulur, şuursuz da yapsanız kurulur. Çünkü sistem böyle… Nebinin kendine inanıp uyanlara peşinen şefaatidir namaz.
Bu sebeple, ister şuurlu kılın, ister şuursuz, mutlaka önemli bir getirisi olduğunu bilin ve kendi hayrınız için namazı terk etmeyin lütfen!
Yasak Ağaç nedir?
Kuran-ı Kerim'de ve vahye dayalı ilâhi kitaplarda birçok hakikat mecaz ve misallerle anlatılmıştır yani anlatımlar hep semboliktir.
"Yemin ederim ki, bu Kuran'da insanlar için her türlüsünden temsil getirdik. Gerek ki iyi düşünsünler." (39/27)
Örneğin çoğunda sözü geçen "yasak ağaç" misali, evrensel bir gerçeğe işaret etmesinin yanında aynı zamanda insandaki bir gerçeğe de işaret etmek için seçilmiş bir semboldür. Ağaç tanımı, süptil enerji bedendeki enerji kanallarının bir ağacı andırması sebebiyle seçilmiş sembolik bir anlatımdır demiştik.
(Sonra Allah, Âdem'e hitap etti): "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun, dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz." (7/19)
Sen ve eşin dediği, ruh-i hayvani (Havva) ve ruh-i insanidir (Âdem). Cennetin ortasındaki ağaç ise, nefs bilincidir. Yani nefsinizin tabii arzularına uymayın denmiştir.
“Derken (şeytan) onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: ‘Rabbiniz, başka bir sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.’ dedi.” (7/20)
Ve onlara: "Elbette ben size öğüt verenlerdenim." diye de yemin etti. (7/21)
“Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi). Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri onlara seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size apaçık düşmandır, demedim mi?" (7/22)
Burada şeytan nefsin tabii arzularını temsil ediyor. Çirkin yerlerden kasıt ise cinsel organlar ve cinsel dürtülerdir. Yasak ağacın meyvesi, bedenselliğe düşüren tabii arzulardır.
Musevi mistizmi olan Kabala’nın kitabı Zohar’dan bu sembolik anlama dikkat çeken bir alıntı:
Bu dünyadan gelen bir nefes Hayat Ağacı'nın dallarını salladığında o gelecek dünyanın hoş kokusunu bu dünyada yayar ve kutsanmış ruhları canlandırır. Bu ruhlar birbirlerini uyandırarak yükselirler... ve Hayat Ağacı sevinçle dolar." ( "The Zohar" III, 173 1 in "Le Livre de la Splendeur")
Burada da Kundalini’nin yani nefs bilincinin uyanışı anlatılır.
Kundalini evrensel bilgi ile çakraların tamamını açıp yükseldiğinde evrensel bilinç boyutunda kendini tanımış olur ve yokluğunu idrak eder, saflaşır. Ama beden bilincinde hapis kalıp yükselemezse, orada tutsak kalır ve özgürleşemez. Bu da yasak meyveyi yemek yani beden bilincinde kayıtlanmaktır.
Musa (a.s.)'ın yere bırakıldığında ejderha şeklinde bir yılana dönüşen “asa”sı da, deruni manada ruh-i hayvanide yılan şeklinde kıvrılan bir enerji türü olan Kundalini’nin yani nefs bilincinin sembolik ifadesidir. Bırakıldığı “yer” de ruh-i hayvaninin maddi boyutudur. Bu ruhsal güç madde planında keramet dediğimiz olayları açığa çıkaracak bir güçtür. Örneğin Musa’nın yılan olan asası diğer yılanları yutmuştu. Çünkü nefs bilinci diğerlerinin nefs bilincinden daha üst noktadaydı. Firavunun adamlarının gösterdiği olağanüstü hâller istidraçtı, çünkü tabiatlarındaki ateş elementini kontrol edemiyorlardı. Musa ise kontrol edebiliyordu.
Musa (a.s.)'ın asa ile sürüleri gütmesi, yaprakları çırpması olarak sembolize edilen anlatımların manası da şu olabilir: İnsan topluluklarına ilahi hakikatler doğrultusunda yön veren saflaşmış nefstir.
Musa'nın Tur-u Sina'ya çıkıp Rabbi ile konuşması ise; Kundalini’nin omurga hizasındaki ana yolda alın çakrası ve zirve çakraya dek yükselip, bu çakraları açması, evrensel ilâhi hakikatler doğrultusunda aydınlanması, O bilinçle BİR'leşmesi ve O'na ayna olması ve vahiy almasıdır. Bu konudan İncil'de de bahsedilir:
“Musa’nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece insanoğlu da yukarı kaldırılmak gerektir.” (Yuhanna 3/14)
Planetler ve Kozmik Enerjileri
Önemli bir konuda planetlerden dünyaya yansıyan enerjilerdir. Meselâ Ay'ın enerjisi Güneş'in aksine dişi bir enerjidir. Ay ve bulunduğu konumlar yani yeni ay, dolunay veya içinde bulunduğu burç gibi, bedenimiz ve zihnimiz üzerinde çok etkilidir. Güneş gündüz ve uyanıklığı, Ay gece ve uykuyu temsil eder. Gündüz hayattır, gece ise ölüm. Güneş dışa dönüktür, Ay içe-öze dönüktür. Güneş zihnin dünyaya dönük maddi yüzü ve beden üzerinde etkilidir, Ay ise zihnin öze dönük yüzü ve ışınsal beden üzerinde etkindir. Güneş sol beyin üzerinde, objektif ve somut düşünce, zaman kavramları üzerinde etkilidir. Ay ise; sağ beyin, sübjektif ve soyut düşünce, görsel idrak ve mekân kavramları üzerinde etkilidir. Güneş idraktir, Ay duygulardır. Fakat eril olan Güneş enerjisi ile dişi olan Ay enerjisi dengeli olmalıdır. Biri diğerinden önde gitmemelidir ki denge sağlansın. Gece ile gündüzün eşit olması gibi...
Nefes ve Pranayama
Ağızdan nefes almak pek tavsiye edilmez. Çünkü bu şekilde nefes almak hayat enerjisi (prana) kaybına yol açar. Doğru nefes alınmadığı takdirde, akciğerler tam kapasite ile çalışmaz ve gereken verim alınamaz. Bu durumda akciğerlerin yalnız üst kısmı kullanılır ve kana daha az miktarda oksijen gider. Bu da bedenin yorgun, bitkin olmasına sebep olur ve hastalıklara direnci azaltır. Nefes alıp veriş yanlış olduğu durumda, akciğerlerin solunum sırasında ortaya çıkan toksinlerden arındırılamaz ve beden hücreleri hayati faaliyetleri için gerekli oksijeni alamaz. Diyafram hareketsiz kaldığı için, böbrekler, bağırsaklar ve diğer organlardan tam kapasite ile verim alınamaz. Yanlış nefes alıp verme, sinir sistemini ve kalbi de olumsuz şekilde etkilemektedir. Bu da birçok hastalığı beraberinde getirir.
Burun bölgesinde pozitif ve negatif enerjileri nefesle birlikte doğrudan alan enerji kanalları vardır. Bu yolla alınacak süptil hayat enerjisini de unutmamak gerekir. Sushumma nadi isimli ana enerji kanalının solunda ida nadi, sağından ise pingala nadi adında iki kanal daha bulunur, demiştik. Pingala nadi kanalı sağ, ida nadi kanalı ise sol burun deliğinden başlayarak kuyruk sokumuna kadar iner. Yine Güneş enerjisi pingala nadi kanalından, Ay enerjisi de ida nadi kanalından akmaktadır. Kaynağı Evrensel Ana Ruh olan kozmik hayatiyet enerjisi, nefes alırken hava ile birlikte vücuda girmektedir. İnsan nefes aldıkça akciğerleri oksijenle, süptil enerji kanallarını da kozmik enerji ile doldurmaktadır. Nefes, bu sebeple tüm mistik öğretilerde çok önemlidir.
İnsan nefes aldığında her iki burun deliğini kullanmaz. Belirli bir süre sağ burun deliğinden ve belirli bir süre sol burun deliğinden nefes alır. Gece sol burun deliğinden nefes alınır. Ay enerjisi insanı sakinleştirir, bu sebeple insan sol tarafı üste gelecek bir şekilde yatmalıdır. Solunum, bir burun delikten diğerine geçerken, çok kısa bir süre için her iki burun deliğinden de aynı anda nefes alındığı söylenir. Bu çok özel bir nefes şekli olarak kabul edilir ve Uzakdoğu öğretilerinde buna sushumna nefesi denilir. Sushumna nefesin ölüm anında da gerçekleştiği söylenir. Ayrıca bu nefes şeklinin güneşin tam battığında ve doğduğunda da oluştuğu söylenir.
Şimdi tam bu noktada, Allah Resulünün gece sağ yan üzerine yatılmasını öğütlediği hadisi hatırlayalım! Gece Ay'dan yansıyan hayat enerjisi sol burun deliğinden alınan nefesle geldiğine göre, sağ yana yatmak sol burun deliğini rahatlatır ve daha kolay nefes alıp vermeye yarar. Her iki burun deliğinden hava alınması ise, ölüm ya da güneşin battığı ve doğduğu andadır. Yine bu zaman diliminde namaz kılınmaması gerektiği de tavsiyeler arasındadır. Kıyamet saatinin güneşin battığı an olan "aşiyen" olarak tasvir edilmesi ve ölümün de bir tür kişisel kıyamet olduğunu da hatırlatarak, yeni bir düşünce ufku açalım. Konuyu dağıtmamak için, detaylı tefekkürü size bırakıyorum.
Bir de unutulmaması gereken şudur ki; var olan hiç bir enerji yok olmaz, ancak dönüşür. Bu hayat enerjisini doğru yönde kullanırsak, dönüşümü hâlinde atıl olarak uzaya dağılmak yerine -ki bu yolla öze döner-, işlenmiş olarak ruh bedene yüklenir. İbadetlerin bir diğer faydası da budur. Bu da diğer boyuttaki yaşamımız için çok önemli bir kredidir.

(Bu yazı, SESSİZ SÖZLER isimli romanın II. basımı için geliştirilerek hazırlanan 24. bölümünden alınmıştır. Romanın 24. bölümünden alıntı olan bu bölümün her türlü telif hakkı yazara aittir.)
 

AYŞEGÜL SAMUR
07 Kasım 2010 - İstanbul
www.sessizsozler.org
sessizsozler@hotmail.com
(Bu bölümdeki bilgiler, Kuran-ı Kerîm ayetlerinden, hadislerden, Muhiddin-i Arabî'nin eserlerinden, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın Marifetname'sinden, Şah Veliyullah Dihlevi'in Hücetullahil Baliğa'sından, Azizüddin Nesefi'nin İnsan-ı Kamil'inden, Ahmed Hulusi'nin çeşitli eserlerinden, Hintli Bilge Raghu Ram'ın sohbetlerinden, değerli dostum Şakir Yıldız'ın sohbetlerinden ve kişisel bilgi dağarcığımdan, ilham ve rüya yoluyla nasip olan keşiflerimden derlediğim kişisel sentezimdir. Hiç kimseyi bağlayıcı özelliği yoktur. Çünkü her şeyin doğrusunu sadece Allah bilir. Ayrıca, burada yazan tüm değerlendirmeler fiziki ölümle gerçekleşecek olaylara dairdir. Bir de ölmeden evvel ölüm diye adlandırılan yaşarken ölmek vardır ki -fetih olayı- ona dair işaretler de Kuran'da mecazen verilmiştir. Bu sentezlerin içinden de olayın bu yönüne dair bazı çıkarımlar yapılabilir. O değerlendirmeleri de okurlarımın kişisel sentezlerine bakıyorum, bizden bu kadar...)
 

   Kaynak; http://www.aysegulsamur.org/sy26.htm
 

Please select a language

 
 

 

 
| More
 
İstanbul - 17.01.2011
http://sufizmveinsan.com