Arşı
Taşıyan Dört MelekHer bir
Allah manası bir bilgi ve enerji dalgasıdır. Bilgi, mananın anlamıdır,
enerjisi ise, bildiğimiz enerji değil, tinsel/süptil/ruhsal bir
enerjidir (kudrettir). Bu manalar çeşitli bileşimler yani terkipler
halinde bir araya gelerek varlıkları oluştururlar. Bu varlıkların açığa
çıktığı boyutta manasal bileşimlerini koruma sürecine ömür denir. Bu
süreçte o varlığın varlığını sürdüren gücün sembolü olan melek
İsrafil’dir. İsrafil’in sura üflemesi sembolüyle anlatılmak istenen ise,
o manaların bileşiminin bozulup, ayrışıp yeni bir terkip oluşturmak için
hazır hâle gelmesidir. O sebeple İsrafil ve kıyamet bağlantılıdır. Ömrü
sona eren varlığın manalarının ayrışması ve aynı boyutta dönüşüme
uğraması ve yeni bir varlığı meydana
getirmesi olayı bu şekildedir. Ancak, eğer o mana bileşiminin bir
kopyası alındıysa, orijinal ile kopyayı ayıran güce de Azrail denir.
İsrafil, orijinali ayrıştırmaya başlamadan önce, Azrail orijinal ile
kopyayı ayırır, sonra İsrafil orijinali ayrıştırır ve dönüştürür.
İnsan, madde boyutundaki varlığını sadece kendisini oluşturan
manalardaki temel bilgi ve enerjiyle devam ettiremez. Bu bilgi ve enerji
ancak kendini ifade etmek içindir. Ancak bu bileşimi yani terkibiyeti
ayrışmadan bir arada tutacak gücün sürekli desteklenmesi gerekir. İşte
bu destek sistemine dinde rızık denir. Bu gücün sembolü ise Mikail
isimli melektir.
Tüm bu oluşumlar bir bilgi destek sistemiyle görevlerini yerine
getirirler ki bu temel bilgi gücü de Cebrail isimli melekle sembolize
olmuştur.
Arşı taşıyan dört melek sembolik anlatımıyla işaret edilen yapısal
oluşum budur.
Evrensel Tekâmül
Sayısız sonsuz Allah manaları tek bir bilinç tarafından yönetilir. O tek
bilincin emriyle bileşimler oluştururlar. Takdir ettiği süre bittiğinde
de yine O tek bilinç tarafından aldıkları komutla o güne kadar
bulundukları terkibî yapıyı bırakıp farklı bir yapıda yer almak üzere
dönüşüme uğrarlar. Bir bileşim sona erdiğinde ayrışan her bir bilgi ve
enerji dalgası/taneciği sonraki aşamada farklı bir yapıda farklı bir
şekilde kendini ifade edecektir. Bu bileşimleri oluşturan ve ayrıştıran
güce de İsrafil denir demiştik.
Kıyamet ve ölümle bu mana (bilgi) ve enerji (kudret) dalgaları
(tanecikleri) farklı formlar meydana getirmek için ayrışıp yeniden
enerjiye dönüşür ve sonra bir başka bir oluşumun bileşiminde yer alır.
Ancak, her bir bilgi ve enerji taneciği/dalgası bir önceki yaşam
formuyla ilgili deneyimlerden edindiği basit bir anlamsal hafıza da
taşımaktadır. Bu da zaman içinde yeryüzündeki yaşamın tekâmülünü ve
çeşitliliğini oluşturur. Bu bilgi, canlılarda DNA yoluyla zapt edilip
korunur. Ancak DNA’nın da kökeni atom altı kuantsal boyut ve onu meydana
getiren O tek kozmik bilinç olduğundan, madde bedenler ayrışıp, madde
enerjiye dönüşse de son deneyiminde edinilen bilgi kaybolmaz. Bilginin
saklandığı boyut kozmik bilinç boyutu olduğundan, o manalar yeni bir
formda yerini aldığında, önceki deneyimden edinilen bu manasal bilgi de
yeni formda manasal bir bilgi olarak mevcuttur artık. Hatta sadece
yeryüzünde değil, tüm evrende bu mana bilgisi vardır. Çünkü evrenin
yapısı ve bilgi ağı holografiktir. O nedenle sadece yeryüzünde değil,
aynı mana evrenin diğer bir ucunda farklı bir boyutta yer alan bir
terkipsel formda deneyimlenilmiş olsa bile, o deneyimin bilgisi, o mana
o andan sonra hangi yaşam formunda yer alsa, artık orada da manasal
olarak mevcuttur. Tüm evrenin her zerresinde holografik olarak
kayıtlıdır artık. Evrendeki tekâmül ve çeşitlilik de böyle genişleyerek
sonsuzluğa çoğalır. İşte bu bilgilerin tutulmasını sağlayan güç de
Cebrail isimli melekî güçtür.
Ruh-i Hayvani (Madde beden)
Her insan farklı bir mana bileşiminden meydana gelmiştir. Bu mana
bileşiminin ışınsal boyut itibarıyla hologram şeklinde bir yapısı
vardır. Yani madde olarak algıladığımız herhangi bir yapıya ışınsal
boyutu itibarıyla baksak, o yapı hologramik bir görüntüye sahip latif
bir şekilde görünecektir bize. İşte madde bedenlerin ışınsal boyuttaki
bu hologramik görüntüsüne ruh-i hayvani veya perisperi ya da süptil
beden de denir. Ruh-i hayvani, insanın madde yapısının orijinalidir. Beş
duyu ile de algılanan frekansta titreşimlere sahip olduğundan, bizler
onu madde bir beden olarak algılıyoruz. Fakat eğer ışınsal boyutu
görebilecek bir algımız olsaydı, orijinalini yani ışınsal yapısını
görebilirdik.
Ruh-i İnsani (Işınsal Avatar)
İnsanın mana bileşiminde yani ruh-i hayvanisinde yeryüzünde bulunan
canlılardan farklı bir özellik vardır. Bu özellik, beyninde açığa
çıkmıştır. İnsan yeryüzü halifesi olduğundan dolayı, bu özellik insan
beyninin bir ayrıcalığıdır.
Yeryüzü halifesi demek, Allah’ın manalarını yeryüzünde en güzel ve
kapsamlı açığa çıkaran ve yansıtan ayna ya da alet (kul) demektir. İşte
bu sebeple insan beynini oluşturan bilgi ve mana grubunun çok özel bazı
yetenekleri vardır. Bu yeteneklerden biri, hepimizin bildiği madde
bedenin DNA’sına yaptığı kayıttır. Kendisinden meydana gelen diğer insan
nesline kendi hafızasını bu şekilde aktarır.
İnsan beyninin bizim bilmediğimiz bir özelliği daha vardır. DNA dışında
bir de ışınsal bellek ve ruhsal enerji kaydı oluşturmasıdır. Bunun için
önce bir alt yapı oluşturur ki bu alt yapı insanın orijinal mana
terkibinin bir kopyasıdır. Bu özelliğe, orijinalle aynı özellikleri
taşıyan ışınsal bir ikiz ya da avatar üretir diyebiliriz. Sonra bu
ışınsal avatara dünya yaşamındaki tüm deneyim, bilgi ve enerji
kazanımlarını yükler. Muhteşem bir kopyalama sistemidir bu. Adeta
kişinin tümüyle bir çıktısı alınır. Zuhruf Suresi 11, 12, 13 ve 14.
ayette mecazi olarak bu oluşumun anlatıldığını düşünüyorum. Doğrusunu
Allah bilir!
11. Ki O, belli bir miktar ile gökten su indirdi de, onunla ölü bir
memleketi ‘dirilttik (ve her yanına yeniden hayat) yaydık'; siz de böyle
(kabirlerinizden diriltilip) çıkarılacaksınız.
12. Ki O, bütün çiftleri yarattı ve sizin için gemilerden ve
hayvanlardan bineceğiniz şeyleri var etti.
13. Onların sırtlarına binip-doğrulmanız, sonra doğrulduğunuz zaman,
Rabbinizin nimetini zikretmeniz ve: "Bunlara bizim için boyun eğdiren
(Allah) ne Yücedir, yoksa biz bunu (kendi hizmetimize) yanaştıramazdık"
demeniz için.
14. Ve biz elbette, Rabbimiz'e çevrilip-döneceğiz.
Ancak, insanı oluşturan mana bileşiminin ömrü bitip yeniden ayrışma
aşamasına gelene dek, bahsettiğimiz bu ikizi yani kopyası, orijinale
yapışıktır. Aralarında enerjisel bir çekim, yani bağlı kalmalarını
sağlayan bir güç vardır. İkisini birbirinden Azrail diye bilinen melekî
güç ayırır. Eğer birbirlerine bağlı olmasalar, bu ışınsal avatar
üretildiği anda, henüz üzerine dünya yaşamına dair kayıtlar yapılmadan
orijinalden ayrılıp giderdi ve bu kopyanın üretilmesinin bir amacı da
kalmazdı. Ancak, Allah’ın el-Hâfız isminden gelen bir özellikle bu yapı
korunur. Üzerine dünya yaşamının tüm hâsılasının yüklendiği bu temel alt
yapı, yani ruh-i insani dediğimiz ışınsal kopyamız, sonsuza dek ayrışıp
kaybolmayan fakat bazı dönüşümler geçirerek varlığını devam ettiren bir
tür ölümsüz yapıdır. Bu ışınsal avatara yapılan kayıtlar holografiktir,
avatarın görüntüsü ise hologram şeklindedir. Dini terminolojide “kişisel
ruh” veya “ruh-i insani” ya da “ışınsal beden” de denir. İnsanın
yeryüzünde halife olmasının sırlarından biri de bu kopya ile ölümsüzlük
özelliğini ortaya koyabilmesi dolayısıyladır. Çünkü Allah Baki’dir, bu
sıfat halife insanın ruhunda yani ışınsal avatarında aşikâr olur.
Yazıcı Melekler
Buraya kadar anladıysak, üretilen bu ışınsal kopyaya yani avatara
yapılan yüklemelerden de bahsedelim.
Madde yaşamı sürecine dair tüm hafıza kayıtları, bu yaşamdaki
deneyimlerden elde edilen tüm bilgiler ve şuur yani anlayış, kazanılan
pozitif ve negatif süptil yani ruhsal enerjiler ruh-i insani dediğimiz
bu ışınsal avatara kaydedilir.
Bu yükleme nasıl olur? Üretilen avatarın kaydedici güçleri vardır, o
sebeple kendi kendine yükleme yapar. Orijinal yapı olan ruh-i hayvanide
olan biten her şeyi (özellikle beyin faaliyetlerini) bu ışınsal ikizi
yakalayıp tutar. Işınsal ikizin bu gücüne Kuran’da Kirâmen Kâtibin
melekleri, yani şerefli yazıcılar veya Hafizıyn yani Hafaza melekleri ya
da koruyucu veya yazıcı melekler şeklinde mecazi bir ifade ile işaret
edilir. Aslında her bir ifade bu kayıt sisteminin değişik özelliklerine
işaret eder, semboliktir.
Özetle beynin ürettiği bu avatarın kaydedici, tutucu, saklayıcı ve
koruyucu özellikleri vardır. İyi veya kötü her yapılanı gözetip hıfz
etmek ve korumakla görevli melekler olarak bilinir. Hafaza ve hâfızın,
hâfız kelimesinin çoğuludur. Hâfız ismi ise esma-ül hüsnâ'dandır;
gözeten, koruyan, muhafaza eden, ayakta tutan anlamındadır. Beyin
tarafından oluşturulan ve üzerine yükleme yapılan ruh-i insani, yani
ışınsal avatar da Allah’ın Mukît isminden gelen bir özellikle
yaratılmıştır.
Hesap (Amel) Defteri
Kuran’da ve kutsal kitaplarda söz edilen “hesap/amel defteri” veya
“hesabın görülmesi” kavramı da bu kayıtların tutulmasıyla ilişkili
sembolik tanımlardır. Önümüze ciltli bir hesap (amel) defteri
açılmayacaktır. Sözü edilen defter, insanın madde planında varlığını
sürdürürken yapıp ettiği her şeyin ruh-i insanisine, yani ışınsal
bedenine veya başka bir ifade ile ışınsal avatarına kaydedilmesidir.
Madde planındaki deneyim sona erip orijinal yapı, yani ruh-i hayvani
ayrışıp geriye ışınsal kopyası olan ruh-i insani kaldığı gün, bu
kayıtların o kopyadan net bir şekilde okunması, yani hatırlanmasıdır.
Dünya yaşamında kişinin beyni beş duyu verilerinden gelen yoğun dalgalar
dolayısıyla dünya ile meşguldür veya sağlık sorunları yaşar ya da
performansını zamanla kaybeder ve bu hafıza ile bağlantı kuramaz. O
sebeple dün yaptıklarını kolay kolay hatırlamaz. Fakat madde beden ve
beyinle bağlantı kesilince tüm bu engeller kalktığı için, bu ışınsal
kayıtlar kolaylıkla ve net bir şekilde hatırlayacaktır. Kabir yaşamında
bir bilgi ve anlayış olarak, haşr diye bilinen kıyamet sonrasında ise,
görüntülü olarak, yani bir vizyon şeklinde. Nitekim hipnoz esnasında
kişi, ruh-i insani denilen bu ışınsal kopyasına yapılan kayıtlarla, yani
ışınsal hafızasıyla bağlantı kurar ve her şeyi net bir şekilde, hem de
görerek hatırlar.
O sebeple madde yapı sona erip ruh-i insani dediğimiz ışınsal
avatarımızla kaldığımız gün, önce kabir aşamasında bu kayıtlar bir
anlayış olarak devreye girecek ve rüyadaki gibi misal eleminden benzer
suretlerle şekillenecek. Sonra haşr aşamasında da adeta film şeridi veya
kamera kaydı gibi tüm madde planı yaşamı hatırlanacaktır, hipnozdaki
benzeriyle. Kişi bu ışınsal hafıza kayıtları sayesinde, dünya hayatında
o dünyaya dönük yaptığı şeyleri seyrettikçe, geride bıraktığı o dünya ve
madde bedeni uğruna yaptığı her şeyden pişmanlık duyacaktır. Çünkü
uğruna savaş verdiği ve bir ömür tükettiği madde bedeni ve onun dünyası
yoktur artık. Bunlar için çırpınarak boş yere zamanını yok etmiştir ve
ebedî yaşamını devam ettireceği ışınsal bedenine yani avatarına hiçbir
verim yüklememiştir. Bu gerçeğin görülmesinden daha büyük bir pişmanlık
ve üzüntü olabilir mi?
"Rabbinin emri gelip melekler sıra sıra dizildiği zaman ki cehennem de o
gün getirilmiştir. İşte o gün insan anlar. Fakat bu anlamanın ona ne
yararı var? "Keşke hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim." der.
Artık o gün Allah'ın edeceği azabı kimse edemez. Onun vuracağı bağı
kimse vuramaz..." (Fecr suresi, 22-30)
Özetle, yukarıda gökte, ötelerde bir yerde veya kıyamet günü bir tahtta
oturup bize hesap soran bir ilah, kral veya benzeri bir varlık olacağı
düşüncesi cahilliktir, yanlıştır, ilkeldir, gerçekten uzaktır. Kuran’ın
sembolik ifadelerini okuyamamaktır. Allah bu gibi tanımlardan
münezzehtir. O gün kişiyi hesaba çekecek olan, gördüğü gerçekler
doğrultusunda kendi vicdanı olacaktır. Allah’ın hesap sorma sistemi
budur. Bu işi sonraya bırakmamıştır, sorgulama sistemini baştan insanın
teknik yapısına koymuştur. İşleyiş bu şekilde gerçekleşeceği için
Kuran-ı Kerim’de:
“Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış
bulacağı kitabı önüne çıkarırız. Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak
sana nefsin yeter!" deriz” (İsra suresi, 13, 14) şeklinde açıklanmıştır.
Bunun işaret ettiği gerçek daha açıkça şudur: "Her insanın yaptıklarını
(veya kaderini) kendi boynuna doladık... Kıyamet sürecinde kendisine
(kişinin kıyameti olan ölümünde ya da genel anlamda mahşer sürecinde),
kaydolmuş olarak bilgisini çıkarırız. OKU yaşam bilgini (kitabını)!
Bilincin / vicdanın bu aşamada, yaptıklarının sonucunun ne olduğunu
görmeye yeterlidir."
Kabir süreci aşağıda açıklanacaktır. Bu anlattığımız kabir süreci değil,
kıyametten sonraki haşr süredir.
Peki, neden böyle bir ikiz yapıya gerek görülmüştür, madem madde bedenin
aslı da ışınsal yapıdır, sadece frekansı değişseydi olmaz mıydı?
Az önce dedik ki yeryüzünde de bir tekâmül söz konusudur. O beden
ayrışıp bu tekâmüle hizmet eder. O sebeple bir kopyaya, yani avatara
gerek görülmüştür diye düşünüyorum.
Ruhlar ezelde mi yaratılmıştır?
“Ruhlar ezelde yaratılır.” dedikleri, mana bileşimi olan orijinal
ışınsal yapıdır, yan-i ruhi hayvanidir. Fakat ahiret yaşamına onunla
değil, onun bir kopyasıyla yani avatarıyla, yani ruh-i insani ile
geçeceğiz. Ruhun ezelî ve ebedî olması sırrı da budur. İnsan beyni
el-Mukît isminden gelen bir özellikle bu ölümsüz avatarı oluşturur.
Hafiz isminden gelen özellikle de kayıtları tutup korur.
Mutasavvıflar arasında kimisi ruhların ezelde Allah tarafından topyekûn
yaratıldığını, kimisi de dünya planında beyinle yaratıldığını söyler.
İki görüş de baktığı açıdan dolayı haklıdır. Biri ruh-i hayvanidir,
orijinal kozmik bilincin ürünüdür. Diğeri onun avatarı olan ruh-i
insanidir ki onu da beyin yani kozmik bilincin insandaki kopyası üretir.
Biz bu olaya, kozmik bilincin yarattığı insani şuur yolda binek
değiştirir diyelim. Bu âleme gelirken bir binek, dönerken ikinci bir
binek oluşur. Eski mutasavvıflar buna berzah-ı evvel ve berzah-ı sani
(ikinci) derlerdi. Geliş yolu ve dönüş yolu gibisinden…
Bu açıklama, ruhlar ezelde mi yaratıldı, yoksa şimdi mi oluşuyor gibi
tartışmalara son verir diye umuyorum.
Ölüm ötesi yaşama devam edeceğimiz ışınsal ruhumuza yani avatarımıza
yapılan kayıt sistemiyle ilgili diğer bazı ayetlere de göz atalım.
Ant olsun insanı biz yarattık ve nefsinin kendisine fısıldadıklarını
biliriz. Ve biz ona şah damarından daha yakınız. Onun sağında ve solunda
oturmuş iki melek zabıt tutarken; insan hiçbir söz söylemez ki yanında
(onu) gözetleyen, dediklerini zapt eden bir melek hazır bulunmasın. Ölüm
sarhoşluğu gerçekten geldiğinde, "Ey insan! İşte bu senin öteden beri
kaçtığın şeydir." denir. Sur'a üfürülür, işte bu, tehdit(in gerçekleşme)
günüdür. Her can, kendisiyle beraber bir sevk memuru ve bir şahit
bulunduğu hâlde gelir. (Allah ona) "Ant olsun sen bundan gaflet içinde
idin. Şimdi senden gaflet perdesini kaldırdık. Bugün artık gözün
keskindir." der. Beraberindeki melek "işte yanımdaki hazır" der. (Kaf
suresi, 16-23)
Bu ayetlerde "onun sağında ve solunda oturmuş iki melek zabıt tutarken"
şeklindeki açıklama, ruh-i insaninin yani ışınsal avatarın sağında ve
solundaki tutucu, yakalayıcı ve koruyucu/hıfz edici güçlerden söz
ediliyor kanımca. Yani ruh-i hayvanide açığa çıkan pozitif ve negatif
enerjileri –sağ ve sol yanda iki ana kanalda akarlar- tutan yakalayan
ışınsal ruh beden güçlerinden söz ediliyor. Beyin ise, ürettiği ışınsal
avatarı sağ ve sol yanında bu hıfz edici özelliklerle inşa etmiştir. Her
türlü enerji ruh-i hayvanide açığa çıkar (tabii ki yönetici ve
yönlendirici şef beyindir daima), ruh-i insani de bu enerjiyi tutup
muhafaza eder.
Avatarın görüntüsü hologram şeklindedir, ona yapılan kayıt ise
holografiktir, demiştik. O sebeple bu kayıtlar sadece ışınsal bedene
değil, tüm evrene yapılmış olur. Çünkü evren yekpare holografik bir
yapıya sahiptir. Bu sebeple bir sonraki anda karşılaşılan olaylar bir
önceki anda ruhi hayvaniden açığa çıkanlar doğrultusunda bir sonuçtur.
Sebepler âleminde işler böyle yürür. Ancak sebeplerin asıl sebebi, taşın
suya atıldığı ilk noktadır. Bu ilk hareket, sonraki oluşumları
şekillendiren asıl sebeptir ki bu da ilahi takdirdir.
Koruyucu melekler
Sizi geceleyin ölü gibi uyutan, gündüzün ne yaptıklarınızı bilen, sonra
ölüm ânı gelinceye kadar gündüzleri sizi uyandırıp kaldıran O'dur.
Sonunda da dönüşünüz ancak O'nadır. Sonra bütün yaptıklarınızı size O
haber verecektir. O, kulları üzerinde hükümranlığı sürdürür ve size
koruyucular gönderir, sonunda sizden birinize ölüm geldiği vakit
elçilerimiz, hiç eksiklik yapmadan, onun canını alırlar. (En'am suresi,
60, 61)
Yukarıdaki ayetlerde de görüldüğü üzere, “koruyucu melekler” diye de
bilinen hafaza meleklerine, işte bu koruma ve saklama özelliklerinden
ötürü “koruyucu melekler” denir.
Bu meleklerin bir başka görevi de şudur:
Kişinin ibadetlerinden ya da pozitif fiillerinden açığa çıkan olumlu
enerjiler bu melekeler sayesinde ışınsal avatarında zapt edildiği için,
bu olumlu enerjiler, halen yapışık olduğu ruh-i hayvani dediğimiz ve beş
duyu ile madde algıladığımız bedeni de etki altına alan pozitif alan
oluşturur. İşte bu yoğun ruhsal enerji kişinin çevresinde tıpkı bir
kalkan gibi enerjiden bir duvar oluşturur adeta ve kişiyi başına gelecek
bir takım kazalardan, istenmeyen durumlardan ve negatif enerjilerden de
korur. Dini terminolojide buna ruh gücü denir. Hafaza melekleri
(koruyucu melekler) ışınsal ruhun güçleridir. Bu özellikleri ona beyin
yüklemiştir. Fakat gerçekte tüm evrende açığa çıkan güçlerin kaynağı
olan Evrensel Ana Ruh’un özelliklerindendir.
Hatta dua gücü bile hafaza meleklerinin gücüyle doğru orantılıdır. Kişi
beyniyle dua eder veya bir şeyi ister, ama o duanın veya arzunun
gerçekleşmesi, ışınsal avatarındaki mevcut enerjiye yani kudrete ihtiyaç
vardır. Kudret yani tinsel enerji yoksa bilinçte hayal edilen bilinçte
bir hayal olarak kalır ve bir süre sonra kaybolur, vücuda gelmez.
Dolayısıyla herkes her istediğini elde edemez. Eğer kaderinde varsa,
ruh-i hayvanide enerji üretildiği anda ister ve o isteği oluşur. Veya
avatarında da bunu oluşturacak tutulmuş enerji vardır, oluşur. Ama
kaderinde yoksa ne ruh-i hayvanide yüksek oranda enerji üretildiği anı
yakalayabilir, ne de avatarında yoğun enerji birikimi bulabilir. İlahi
irade ne derse, o olur. Fakat bu arzunun kaydı ruh hafızada olduğundan,
cennet ortamında ruh kudrete kavuşturulduğunda istediği şeye kavuşur.
Dolayısıyla Allah dualarınızı mutlaka kabul eder denir.
Şunu da belirtelim ki, ışınsal ruh bedenimizi beyin oluştursa bile biz
bunun farkında değiliz. O sebeple kendi ruhumuzu yaratıyoruz deme
hakkına da sahip değiliz. "Hâlbuki sizi de yaptığınız şeyleri de Allah
yaratmıştır." (Saffat suresi, 96. ayet)
120. Gün ve Ruhun Üflenmesi
Ayetlerde ve hadislerde söz edilen ana karnında 120. günde “ruh
üflenmesi” olayı ise kanımca şudur:
Cenin anne karnında on yedinci hafta yani dört aylık olana dek, yeni bir
mana terkibi olarak henüz dönüşümünü tamamlamamış bir prototip gibidir.
Cenin 120. günde hem madde planındaki deneyim sürecini başlatan, hem de
bu deneyimin hasılasını yükleyeceği insani ruhun yani ışınsal avatarın
oluşmasını başlatan start komutunu alır. Bu start komutuna “ruhun
üflenişi” denir. Ebedî olan insani ruhun, yani ışınsal avatarın
oluşturulma işleminin başlaması, "Ruh üflenmesi" mecazıyla
açıklanmıştır. Bu sembolik ifadeyle kastedilen, özden gelen o enerji ve
emrin madde planında ve ışınsal boyutta açığa çıkması olayıdır. Hem
kozmik bilincin bir kopyası olan madde beyin göreve başlar, hem de bir
insani ruh oluşturmaya başlar.
Ruh-i insani üretildiği andan itibaren kayıt ve yüklemeler başlar.
Ancak, insan akıl baliğ olma sürecini tamamlamadan benlik (nefs) bilinci
faaliyete geçmeyeceğinden, bundan önce ölüm gerçekleşse bile, sorgulayan
bir bilinç olmaz. O sebeple o insan manevi ıstırap gibi duygular
yaşamaz. Yani akıl baliğ yaşına gelmeden ölen çocuklardaki benlik
bilinci uykudadır, saftır. Dolayısıyla böyle nefsi sorgulamalar
yapmayacağından ıstırap da çekmezler. Benlik yani nefs bilincinden
aşağıda söz edeceğiz.
Ruh-i hayvani ve Ruh-i insaniye nasıl enerji yüklenir?
İnsanın varlığını oluşturan mana terkibini bir arada tutan güç yani
enerji çeşitli şekillerde desteklenir ve buna da rızık denir, bu rızkı
sağlayan melekî güce de Mikail denir demiştik. Bu rızık bir tür
enerjidir; yemek içmek, nefes, uyku, ibadetler, ilim, salih –işe yarar,
iyi, hayırlı- ameller dediğimiz pozitif fiiller gibi çeşitli yollardan
gelip ruh-i hayvanide toplanır ve bu bedende dolaşır. Işınsal kopyası da
bu enerjiler ruh-i hayvanide dolaşırken onları yakalayıp tutar ve
muhafaza eder. Adeta bilgisayarın CDROOM kaydı gibidir. Bilgisayar
beyin, ruh CDROOM gibi…
Bu enerjiler ruh-i insanide tutulur ve saklanır ama bazı şartlarda
kaybedilebilir de. Yani önceden şarj olanlar bazen deşarj da olabilir,
yani bazı özel şartlarda bu CDROOM kaydı bazen silinebilir. Kul hakkı,
gıybet-dedikodu ve benzeri nedenlerle bu enerjiler kaybedilebilir veya
ibadet ve sevap dediğimiz fiillerle arttırılabilir. Nasıl koruyacağımız
ve nasıl kaybedeceğimiz bize Kuran’da bildirilmiştir.
Özetle, ruh-i hayvanide açığa çıkan olumlu enerjiler ruh-i insaniye
yüklenir ve hiç kaybedilmez diye bir kural da yoktur. Hafaza
melekelerini etkisiz kılan nedenler de vardır. Ruh-i insani dediğimiz
ışınsal avatar, kul hakkı, gıybet-dedikodu veya benzer günahlarla
enerjisini kaybederse, buna dinde “amellerin boşa gitmesi” denir.
Ölümle Ruh-i İnsaniye enerji yüklenmesi biter mi?
Ölümle ışınsal ruha enerji yüklenmesi biter. Çünkü artık yüklemeyi
yapacağı bir ruh-i hayvanisi yoktur.
Ancak ışınsal ruhun, yani avatarın yakalayıcı güçleri hâlen mevcuttur.
Eğer madde planını deneyimleyen bir başka ruh-i hayvaninin beyin bölümü
topladığı enerjiyi o kişiye yönlendirirse, kendine yönlendirilen
enerjileri alıp kaydedebilir.
Mesela, kişinin hayırlı evlatlarından dua ve hayır yoluyla açığa çıkan
enerjinin, o kişinin ruhuna yani ışınsal avatarına yönlendirilmesiyle
gelen pozitif enerjiler olabilir. Kıyamet sürecine kadar, yani mahşer
aşamasına kadar bu enerji dalgalarını almaya devam edebilir. Ancak ölen
ve yaşamını ışınsal boyutta devam ettiren kişinin beyni yaşarken bu
pozitif enerjileri alıp kayıt yapacak bir alt yapı oluşturmadıysa, yani
avatarında hıfz edici bu özellikler açığa çıkmadıysa, kendisine yollanan
bu enerjileri alamayabilir. Bu enerjiler o kişiye ulaşsa da ışınsal
bedende o tür enerjileri alıp zapt edecek bir yapısal özellik mevcut
değildir, o sebeple alamaz.
Misal, size komşunuz bir tabak yemek yolladı ama yiyemiyorsunuz, çünkü
mideniz ve bağırsaklarınız yok, gibi… Ya da olsa da içlerinde bu
besinleri özümseyip kana yollayan bir mekanizma oluşmadıysa, içeri
girdiği gibi dışarı çıkar, bedende tutulamaz. Fakat bu melekeler alt
yapısında mevcutsa ve iyi çalışıyorsa, o zaman ölüm sonrasında sağ
kişilerden gelecek bu tür enerjilere çok ihtiyaç duyar.
Tabii ki dünyada hoş bir seda bırakmış olmak da bu açıdan çok önemli.
Çünkü bazı kişiler sadece evlatlarından gelenleri alabilirken -çünkü
sadece evlatları tarafından hatırlandıkları için- kimileri de geride
kalan pek çok kişiden yönlendirilen pozitif enerji dalgalarını alabilir.
Kimileri arkada kalan nesil boyunca hatırlanır, kimileri ise çağlar ve
nesiller boyunca hatırlanır. Örneğin Hz. Muhammed Mustafa (a.s.) gibi.
Diğer nebi ve resuller gibi... Veliler ve ardında insanlığa hayrı
dokunacak eserler bırakan salih kimseler gibi…
Hz. Muhammed Mustafa (a.s.)’a okunan salâvatların, O’nun ruhuna ümmeti
tarafından yollanan duaların da önemi büyüktür. Bu enerjilerle ruh gücü
gün geçtikçe daha da artacak ve mahşer günündeki şefaati de bu oranda
büyüyecektir. O sebeple Müslümanlar O’nu her dualarının başında anarlar
ve ruh-ı şeriflerine hediye ederler.
Dolayısıyla yaşarken dünyada ne gibi ve ne kadar iz bırakabildiğiniz çok
önemlidir bu açıdan.
Dedik ki, dünya yaşamında beyin bu tür pozitif enerjileri alacak kayıt
sistemini ışınsal bedende oluşturur veya oluşturamayabilir de. Fakat
negatif enerji tutucu özellik mutlaka vardır. Çünkü bellek/hafıza kaydı
tutucu özellik, negatif enerjiyi de tutabilir bir özelliktedir. Pozitif
enerji tutucu ise farklı bir oluşumdur. Bunu başka şekilde açıklamayı
deneyelim:
Sol yandaki melek sürekli görev başındadır ama sağ yandaki melek 120.
günde aktif olur veya olmaz. Eğer aktif olmazsa, sağ yandaki melek ebedî
olarak iş görmez ve süptil enerji bedende üretilen pozitif enerjileri
yakalayamaz. Bu özelliğin aktif olması kişide iman gücünün aktif
olmasıyla bağlantılıdır. Kâfir diye tanımlanan imansız kişilerde bu
özellik aktif olmamıştır ne yazık ki. Ama bu onun elinde değildir, bu da
bir kaderdir. Allah hayırlı yazılar yazmış olsun diye dilemekten başka
çare yok.
O sebeple insanlığa hayırlı iş yapan kişi eğer iman etmemiş kişi ise, bu
özelliği aktif olmadığı için, hayırla anılsa bile kendisine ulaşan
enerjileri alamaz.
Tabii bir de işin şu yanı var: Kişi iman sahibi olsa bile dünyada hoş
bir seda bırakılmadıysa, o kişiye yönelen enerji negatif de olabilir.
Işınsal beden bu negatif enerjileri her durumda alıp kaydederken,
pozitif enerji dalgalarını ise hiç alamayacaktır. Bu da tabii ki hiç
istenmeyen bir durum olur, Allah korusun! Çünkü bir mutasavvıfın
dediğine göre, yarın güneş sisteminin çekim alanından kurtulup
galaksinin farklı boyutlarındaki cennet ortamlarına ulaşabilmek için,
negatif enerjinin az, pozitifin çok olması gerekir. O gün negatif enerji
bir ayak bağı ve yavaşlatıcıdır. Bu da bir sırattan geçiş sürecini
belirler. Bu noktada poztif enerji en büyük ihtiyaç olacaktır.
120. günle ilgili hadise de bir göz atalım.
Sizin birinizin ana - baba maddeleri kırk gün ana karnında toplanır.
Sonra o maddeler o kadar zaman içinde (ikinci kırk) katı bir kan pıhtısı
hâlini alır, sonra yine o kadar zaman (üçüncü kırk) içinde mudge- bir
çiğnem ete tahavvül eder. (120. gün sonunda) ALLAH bir melek gönderir ve
tekâmül eden mudgeye (şu) dört kelime yazması emrolunur. Onun işi,
rızkı, eceli, said veya şakî olduğunu yaz, denilir.(İbni Mesud demiştir
ki; Abdullah hayatı yed`i kudretinde olan ALLAH`a yemin ederim ki, Melek
bunları yazdıktan sonra) ona ruh üflenir. (Cenin canlanır) İmdi sizden
bir kişi (bu fıtratı icabı) iyi iş işler de hatta kendisiyle Cennet
arasında yalnız bir kulaç mesafe kalır. Bu sırada (meleğin ana karnında
yazdığı) yazı gelir; o kişiyi önler. Bu defa o, Cehennemliklerin işini
işlemeğe başlar (da cehenneme girer). Sizden bir kişi de (fena) iş
işler. Hatta kendisiyle cehennem arasında ancak bir kulaç mesafe kalır.
Bu sırada (Meleğin yazdığı) kitabı gelir onu önler. Bu defa o kişi ehli
cennetin işini işler, (cennete girer.) (Buhari)
Mikail'in yapacağı iş belirlenir (rızık). Azrail'in yapacağı iş
belirlenir (ömür). Said veya Şaki olmasına göre Cebrail'in yapacağı iş
belirlenir. Sonra İsrafil sura üfler ve program başlar. İşte insanı
meydana getiren ve arşını taşıyan dört melekî güç budur bana göre.
Doğrusunu Allah bilir!
Namaz Ruhtan Negatif Kayıtları Silebilir mi?
Bunu açıklamadan önce bilgisayarların işletim sistemlerindeki veri
saklama yöntemleri hakkında internetten derlediğim bazı bilgileri
aktarmak isterim. “Bunun namaz ile ne ilgisi var?” diye sorabilirsiniz,
ama biraz sabırlı olun. Bana göre çok ilgisi var, derlediğim bu
bilgilerden sonra kurduğum o ilgiyi açıklayacağım. Şimdi çok dikkatle bu
ön bilgiyi okuyalım.
Saklanabilen bellekler (hafıza), RAM'ler ve "Sadece Okunabilir
Bellekler" yani ROM'lar (Read Only Memory) ve kasetler şeklinde
sınıflandırılır.
Peki RAM ne demek? RAM, İngilizcesi "Random Access Memory", Türkçesiyle
"Rasgele Erişilebilir Bellek" kelimelerinin baş harflerinden oluşan bir
kısaltma. RAM'in karakterini tanımlayan özelliği, bütün hafıza noktaları
neredeyse aynı hızda erişilebilir olmasıdır. Yani, sakladıkları verilere
manyetik teyplerdeki ya da CD-ROM'lardaki sıralı erişimin aksine,
sırasız ve hızlı bir şekilde rasgele erişime imkân vermeleridir. Diğer
teknolojiler veri okurken gecikmelere sebebiyet verir, RAM'ler gibi
hızlı değillerdir.
RAM'ler herhangi bir veriyi saklamak için beslemeye yani elektrik
enerjisine ihtiyaç duyduğu halde, ROM'lar besleme olmasa bile veriyi
saklayabilirler. Başka bir deyişle, birçok RAM türünde hafıza uçucudur.
Bunun anlamı, RAM'in CD-ROM'lar gibi hafıza depolama aygıtlarından
farklı olarak bilgisayar kapatıldığında içerdiği veriyi kaybetmesidir.
Sabit disk (hard disk) ise, bilgisayarınızdaki bilgileri bilgisayarınız
çalışmıyorken (bilgisayar elektriğe bağlı değilken ya da kapalıyken)
sağlıklı bir şekilde saklamak için kullanılan hafıza türüdür.
Bilgisayarın herhangi bir anda gereksinim duyduğu bilgiler geçici olarak
RAM’e yazılıp oradan okunurken, diğer bilgiler sabit diskte tutulurlar.
Sabit diskin RAM’den ne farkı vardır? RAM’ler bilgiye erişim hızı
açısından sabit diskten çok daha hızlıdır, ancak maliyetleri de o kadar
fazladır. Sabit diskler, uzun süre saklamak istediğimiz bilgiler ve
bilgisayarın kapalı olduğu anlarda bilgilerin saklanması için
kullanılırlar, verilere erişim hızı RAM’e göre oldukça düşüktür, buna
bağlı olarak da RAM’den çok daha ucuzdurlar. Sabit disk ile RAM
arasındaki temel fark buradadır.
RAM'lerin en başta gelen özelliklerinden birisi, verilere yani belleğe
erişimde sağladıkları hız olduğundan, RAM'ler sistemde çok önemlidir ve
performansı belirleyicidir. İşletim sistemi, sabit sürücünün yavaşlığını
gizlemek amacıyla, yakın gelecekte ihtiyaç duyulabilecek veriyi henüz
ihtiyaç durumu ortaya çıkmadan sabit diskten sistem RAM'leri üzerine
yükler ve gerektiğinde hızlı bir şekilde işlemcideki cache belleğe (ön
belleğe) iletilmesini sağlar.
Toparlayacak olursak, sabit diskler (Hard diskler), bilgisayarlarımızda
kullandığımız ana belleğin aksine güç kesilse bile içindeki bilgileri
korur ve bu özelliğiyle bilgisayarımıza "hatırlama" yeteneği kazandırır.
Hard diskinize bir kez kaydettiğiniz bir dosyaya bilgisayarınızı
defalarca açıp kapatsanız bile onu silmediğiniz sürece ulaşabilirsiniz.
Şimdi bu bilgiler doğrultusunda insandaki bellek konusunu ele almaya
çalışalım. İnsanın beyni bilgisayardaki işletim sistemi gibi çalışır. O
beyindeki hafıza ise, Ram ve hard disk gibidir. Ruh ise, CD-ROM gibidir.
İki namaz arasındaki günah dediğimiz şirk mantığı içeren davranışlara
ait veriler (negatif enerji+bilinç) ise, RAM'de veya Hard diskte
saklanır ve bu süre dolduğunda (namaz vakti geçtiğinde) otomatik olarak
bu verilerin CD-ROM'a (ruha) kaydı başlar ve sonraki vakitte kılınan
namaz ile bu kayıt artık silinemez.
Şimdi çok önemli ve herkesin bildiği bir hadisi şerifi hatırlayalım:
Hz. Ebü Hüreyre (radıyallâhu anh) anlatıyor: “Hz. Resulullah
(aleyhissalâtu vesselâm)’in şöyle söylediğini işittim:
- “Sizden birinizin kapısının önünden bir nehir aksa ve bu nehirde her
gün beş kere yıkansa, acaba üzerinde hiç kir kalır mı, ne dersiniz?”
– “Bu hal, onun kirlerinden hiçbir şey bırakmaz!”
dediler. Resulullah aleyhissalâtu vesselâm:
- “İşte bu, beş vakit namazın misalidir. Allah onlar sayesinde bütün
hataları siler.”
buyurdu.” [Buhâri, Mevâkît 6; Müslim, Mesâcid 282, (666); Tirmizî, Emsâl
5, (2872); Nesâî, Salât 7, (1, 231); Muvatta, Sefer 91, (1,174).]
Demek ki namaz kıldığımızda bir bakıma hafızayı besleyen elektriği
kesmiş veya kısa devre yaptırmış gibi oluyoruz ya da topraklama gibi o
enerjinin tahliyesi sağlanıyor anladığım kadarıyla ve bu tür verilerin
CD- ROM'a (ruha) kaydedilmesi işlemi engelleniyor. Doğrusunu Allah
bilir.
Kişi vakit namazlarını kaçırdığı için CD-ROM'a (ruha) kaydedilmiş bu
türden, yani negatif enerji+bilinç türünden verilerin silinmesi ise,
ancak Hac’cın Arafat kısmında açığa çıkan o büyük enerjiyle söz konusu
olabiliyor demek ki...
Ya da Kâbe’ye varıp haccı gerçekleştirmemiz benzeri bir enerji açığa
çıkarsa... Mesela mana yönüyle Kabe ile aynı anlamını taşıyan gönül
Kabe'sine (batini anlamda afaki Kabe'nin insandaki karşılığı budur)
hacceden (yani O Kabe'ye yönelen) ve bu amaçla Arafat'a çıkan (madde ve
mana sınırını geçip) Kabe'ye erişen (benliği ve kimliği oluşturan tüm
sıfatların ortadan kalkmasıyla yani hiçleşme ile, ki bu da en az nefsi
Mardiye düzeyinde bir bilince erişmekle mümkün olabiliyor) kişinin
CD-ROM'u (ruhsal kayıtlarındaki negatif enerji+bilinç) silinip
sıfırlanıyor ehlinin dediğine göre... Kuran'da da bu olay Fetih
suresinde anlatılıyor ve bu olaya Fethi mübin deniyor. Büyük zafer, yani
hakikati açıkça müşahede ile tüm eski kayıtların sıfırlanması olayı..
Tabii birim benlik ve bu benliğe izafe olan tüm sıfatlar hükmünü
yitirince, o kişiye dair şirk kapsamındaki tüm hafıza ve enerjiler
siliniyor demek ki... Kişi kalkıyor ortadan, kişiye dair bir şey kalır
mı?
Fakat arada birçok güçlü enerjiler açığa çıkaran sevap dediğimiz fiiller
de olabilir. Topyekûn CD-ROM'a yapılan negatif kayıtları silmese bile
küçük hasarlar veriyor, yani bu tür kayıtların bir kısmını silebiliyor
demek ki... Çünkü bazı fiillerin günahları silebildiğini de yine
ayetlerden ve hadislerden anlayabiliyoruz. Ama bu da açığa çıkan
enerjinin gücüne bağlı olsa gerek... O sebeple güvenilir bir yöntem
değil bana göre...
İşte tüm bu sebeplerle işi şansa bırakmayıp, beş vakit namazı atlamamak
gerekir. İşin bu şekilde olduğunu bilen, namazın zahiri yani fiziksel
yanını ihmal etmez bana göre...
Namaz, aslında Farsça bir kelimedir ve Kuran'ın tanımı olan "Salât"ın
yerini pek doldurmadığı söylenir. Namaz kelimesi, aslen Mecusilerin ateş
önünde eğilmesi için kullanılan bir kelime olduğundan, onu sadece şekli
olarak algılamaya sebep oluyor. Oysa Kuran'da salâtın şekli tarifinden
çok, bu esnada hangi şuur içinde olunması gerektiği üzerinde durulur.
Herhalde bu yöneliş, Mecusilerin namazı gibi sadece şekli bir ibadete
dönüştürülmesin diye şeklinden ziyade ruhunun üzerinde durulmuştur.
Ancak salât sadece bir bilinç değil, aynı zamanda enerji yönü de olan
bir yöneliş ve ibadet olduğundan, olayın sadece bilinçle değil âlemlerle
de ilgisi vardır. Yani sistemsel (Sünnetullah kapsamında) bir yanı da
vardır. Çünkü enerji yönü bu âleme aittir. Dolayısıyla Cebrail
tarafından Allah Resulüne tarif edilen fiili olarak bir eylemi de
vardır. O nedenle namaz (salât), usulüne uygun şekilde, yani abdest ve
diğer kuralları yerine getirilerek uygulanmalıdır.
Hadisi şeriften de bildiğimiz kadarıyla "Namaz (Salât) Mümin’in
miracıdır". Tabii Müslüman başka şey, Mümin başka şey demektir. Müslüman
İslam'a inanıp kabul eden demektir. Mümin ise, İslam'ın açıkladıklarına
tam iman sahibi ve hatta vakıf demektir. O sebeple salât (namaz),
Mümin’e miraç oluyor ancak, her Müslüman'ım diyene değil...
Miraç ise, rabbin huzuruna yükselmedir, ama nasıl bir yükselme? İsrâ
suresi 1. ayette miraç olayı anlatılırken şöyle tarif ediliyor:
"O`na delillerimizi (ayetlerimizi) gösterelim diye" şeklinde...
Demek ki miraç bir rüyet, yani seyirdir. Neyi seyir? Rabbül âlemin olan
Allah'ı seyir. Ki bu seyir ise, Allah'ın âlemlerde açığa çıkan
manalarını varlıkta seyirdir. Âlemlerde açığa çıkan manalara bakarak, bu
sahnede hâkim tek bir ilim, irade ve kudreti seyirdir. Bu şekilde bir
seyir noktasına erişmeyenin seyrine miraç denmez. Kâinattaki tek ilim,
irade ve kudret müşahede edilmelidir mutlaka, nefse yani bedenle
özdeşleştirildiğinden dolayı bir yanılsama olan bireysel bilince paye
vermeksizin...
Öte yandan Araf suresi 143. ayette de Musa aleyhisselama hitaben Allah
buyuruyor ki:
"(Sen) Beni katiyen göremezsin ve lâkin dağa bak, eğer o yerinde
durabilirse, sonra sen de beni göreceksin.."
Burada dağ benliği sembolize eder, der ehli olan âlimler. O halde O'nu
görmek ancak madde bedenle özdeşleştirilmiş illüzyon (yanılsama)
benliğin ortadan kalkmasından sonra mümkün olabiliyor demek ki...
O halde namaz bu şekilde kılınmadan miraç olamaz. Miraç olamayan bir
namaz ise, ancak iki vakit arasındaki geçmiş günahları sistemsel bir
kanun çerçevesinde (Sünnetullah gereği) siler. O sebeple mutlaka
zahiren, yani fiilen kurallarına uyularak kılınması gerekir.
Fakat miraç olan bir namaz ise, bedenle özdeşleştirildiği için birimsel
algılanan benlik illüzyonunu yok ettiği için, şirk bilincini de yok
etmiş oluyor. Şirk bilinci ortadan kalkan kişide bir daha günah
dediğimiz fiillere meyletme de kalmayacağı için (çünkü günah dediğimiz
fiillerin geri planında şirk bilinci yatar, tüm günahlar şirkten yani
illüzyon birim benlik zannından kaynaklanır), sadece geçmiş günahları
değil gelecek günahları da ortadan kalkıyor tabii olarak... Çünkü
şirkten kurtulan bir bilinçte günah dediğimiz fiile meyil de kalmaz,
mesuliyeti kabul edecek bir benlik de kalmaz. Tam bir saflık açığa
çıkar.
Fetih suresi 1 ve 2. ayetler:
1- Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsân ettik.
2- Böylece Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar. Sana olan
nimetini tamamlar ve seni doğru yola iletir.
Bu saflık ise, o insanın Hz. Ali'nin de kendisini tarif ettiği gibi
Fatiha ve Besmele sırrıyla yaşamaya başlamasıdır. Besmele sırrıyla yaşam
ise, mutasavvıfların tarif ettiği gibi B sırrıyla kulluk etmektir. Ki
işte o kulluk saflaşan kişinin kulluğudur.
Bazı âlimler kulluğu "alet" olmak olarak tarif ediyor. Şahsen bu tarifi
çok seviyorum. Kendi dilimizden bir kelime olarak B sırrını ve kulluğu
çok güzel tanımlıyor. (Beynin kavrama ile ilgili çalışma sisteminden
ötürü ana dil, anlayışta ve idrakte çok ama çok önemli bir fonksiyondur
diye düşünüyorum. Dolayısıyla anlayışın ve kavrayışın yüksek olmasını
istiyorsak, bu tür kavramları açıklarken mutlaka herkes kendi ana dilini
kullanmalıdır.) Bir alet, kendisini tutan ustanın eli olmadan hiç bir
işe yaramaz. Onu tutan bir usta olmalıdır mutlaka... Çünkü bir alet ne
kadar mükemmel ve işe yarar olursa olsun, onu kullanan bir usta
olmaksızın tek başına hiç bir şey yapamaz. Aletin çok işe yarar ve
mükemmel olması, onu usta da yapmaz. Alet her zaman alettir. Aletin usta
elinde hiç arıza yapmadan iyi çalışması, onun kapasitesiyle ve ustaya
tam teslimiyetiyle doğru orantılıdır. Arıza yapan alet gibi, A-Rıza
(rıza göstermeyen) insanın kulluğu da makbul sayılmaz. Aletler,
kullardır; onları kullanan "tek usta" ise, "Rabbül âlemin Allah'tır"
tabiri caizse... Bir misal vermek istedim, umarım uygunsuz kaçmamıştır.
Her şeyin doğrusunu yalnızca Allah bilir. Doğrular O'ndan, yanlışlar
benden (nefsimdendir).
Kaynaklar:
1- http://www.sermerane.com/sabit-disk-harddisk-nedir.html
2-
http://www.bilgisayar.tv/d-500-nakart,Hard+Disk,Ekran+Kartlari,Ram,Modem,Islemciler+Hakkinda+Genis+Bir+Dokuman.html
3- Vikipedi
* * *
Kabir Hayatı, Kıyamet, Haşr, Sırat ve Cennet
Ölüm ötesi yaşam hakkında çok çeşitli fikirler ileri sürülüyor. Bu
konuda vahyin, nebi ve resullerin bildirdiği dışında kesin bir bilgimiz
yok. Ancak bize bildirilenlerden yola çıkarak vardığımız bir takım
sonuçlar veya ilhamlar ve keşifler olabilir. Benim de ölüm ötesi yaşamla
ilgili ayet ve hadisleri okuyarak vardığım bir takım sonuçlar ve yine bu
konu üzerinde derinlemesine düşünürken aldığım ilhamlar ve bir takım
keşiflerim var.
"Gayb hakkında konuşan, havanda su dövüyordur" derler, ama şahsen bu
fikre katılmıyorum. Gaybı Allah bilir ve dilediğine de dilediği kadarını
bildirir! Üstelik gaybın bilinmezliği mutlak gayb yani Allah'ın Zat'ı
açısındandır. Göresel gayb ise, beş duyu sınırlılığı ve bedensel
kayıtlarla alakalıdır. Allah dilediğine, dilediği zaman bu sınırları
kaldırıp, dilediği kadarını bildirir.
Kuran-ı Kerim’de ölümü ve ölüm ötesi yaşamı, cennet ve cehennemi anlatan
pek çok ayet vardır. Fakat içlerinden özel olarak bazılarını seçip
aktarmak isterim:
* Her nefis ölümü tadacaktır. Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz
olarak verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete konursa o,
gerçekten kurtuluşa ermiştir. Dünya hayatı, aldatıcı zevkten başka bir
şey değildir. * Muhakkak siz, mallarınız ve nefisleriniz hususunda
imtihan olunacaksınız. Sizden önce kendilerine kitap verilenlerden ve
Allah'a şirk koşanlardan size eziyet verici bir çok söz işiteceksiniz.
Eğer sabreder ve Allah'tan gereği gibi korkarsanız, şüphesiz işte bu
azmi gerektiren işlerdendir. (Âl-i İmrân sûresi, 185, 186)
* Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında, "Rabbim,
der, lütfen beni (dünyaya) geri gönder," * "Ta ki, boşa geçirdiğim
dünyada iyi iş (ve hareketler) yapayım." Hayır! Onun söylediği bu söz
(boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri
güne kadar (süren) bir berzah vardır. * Sûr'a üflendiği zaman aralarında
artık ne soy sop (çekişmesi) vardır, ne de birbirlerini
soruşturacaklardır. * Böylece kimlerin tartıları ağır basarsa, işte asıl
bunlar kurtuluşa erenlerdir. * Kimlerin de tartıları hafif gelirse,
artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; (çünkü onlar) ebedî
cehennemdedirler. (Mü'minun suresi, 99-103)
Bera' İbn Âzib'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte ruhun cesetten
çıkışı ve mezara konuluncaya kadar başından geçen olaylar şöyle
anlatılıyor:
"Resulullah (a.s.) ile birlikte ensardan bir adamın cenazesine gittik.
Kabre vardığımızda mezar henüz kazılmamıştı. Resulullah (a.s.) oturdu,
biz de yanı başına oturduk. Sessiz duruyorduk. Resulullah (a.s.)
elindeki bir odun parçasıyla toprağı karıştırıyordu. Birden bire başını
kaldırdı ve iki ya da üç kere: "Kabir azabından Allah'a sığının!" dedi.
Ve sonra şöyle buyurdu: "Mümin kul dünyadan ayrılmak ve ahirete göçmek
üzereyken ona semadan yüzleri güneş gibi parlak melekler, Cennetten
getirdikleri kefen ve kokularla gelip başucuna oturur ve şöyle der: Ey
iyi ruh, çık ve Allah’ın mağfiretine rızasına kavuş. Kabın ağzından
suyun aktığı gibi ruhu çıkar ve onu ölüm meleği alır. Hazır olan
melekler, göz açıp kapayıncaya kadar bir zaman içerisinde müminin ruhunu
ölüm meleğinin elinden alıp, getirdikleri kefen ve güzel kokular içine
koyarlar ki, ondan çıkan miskten daha güzel bir koku yeryüzüne yayılır.
O ruhu hemen yükseltirler. Rastladıkları her melaike topluluğu bu hoş
kokunun ne olduğunu sorarlar. Müminin güzel kokulu ruhunu yükselten
melekler de onun dünyadaki en güzel isimleriyle falan oğlu falan diye
söylerler. Ta ki, dünya semasına varınca gök kapılarının kendisine
açılmasını isterler. Gök kapıları açılır ve yükselirken ta yedinci kat
semaya kadar her semada bulunanlar onu daha sonraki en yakın semaya dek
uğurlarlar. Böylece yedinci kat semaya gelince Allah Telala: "Kulumun
kitabını (dünyada işlemiş olduğu iyi amelleri) İlliyyûn'a, yani Levh-i
Mahfuz'un bir kıtasına yazın ve onu yeryüzüne iade edin. Ben Azîmuşşân
onları topraktan yarattım. Yine toprağa çevireceğim ve ikinci defa ondan
çıkaracağım." buyurur ve melekler ruhu yeryüzüne indirirler. Ceset kabre
girdikten sonra da ruh cesede iade olunur...” (Ahmed b. Hanbel, Mûsned,
c. IV, s. 287-288; c. IV, s. 295-29;)
"Ölüm meleği Azrail'in yardımcıları, rahmet ve azap meleklerindendir.
Bir insan vefat edeceği zaman ölüm meleği ile birlikte rahmet ve azap
melekleri de hazır olur. Bunların sayılarının dört, ya da üç rahmet, üç
de azap olmak üzere altı olduğunu bildiren rivayetler vardır." (Hasan
el-İdvi, el-Hamzavi, Meşariku’l-envar, s. 25-26.)
"Azrail ve rahmet melekleri eceli gelmiş olan mümine güzel surette
görünüp rıfk ile yumuşaklıkla muamele ederler. Müminin ruhuna: "Çık, ey
güzel cesette bulunan doygun ruh. Hamd edici ve Allah'ın rahmetiyle,
güzelliklerle müjdelenmiş olarak çık ve Rabbine kavuş." diye hitap
ederler." (Kaynak: Şa'râni, Tezkiretü’l-imam Ebi Abdillah el-Kutubi, s.
17, Kahire, 1310)
"Ölüm anında insanın yanına gelen melekler, kâfire son derece korkunç
bir surette görünerek şöyle hitap ederler: "Çık, ey habis cesette olan
habis ruh. Alçaltılmış olarak ve Cehennemle müjdelenmiş olarak çık." Bu
hitap ruhun çıkışına dek sürer." (Şa'rani, ag.e. s. 17.)
Kelbi demiş ki:
"Melekü´l-mevt (Azrail) ruhu cesetten alır, rahmet veya azap meleklerine
teslim eder. Ölüm meleğinin mümin ve kâfire nispeten seklinin değişmesi
ise açıktır. Çünkü «meleklerin istedikleri sekle girebildikleri»
bildirilen bir meseledir." [İmam Celaleddin Es-Suyuti, Kabir Âlemi,
Kahraman Yayinlari: 106.]
Bir hadiste de Allah resulü şöyle buyururlar:
"Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçedir veya Cehennem çukurlarından
bir çukurdur" (Tirmizî, kıyamet, 26).
Başka bir hadiste de şöyle buyurur:
"Ölü mezara konulunca, birine Münker, diğerine Nekir adı verilen siyah
mavi iki melek gelir; ölüye derler ki: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat
hakkında ne dersin?" O da şöyle cevap verir. "O, Allah'ın kulu ve
Resulüdür. Ben şahitlik ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur, Muhammed
de O'nun kulu ve elçisidir. Bunun üzerine melekler; Biz senin böyle
diyeceğini zaten bilmekte idik", derler. Sonra onun mezarını yetmiş
arşın genişletirler. Daha sonra bu ölünün mezarı ışıklandırılır ve
aydınlatılır. Daha sonra melekler ölüye: " Yat ve uyu " derler. O da;
"Aileme gidin de durumu haber verin" der. Melekler ona; "Zifafa giren ve
sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi mahşer
gününe kadar sen uyumana devam et" derler. Eğer ölü münafık olursa,
melekler şöyle der: "Şu Muhammed (s.a.s) denilen zat hakkında ne
dersin?" Münafık da şöyle cevap verir: "Halkın Muhammed hakkında bir
şeyler söylediklerini işitmiş, ben de onlar gibi konuşmuştum. Başka bir
şey bilmiyorum. Melekler ona; "Böyle diyeceğini zaten biliyorduk"
derler. Daha sonra yere "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" diye
seslenilir. Yer de sıkıştırmaya başlar. Öyle ki o kimse kemiklerini
birbirine geçmiş gibi hisseder. Mahşer gününe kadar bu sıkıntı devam
eder" (Tirmizi Cenâiz 70).
"İnsan öldükten sonra kabre konulunca, Münker ve Nekir adında iki melek,
kendisine gelerek; "Rabbin kimdir? Peygamberin kimdir: Dinin nedir?"
diye sorarlar. İman ve güzel amel sahipleri bu gibi sorulara doğru cevap
verirler. Bu gibi ölülere cennet kapıları açılır ve Cennet kendilerine
gösterilir. Kâfir veya münafık olanlar ise bu sorulara doğru cevap
veremezler. Onlara da Cehennem kapıları açılır, oradaki azap kendilerine
gösterilir. Müminler nimet içerisinde, sıkıntısız ve huzurlu yaşarken,
kâfir ve münafıklar ise kabirde azap göreceklerdir." (bk. ez-Zebîdî,
Tecrîdi Sarih, terc. Kamil Miras, Ankara 1985, IV 496 vd.).
Demek ki, ölen kişinin ölüm anında ve sonrasında yaşayacakları onun
Mümin ya da kâfir olması, hayırlı ya da günahkâr olması açısından
değişir. Bu konuya sonra yeniden dönmek üzere, kabir âleminin yapısından
söz edelim biraz.
Ölüm ötesi yaşam, dünya yaşamıyla mukayese edilemeyecek çok farklı bir
yaşamdır. Dünya yaşamına dair bildiğimiz hiçbir kural orada geçerli
değildir. Kanunları da çok farklı işler. Çünkü dünya, madde bedenin beş
duyusuyla algılanan bir boyuttur. Kabir âlemi dediğimiz ölüm ötesinde
geçilecek boyut ise, ruhsal bedenin algılama özellikleriyle
algılanabilen ışınsal bir boyuttur. Dalga boyu madde algılanan boyuttan
biraz daha kısadır ve titreşim frekansı da maddeye oranla biraz daha
yüksektir.
Öncelikle o yaşamda bizlerden çok farklı ve güçlü varlıklarla
karşılaşacağımızı bilmeliyiz. Dini terminolojide bunlara melekler ve
cinler denir. Cinler ismi ile bilinen ışınsal varlıklar, bilinç (şuur)
bakımından yeryüzünde yaşayan beşere daha yakındır. Onlar da beşer türü
gibi nefs sahibidir ve birimsellik illüzyonuyla yaratılmıştır. Yani
yapısal bakımdan yaşadığımız boyutlar farklı olmasına rağmen, nefs
taşımamız ve kendimizi bütünden ayrı birey olarak görmemiz açısından bir
farkımız yoktur. Bedenlerimiz farklı ortamlarda yaşıyor olsa da şuur
olarak aynı bilinç seviyesinde dalgalara sahibiz. Diğer bir deyişle aynı
frekansta titreşen düşüncelere sahibiz, pek azımız hariç olmak üzere… O
sebeple, tıpkı dünyada diğer insanların bilinç dalgalarından
etkilenmemiz gibi, onların bilinç dalgalarından da etkileniyoruz, çünkü
titreşim frekansı benzer. Farklı boyutlarda yaşayıp birbirimizi açıkça
algılamasak da bilinç dalgalarımız etkileşiyor. Bu düşüncem, Kuran’daki
şu ayetlerin sentezinden vardığım sonuçtur:
* De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine, * İnsanların melikine, *
İnsanların ilâhına, * O sinsi vesvesecinin şerrinden. * O ki, insanların
göğüslerine vesveseler fısıldar. * Gerek cinlerden, gerek insanlardan.
(Nas suresi, 1-6)
* "Sonra (onların) önlerinden arkalarından, sağlarından sollarından
onlara sokulacağım ve sen, çoklarını şükredenlerden, bulmayacaksın."
(Araf suresi, 17)
Araf suresinde İblis’in (Kuran’a göre o cinlerdendi) insanlara yaklaşım
şeklini tarif, bana bilinç dalgası tarif ediliyor gibi geldi açıkçası…
Keza Nas suresindeki “vesvese” tanımı da bilincin etkilenmesi olarak
anlaşılıyor bana göre... Demek ki etkileri sadece bilinç üzerinde ve
vehim ve vesvese şeklinde oluyor. Çünkü o varlıkların beden yapıları,
daha farklı bir etki oluşturmak için müsait değil, zira ışınsal
bedenliler. Kaldı ki onlar bizim, biz onların boyutunda değiliz.
Bilinçsiz etkileşimlerdir bunlar çoğunlukla… Tabii bizim boyutumuzun ve
bizlerin farkında olan gelişmiş türleri de vardır. Fakat onların etkisi
de doğrudan madde bedene maddi etki olamaz, ancak kişinin bilincini
etkileyerek kendi kendine etki etmesi veya zarar vermesi şeklinde olur.
Bir ayet ve bir hadis daha var beni böyle düşünmeye sevk eden…
* (Allah), onların hepsini topladığı gün, cinlere: "Ey cin topluluğu!
İnsanların çoğunu etkiniz altına aldınız, kendinize kattınız (yoldan
çıkardınız)" der. İnsanlardan cinlerin dostu olanlar da şöyle derler:
"Rabbimiz! Biz birbirimizden faydalandık. Nihayet bize tayin ettiğin
vademize ulaştık". Allah da:"Sizin durağınız cehennemdir. Orada,
Allah'ın dilemesi müstesna, ebedi olarak kalacaksınız" der. Şüphesiz
Rabbin hikmet sahibidir, her şeyi bilendir. (Enam suresi, 128)
Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.)'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle
bir açıklama var:
"İnsanların sayısının on katı cin; cinlerin sayısının da on katı melek
yeryüzünde dolaşmaktadır."
Tabii farklı boyutlarda yaşıyor olmak üzere...
Bu açıklamaya göre beş milyar insan varsa, elli milyar cin, beş yüz
milyar da melek var yeryüzünde... Ancak farklı boyutlarda yaşıyor. Fakat
bizimle aynı bilinç seviyesinde olanlar sadece cinler. Nefs sahibi olup
kendilerini bütünden ayrı bir birim kabul ettikleri için... Bununla
birlikte, cinlerin yapısında bizde olduğu gibi toprak ve su elementi
bulunmaz. İblis o sebeple Âdem için: "Onu balçıktan yarattın" dedi,
kendisinde olmayan su ve toprak elementi karışımını kastederek...
İblis'in dâhil olduğu cin türü, hava ve ateş elementinden bir yapıya
sahiptir. Ancak, ateş elementi çok güçlüdür yapılarında... Dolayısıyla
hava elementinin özelliği olan akılları az, ateş elementinin olumsuz
özelliği olan kibir, hırs, enaniyet (ego), gurur, kıskançlık, gazap vb.
özellikler de insanlardan çok daha baskındır onlarda... O sebeple
onların nefs bilinci çok daha yoğun bir biçimde bu tür dalgalar yayar.
Bizde ise 4 element vardır ve eğer yapımızda ateş elementi baskınsa çok
kolaylıkla onların etkisine girmemiz yani bilinç dalgalarından
etkilenmemiz mümkündür (korunmuyorsak). Bu tehlike hepimiz için
geçerlidir, ama en çabuk ateş elementi baskın olanlar girer etki
alanlarına... Cinler sayıca da insanlardan çok daha fazla olmaları
dolayısıyla, şuursal titreşim frekansları da insanları etkileyecek dalga
boyuna sahip olup -insanlar da bu dalgaları kolaylıkla algılar- tabii ki
bizi etki altına alırlar, çünkü çoğunluk durumundalar hadise göre...
Bunu bilerek ve isteyerek yaptıklarını düşünmüyorum. Bu tabii bir
oluşumdur. Olaya daha yukarıdan bakınca ilahi senaryoyu görüp, onların
çoğunluk olması ve bu sebeple bilincimizi etkiliyor olmaları bir
imtihandır. Madde planını var sandıran o mekr, onlarla oluşuyor ve
sürdürülüyor diyebiliriz. İblis'in ve türünün görevi budur. Verilen
mühlet de bu görevi açıkça gösterir.
* (İblis) dedi ki: “Rabbim!.. (İnsanların) ba’solunacakları gün’e kadar
bana mühlet ver (ertele, bekle)”. * (Allah) buyurdu: “Muhakkak ki sen
mühlet verilenlerdensin!”. * “Ma’lum vaktin (fiziksel ölüm) günü’ne
kadar”. * (İblis) dedi ki: “(Bi-) izzetine kasem ederim (yemin ederim)
ki, onların tümünü mutlaka şaşırtıp saptıracağım”. * “Ancak onlardan
ihlaslandırılmış kulların müstesna”. * (Allah) buyurdu: “Ben de Hakk’a
yemin ederim: -ki ben Hakk söylerim-“ * “Andolsun ki Cehennem’i senden
(iblis türünden) ve onlardan sana tabi olanlardan (benliği-vehmi ile
perdelenenlerden) toptan dolduracağım”. (Sad suresi, 79-85)
Bence bu ayette İblis ve türünün yani cinlerin (şeytanların), biz
insanlar arasında iyiyi kötüden, hayırlıyı hayırsızdan, nurluyu
nursuzdan ayırmak için imtihan için görev aldıkları açıktır. Çoğunlukla
negatif bilinç dalgalarıyla bizi olumsuz etkileyerek bunu yaparlar,
çünkü bu etkileşim Allah'ın değişmez hükmüdür.
Peki, bunu bilinçli yapan yok mu? Öyle ya, Kuran'da İblis'in bir yemini
var, bunu bilinçli yapacağına dair. İblis gibi üst şuur seviyesinde olup
örneğin 3. seviye diye bilinen mülhime nefs düzeyinde olan varsa,
bilinçli bir şekilde yapabilir. İnsanlardan üst şuur seviyesine çıkanlar
da onları algılamaya başlar zaten. Ama her biri kendi seviyesindekileri
etkiler, şuurlu veya şuursuz olarak... Fakat alt şuur seviyesindekiler
insanlardan, yine alt şuur seviyedeki insanlar da onlardan habersizdir.
Ama birbirlerinin bilinç dalgalarından etkilenirler. Çoğu insan ise,
cinlerin bilinç dalgalarından çok fazla etkilenir. Çünkü cinler hem
sayıca daha kalabalık olduklarından daha baskındırlar, hem de ateş
elementinin kendilerinde çok güçlü olmasından dolayı baskındırlar.
Dolayısıyla bu dalgalardan korunmak için öncelikle ilimle zihni uyanık
tutmak ve korunmak için tavsiye edelin ayet ve dualara devam edilmesi ve
buna önem verilmesi gerekir. Nas suresi, Ayet-el Kürsi ve bazı ayet
terkiplerinden oluşan özel bir duaya devam etmek faydalı olabilir. (Bu
ayet terkipleri Dua ve Zikir isimli kitapta verilmiştir)
Okunuşu:
Rabbî enniy messeniyeş şeytanu binusbin ve azab. Rabbî euzü bike min
hemezatiş şeyâtıyni ve euzü bike rabbî en yahdurun. Ve hifzan min külli
şeytanin marid. (Sad suresi, 41. ayet ve Mü’minun suresi, 97 ve 98.
ayetler)
Anlamı:
Rabbim şeytan bana sıkıntı veriyor ve işkence yapıyor. Rabbim
şeytanların kışkırtmalarından sana sığınırım ve yine sana sığınırım
onların çevremde bulunmalarından. Ve bütün reddedilmiş şeytanlardan
koruduk.
Sad suresinin 41. ayeti Eyyûb (a.s.) okumuştur. Mü’minun suresinin 97 ve
98. ayetleri olan kısmı ise Allah tarafından Resulullah (s.a.v)’e
öğretilmiştir.
İşte yukarıda aktardığım tüm bu ayetlerden ve hadislerden çıkardığım
sonuca göre, cinlerin insanları etkilemesi böyledir
kanımca... (Doğrusunu Allah bilir)
Bu sebeple, tıpkı dünyada olduğu gibi ölüm ötesi yaşam boyutunda da
çoğumuz onlarla aynı bilinç seviyesinde olacağız. Fakat bir farkla ki
artık aynı boyutu paylaşmaya başladığımız için (ruh bedenimiz aynı
frekansta titreşen bir yapı olduğundan) onları açıkça algılıyor da
olacağız. Ancak onlar bizden çok daha güçlü (kudretli) olacaklar. Çünkü
bizde toprak ve su elementinin olumsuz özelliklerine dair hatıralar var
ruh bilince kaydedilen. Dolayısıyla kendimizi madde beden zannetmeye
zannetmeye devam ediyor olacağımız için, onların madde kaydı olmaksızın
kullandığı pek çok gücü kullanamıyor olacağız ve onları da algılıyor
olacağız, onlar da bizi… Cinlerde kendilerini birim hissetme durumu
vardır ama madde hissetme durumu yoktur. Madde hissi daha çok su ve
toprak elementiyle ilgilidir. Bu iki elementin olumsuz özellikleri
ışınsal boyutta kullanılabilecek pek çok ruhsal gücün açığa çıkmamasına
neden olur. Bu açıdan İslam'ın şartları olarak bilinen çalışmalar, yani
namaz, oruç, hac ve zekat çok önemlidir. Madde beden kaydını zayıflatır
ve ruh gücünü arttırır.
Özetle o boyuttaki cinlerin bu üstünlüğünün nasıl bir şey olduğunu hayal
edebildiğimizi bile sanmıyorum. Ama oldukça zor şartlarda olacağımız
haber verilmiş. Eğer burada yeterli ruh gücünü açığa çıkaramadıysak,
orada onların kölesi haline gelebiliriz. Şu orta dünya filmlerini
hatırlayın. Ne kadar tuhaf yaşam sahneleri vardı değil mi? Bu gibi
misaller, öte âlemin bu dünyadan farklılığını anlamak için birer ipucu
olabilirler, ama karşılaştırma için yeterli değildir. Kanımca orada çok
daha güç şartlar söz konusu olacak...
Ölümle bilincimiz boyut değiştirip, farklı bir boyuta yönelip algılamaya
başlayacaktır. Bir anda bu ışınsal varlıkları da algılamaya başlayıp,
aniden yüz yüze geleceğiz onlarla. Bunlara bir de azap meleklerini
ekleyin ve varın gerisini siz düşünün!
“Azap melekleri de nedir?” diye sorabilirsiniz.
Hadis rivayetlerine göre, Azrail isimli melek insanın ruhunu bedenden
ayırıp, sonra eğer o kimse Mümin ve Salih bir kulsa rahmet meleklerine,
günahkâr veya kâfir bir kulsa da azap meleklerine teslim edilir
deniyordu.
Kişisel düşünceme göre azap melekleri şudur:
Dünyadayken şirkten ve Sünnetullah’a uygun olmayan davranışlarımızdan
yani günahlarımızdan üretilen veya gıybet ve kul hakkından dolayı
kendimize çektiğimiz negatif enerji dalgaları ruh bilinç tarafından
kaydedilir. Yani bu günahlara ait manalar beraberindeki negatif enerji
ile birlikte ruh hafızamıza kayıtlıdır. İşte o günahların hafızamızdaki
manası, ruhun musavvire (şekil verme) gücüyle yine o günahın manasıyla
doğru orantılı bir surette şekil alır, ama kuvveden fiile çıkması için
kudrete gerek vardır. Azap melekleri de bu suretlerin kuvveden fiile
çıkmasını sağlayan ruh gücüdür, kudrettir bana göre... (Doğrusunu Allah
bilir)
Rahmet melekleri de aynı gücün diğer yüzüdür. Sevapların güzel suretler
alarak kuvveden fiile çıkmasını sağlarla. Özetle azap ve rahmet
melekleri ruhta kayıtlı manaları bir şekil almış olarak kuvveden fiile
çıkaran meleki gücün iki farklı yüzüdür.
Eğer ivedilikle yapılması gerektiği önerilen çalışmaları yapmadıysak ve
günahlarımız çok fazlaysa, bu günahlar ve vicdani rahatsızlıklar azap
melekleri yardımıyla şekillenen korkunç hayaller görmemize sebep olur.
Işınsal varlık dediğimiz cinlerin vereceği sıkıntıyı da buna ekleyince
oluşacak tabloyu siz düşünün artık. İbadetlerin, sevapların ve nefsle
mücadelenin vereceği ruh gücünden mahrum olacağımız için, cinler bizden
çok daha güçlü olacaklardır o boyutta... Ne de olsa aynı dünyanın
varlıkları olacağız o âlemde…
Sonraki cehennem zebanilerine ve mezara ilk girişte yaşanacak sıkıntılar
konusuna girmiyorum bile... Biz yine dönelim o âlemin farklı yapısını
anlatmaya...
Gece ve gündüz kavramı yok orada... Gecemsi aydınlıklar ve gündüzümsü
geceler diye tarif yeter mi bilmiyorum. Güneş ve ayı unutun, artık
gökyüzü sizin bildiğiniz gökyüzü değil... Mekân da çok farklı... Ne
dünyadan bildiğiniz fizik yasaları var, ne kimya, ne de biyoloji… Çünkü
fizik maddeye göredir. Orası ise gölgelerin dahi olmadığı bir âlem…
Işığı yansıtacak madde yapılı cisimler, sizin de madde bir bedeniniz yok
ki gölgeleri olsun.. Işınsal boyut orası ve ışık dalgalarının titreşim
frekansı, madde dünyasındaki kadar düşük değildir. Bu sebeple madde yapı
yoktur, ama bilinçte madde yapının anısı (hatırası) vardır. Bu anıyı
silmeye yetecek düşünme ve değerlendirme gücü de yoktur. Gölgeler
olmadığını görseniz bile, bu işaret madde yapı olmadığını idrak etmenize
yetmeyecek... Çünkü verileri birbirine bağlayarak düşünme gibi bir yeti
yok. O yetenek beyne aitti, ama dünyada onu tam kapasite kullanmayanın
ruhu bu özelliği ortaya koyamaz artık. O âlemdeki yaşam şekli, rüyadaki
yaşamımıza çok benzer. Rüyada da düşünme kapasitemizi kullanamayız.
Seyredeceğimiz sahneler de rüyadaki benzeri ile misal aleminden
şekillenir.
Dünyadan bildiğimiz şeyler olabilir; ama çok değişik, bilmediğimiz
şeyler de olacaktır mutlaka… O âlemin renkleri de dünyadakinden çok
farklıdır. Çok daha parlak ve çarpıcı, parıldayan, ışıldayan renkler…
Öyle bir beyaz hayal edin, ki parlayıp ışıltılar saçsın.. Siyahın ise,
beyaza yakın ışıktan bir halesi olsun... Parlak mavi renkte bir gökyüzü
ve inanılmaz göz alıcı renklerden oluşan manzaralar hayal edin. Dünyadan
bildiğiniz renk çözünürlüğü orada çok farklı olduğundan, bu alemin renk
algısını hayal etmek zordur… Şu anda beş duyu ile gördüğümüz renklerin
çözünürlüğü o âleminkinin yanında solda sıfır kalır. O âlemdekinin
çözünürlüğü de cennettekinin yanından solda sıfır kalır. Renkler de
titreşim frekansı olduğundan, titreşim hızına göre çok farklı
parlaklıkta algılanacaktır kuşkusuz. Titreşim frekansı artıp dalga boyu
kısaldıkça renkler daha parlaklaşacaktır. Bizim bildiğimiz bir kavramla,
çözünürlüğü çok daha artacaktır diyebiliriz belki…
Bu anlattıklarımdan kabir âlemi sanki bir cennet gibi düşünülmesin.
Renklerin parlak ve göz alıcı olması o âlemde yaşanacakların da güzel
olacağını getirmesin akla… Görüntüye aldanmayın, bu kısmı aldatıcı! Eğer
nebevi uyarıları değerlendirmeden, gerekli ve yeterli çalışmaları
yapmadan o boyuta geçerseniz, o renkleri de o boyutun farklı yapısını da
görecek haliniz kalmaz. Dünya da bazen çok güzel, ama çoğumuz burnumuzun
ucundaki güzelliği göremiyoruz çektiğimiz sıkıntıdan ötürü... Eğer
gereken şuur seviyesine gelinmedi ve korunma da sağlanmadıysa, cennet
dahi cehenneme dönüşebilir kişiye… Ya da aksi olur ve öyle bir zihin
dinginliği ve huzur içinde olursunuz ve göz öyle bir seyre geçer ki
cehennem cennete dönüşür. Tabii rahmet melekleri de güzellikler yaratır
kıyametinize dek… Her şey kişinin dünyadayken edindiği şuura (bilince)
bağlı… Zaten dünya yaşamımız da böyle değil mi?
Ayrıca, o boyutun yaşam şartları ve varlıkları, dünyada edindiğimiz iyi,
güzel ve mükemmel anlayışımıza uymayabilir. Orada dinî ve ahlakî
değerler dahi geçerli değildir, rüyalarımızda olmadığı gibi…
Mesela, her şey çok yolunda gibi seyrederken, beklenmedik bir anda, canı
sıkılan bir cinin eğlencesi olarak, dehşet verici bir kovalamaca içinde
bulabilirsiniz kendinizi… Ya da azap melekleri ruh bilincinizde kayıtlı
günaha dair bir manaya şekil verip beklenmedik bir anda kuvveden fiile
çıkmasını sağlayabilir. Gelin örnekleme olsun diye bunu bir hayal
edelim. Rüyada olduğu gibi…
Sisli bir sahnede orman gibi bir ortamdasınız. Yürüyorsunuz, her şey
yolunda gibi, etraf sakin ve dingin. Fakat aniden ilerideki ağaçların
arasında sarı saçlı güzel giyimli bir kadın gözünüze çarpıyor. Size
arkası dönük oturmuş olduğu halde tuhaf bir şarkıyı mırıldandığını
duyuyorsunuz. Siz de ona doğru yaklaşıyorsunuz ve bir merhaba
diyeceksiniz. Çaresizlik içinde yeni adım attığınız boyutu kavramaya
çalışıyorsunuz o sırada... Belki ondan bir şeyler öğrenebilirsiniz diye
düşünüyorsunuz. "Merhaba!" diyorsunuz, ama o size bakmıyor. Yine
"merhaba!" diyorsunuz, ama sizi işitmiyor gibi... Elinizi omzuna
dokundurup, tekrar "merhaba!" diyorsunuz korkarak… O zaman aniden
dönüyor ve üzerinde kurtlar oynaşan, akla hayale sığmayacak çirkinlikte
bir iskelet yüzle burun buruna geliyorsunuz. O sarı saçlar ve güzel ses
arkadan sizi aldatmış meğer. Birden, o önü başka arkası başka dilber(!)
üzerinize saldırıyor. Kaçıyorsunuz ama ayaklarınız aniden tutmaz oluyor.
Sürekli düşüyorsunuz, kalkmak için çabaladıkça takılıp düşüyorsunuz. Bu
arada arkanızdan geliyor mu diye bakıyorsunuz. Evet, sarışın hâlâ
peşinizde, fakat bildiğiniz yerçekimi kanunlarına tâbi değil gibi...
Zira zaman zaman kuş gibi havada uçuyor, taklalar atıyor. Bu amansız
kovalamacaya yenik düşüyorsunuz ve nihayet sizi yakalıyor. Uzun tırnaklı
elini göğsünüze sokup, ciğerinizi söküyor belki de... Son derece canınız
yanıyor, çığlıklar atıyorsunuz, ama yardıma gelen yok… Eyvah öldüm
diyorsunuz, ama ölmüyorsunuz. Neden ölmediğinizi anlamaya
çalışıyorsunuz. Çünkü ölümcül bir yara aldınız. Ama yara olması gereken
yerde iz yok… Oysa göğsünüz parçalandı ve ciğeriniz söküldü, ama hiç bir
şey olmamış gibi sapasağlamsınız. Ama acısı tüm şiddetiyle duruyor.
İnliyorsunuz, ölseydim de kurtulsaydım bu belâdan diyorsunuz, ama
ölemiyorsunuz. Çünkü o âlemde ölüm yok, ama korkusu var! Keşke rüya olsa
ki uyansam diyorsunuz, ama uyanamıyorsunuz. Çok uzun süren bir
kovalamacadan sonra, nihayet o korkunç sarışından kurtulmayı
başarıyorsunuz. Derin bir oh çekmeye hazırlanıyorsunuz, ama nafile…
Çünkü daha ilerde benzer başka bir sahne sizi beklemede... Bilincinizin
sizin için önceden ne gibi şeyler hazırladığını ve azap meleklerinin
onlara ne zaman start vereceğini tahmin edemezsiniz! Bunlar hep dünya
yaşamında oluşturduğunuz ve ruhunuzun kayıt aldığı negatif bilinç
dalgalarının, yine ruhunuz tarafından deşifre edilişi ve azap melekleri
diye adlandırılan ruh gücüyle kuvveden fiile çıkan varlıklar, olaylar ve
sahneler. Örneğin o korkunç sarışın kadın belki de kul hakkından doğan
hayali bir sahneydi belki de… Orada kendiniz için hazırladıklarınızı
bulacaksınız (seyredip yaşayacaksınız), kurtuluşu yok…
İşte bu hayal ettiğimiz, negatif bilinç dalgalarıyla henüz dünya
yaşamındayken oluşturduğunuz bir kabir azabı modeliydi. Kâbus olan bir
rüya veya korku filmi gibi değil mi? Ama bir farkla ki rüyadan uyanmak
vardır ve korku filmi de eninde sonunda biter. Ne yazık ki bu yaşam,
bitmek bilmeyen bir film veya uyanılmayan bir rüya gibidir. İşte böyle
bir yaşamı hayal edin.
Bir misal daha… Örneğin dünyada giyim kuşama mı düşkünsünüz? O alemde ya
çıplaklıkla ya da çirkin, kirli ve eski giysilerle herkesin önüne çıkmak
gibi bir sıkıntı içine sokulacaksınız. Ruh bilinciniz bu negatif
takıntıları ve hatıraları azap melekleriyle şekillendirecek size… Ya da
yemeğe mi düşkünsünüz? Kurtlanmış, küflenmiş ve iğrenç yemekleri yemekle
azap olmaya hazır olun. Gerçekte acıkmayacaksınız belki, çünkü artık
acıkan bir bedeniniz yok. Ama acıkmanın hatırası var. Hala kendinizi
beden sanıyorsunuz belki ve acıkma hatırasını silemiyorsunuz ruhun
hafızasından. Oruç da tutmamışsınız ki bir bilinç varlık olduğunuzu
idrak edip bedenin acıkma hissini frenleyememişsiniz, bu gücü daha önce
ruha öğretmemişsiniz, o sebeple acıkmanın hatırasına bile
dayanamıyorsunuz. Oysa biraz dayansanız ya da ruh oruçla ortaya koyduğu
gücü daha önce koyabilmiş olsaydı, o zaman dayanır ve yemezdiniz o
yiyeceği ve açlık hissi bir süre sonra kaybolurdu. Ya da belki de o
sahne hiç gelmezdi önünüze… Artık acıkmadığınızı ve yemeğe ihtiyacınız
olmadığını anlardınız. Veya zaten düşkün olmadığınız için, belki de
manası benzer bir sevabınızı rahmet melekleri kral sofrasına
çevirebilirdi önünüzde…
Ama artık çare yok, yüklemediğiniz mana, öğretmediğiniz hiçbir şey kolay
çıkamaz artık ruhtan… Zor öğreneceksiniz, belki de defalarca azap
çektikten sonra…
Şimdi başka önemli bir ayrıntıyı anlatmak için öldüğünüz o ana dönelim.
Ölümün hemen akabinde, bir süre daha dünya yaşamını (madde boyutunu)
seyredersiniz. Ama aynı anda geçtiğiniz yeni boyutu da algılamaya
başlarsınız. Bu algılanan boyut bir ara boyuttur. İki boyut arası,
yakaza rüya görmek gibidir. Artık her iki boyutu da tam olarak
algılıyorsunuzdur. Çünkü beyin hücreleri kişi öldükten sonra 36 saat
canlı kalabiliyor. Bu da bilimsel bulgulardan biri… O sebeple beyin
ölümden sonra dahi 36 saat algılayabiliyor ve üretebiliyor, bedeni
yönetmeyi bıraksa da... Ruh da beynin bu özelliklerini ve faaliyetlerini
bu kadar süre daha kullanabiliyor. Bağlantıyı uzaktan bluetooth sistemi
benzeri devam ettiriyor, beyin hala canlı olduğundan... (Ölmeden ölüm
denen fetih olayında da aynı sistem geçerlidir kanımca, ruh bedenle
böyle bağlantı kurar, ayrılsa bile) O sebeple her iki boyut da
algılanabiliyor bu süreçte… Yine bu sebeple ve sistemle beyin 36 saat
boyunca ruha yükleme yapabiliyor. O sebeple "ölüyü çabuk defnedin" denir
ki gerek cenaze namazından, gerek ardından yapılan dualardan, okunan
Kuran’dan gelen pozitif enerjiyi alıp ruha kayıt yapabilsin. Keza bu
süre içinde toprağa defin yapılması da önemli… Çünkü teyemmümde olduğu
gibi topraktan alacağı pozitif enerjiyi beyin ruha aktarır ve ruh da
kendindeki negatif enerjiyi beden aracılığıyla toprağa bırakır.
Diğer boyuta geçilen bu ilk an enteresandır. Hadis rivayetlerine göre
ölümle ruhun bedenden ayrılmasından sonra en sıkıntı verici sahnelerden
biri de burasıdır. Kişi öldüğünü anlamaz veya kabul edemez. Ne olduğunu
tam olarak algılayamadığı bir süreçtir. Çünkü her iki boyut iç içedir.
Uyanık rüya görmek gibi veya dünyada iken farklı bir boyutu görmek gibi…
Rüyadaki yakaza hali bunu açıklayabilir belki… Her iki boyut da
algılanır bir süre… Yani ruh kendi boyutunu algılıyor, beyin de 36 saat
canlı kaldığı için kendi boyutunu algılamaya devam ediyor ve aralarında
bluetooth sistemi benzeri bir bağlantı devam ettiği için her iki boyutu
da görüyor kişi... Ama görüntüler manasız bir karışıklıkta değildir, çok
olağandır. O sebeple ölen kimse ölmüş olduğunu çoğunlukla çok geç anlar
denir. Hatta birçok kişi bu esnada dünya boyutundaki yakınlarıyla eskisi
gibi konuşmak, iletişim kurmak ister ve bunu yapamayınca büyük sıkıntıya
girer denir. Tam olarak ne olduğunu da kavrayamaz büyük bir ihtimalle,
çünkü madde beyinle bağlantısı eskisinden çok daha zayıftır artık. Bu
sebeple beyne ait olan düşünme melekesi de işlevini yitirmiştir artık,
sadece bazı özellikleri kullanılabilir durumdadır, algı ve ruha yükleme
yapma gibi... O nedenle sıkıntı içinde hep aynı şeyi yapmak için uğraşır
durur, düşünemez, tıpkı rüyada olduğu gibi… Rüyada da genellikle
düşünemeyiz ve mantıksızca aynı şeyi tekrarlar dururuz ve bundan müthiş
bir sıkıntı duyarız. İşte aynı şekildedir bu süreç… Ben hala canlıyım,
ölmedim diye bağırır, duymazlar; ağlar, işitmezler vb. Bunun işe
yaramadığını da kavrayamaz bir türlü! Hele de yakınları üzgünse
sıkıntısı ikiye katlanır. Ya neden üzgün olduklarını da anlamaz ve çok
üzülür, ya da onları teselli etmek isteyip yapamaz ve daha çok sıkıntıya
girer. O sebeple ölünün başında ağlayıp bağırmayın denir.
Neden sonra öldüğünü kavrar. Bu belki mezara defnedildiği sahnede olur.
Bedenini kabre koyduklarını görünce anlar veya daha önce de anlayabilir.
Bu kavrayışın süresi, dünyada bu konuda ne kadar bilinçlendiğine
bağlı... Orada düşünme melekesi artık işe yaramadığı için,
değerlendirmeleri pek sağlıklı olmayabilir. Kısaca, son derece sıkıntılı
bir durumdur bu süreç... Ama burada bir detayı belirtmek istiyorum.
Dünyada düşünme melekesini çokça kullanarak, bu özelliği ruh bilincine
de aktaran ender sayıda özel kişi, o âlemde de bu yeteneğini
kullanabilir. Ancak bu çok nadir olabilir ve yine de dünyadaki gibi
güçlü bir kavrayış olmaz. Düşünebildiğiniz ve bu gücü ortaya koyduğunuz
rüyalarınızı hatırlayın! Ama kavrayış yine de zayıftır.
Öldüğünü anladıktan sonra, büyük bir hüzne ve paniğe kapılır kişi...
Sevdiklerinden ayrıldığını ve çok farklı bir yaşam boyutuna geçtiğini
anlamıştır artık... Ancak tam geçiş gerçekleştikten sonra geriye sadece
mutsuz ve hüzünlü ruh hali kalır, bundan başka her şey unutulur. Bunlar
hep ilk anda yaşanacak olaylardır. İşte bu noktada Münker ve Nekir
isimli melekler, yani kişideki melekeler/ilâhi güçler devreye girip;
"Rabbin kim? Nebin kim? Kitabın ne?" sorusunu ve cevaplarını yaşatmaya
başlar insana, peyderpey... "Sorgulama" bana göre mecazi veya sembolik
bir anlatımdır. Gerçekte ise bu sistemsel bir değerlendirmedir ve
kişinin bilinçli bir dahili yoktur bu sürece... Çünkü o soruların
cevapları dünyada yüklendi çoktan ruha ve orada sadece devreler açılır.
Böyle iki melek görebiliriz de görmeyebiliriz de… Ama bu soruların
cevapları, dünyada tesis edilen bir inançtır, orada sonucu yaşanır veya
sonucu devreye sokulur diyelim. Buna göre belirlenir artık yaşam
sistemin. Ve buna göre ya rahmet melekesi harekete geçer ya azap
melekesi ve tabii nebevi korunma da burada harekete geçer artık. O
sebepledir "nebin kim?" sorusu vs… Sembolik anlatımlar bunlar bana
göre... (Daha sonra detayını açıklayacağım bu düşüncemin)
Sonra dünya yaşamı ve anıları yavaş yavaş şuurunda silikleşmeye başlar,
çünkü beyin 36 saatini tamamlamıştır, ölümü gerçekleşip faaliyetleri
tamamen durmuştur artık. Dolayısıyla ruhla bağlantısı bitmiştir. Artık
bu ara boyuttan tamamen çıkıp yeni yaşamını algılamaya başlamıştır kişi
ruhsal algılama melekeleriyle... Durum oldukça tuhaftır. Dünya yaşamı
hem algı olarak hem hafıza kaydı olarak adeta bir rüya gibi hafızasından
siliniyor, unutuyordur. Artık ne yakınları vardır, ne yaşadığı bilmem
kaç dünya yılı olan ömrü ve ne de orada sahip olduğu veya olamadığı
şeyler. Hepsi silindi, unutuldu gitti ve büyük ihtimalle bir daha
hatırlanmaz bile… Çünkü dikkat yeni yaşama yöneldi. Bambaşka bir yaşama,
sanki yeni doğmuş gibi başlamıştır. Derin uyku benzeri bir durumda her
şey unutulur. Artık rüyadaki misal elemine geçmiş gibidir kişi... Kabir
alemi ve rüyadaki misal alemi çok benzeşir. O sebeple kabir uykusu
denir. kabirde kişi uyutulur denir.
Fakat dünya yaşamından kalan ve unutulmayan bir tek şey vardır
bilincinde, ki bu en önemli şeydir. O da; dünya yaşamında edindiği
düşünme biçimi ve anlayışı ki bu o kişinin kitabıdır zaten. Kitap, o
âlemde bir yaşam biçimi, bir algılama ve değerlendirme biçimi olur.
Aslında madde âleminde de böyledir. Her birim beyninde Ümm-ül Kitab'ın
ve O'ndan bize açıklanan Kur'ân'ın bir kopyasıyla doğar ve yaşamı
sürecinde bundan ne okuyabilirse, ruh bilincine anlayış olarak onu
aktarır. Beyninde aşikâr olan orijinalin kopyası olan O kitaptan
okudukları (idraki, fark edişleri), kendi kişiye özel kitabı olarak ruh
bilincinde sabitlenir. Yaşarken sana doğuştan bağışlanmış sonsuz
hazineden ne aldıysan ve yaşamında ne kadarını yaşayabildinse, o
anlayışla sonsuza dek yaşarsın artık. Dünyada, sonsuz yaşamındaki
anlayışını bizzat imar eden durumdasındır ama haberin yoktur bundan...
Oysa dünya yaşamının tek karı budur, tabii kaybı ve zararı da... Kitap,
senin ilmin, bilgin veya başka bir ifadeyle, ruh bilincindir artık. Amel
defterin ise, bu kitaptan okuduğun ölçüde gelişen anlayışınla
yaşadıklarının film benzeri kaydıdır. Hiç bir şey eksiksiz kusursuz
işlenmiştir o kitaba ve deftere… İlim kitabı yani anlayış kitabı ve amel
defterin yani tüm yaşamının adeta kamerayla alınmış kaydı.
O kitapta senin bilgin, farkında oldukların ve hayat görüşün bir mana
olarak yüklüdür. Eğer hatalı okuduysan, ruh bilincine de hatalı yazdın
demektir ve onu da öylece okuyacaksın bir yaşam anlayışı şeklinde! O
kitapla (anlayışla) sonsuza dek yaşayacaksın artık... Kitabım Kur'ân
deyip sonuçlarını yaşayabilecek misin acaba? Anlayışın Kuran'ın
açıkladığı gerçekler mi acaba? Ve dahi “nebin kim?” sorusuna, Hz.
Muhammed diyebilmek için, nebevi hükümler olan İslâm'ın şartlarını
gereği gibi yerine getirdin mi ve bu korunmadan yani nebevi korunmadan
istifade edebilecek misin acaba? Çünkü test usulü cevap verilecek bir
imtihanda değilsin. Sorunun cevapları, yaptıklarının bir sonucu olarak o
boyutta bizzat yaşanacak tarafından... Rabbinin kim olduğunu biliyor
musun? O’nu dünyada yaşarken sıfat ve manalarıyla tanıdın mı? O’nun kulu
olmak nedir biliyor musun? Daha doğrusu O’na şuurlu şekilde kulluk
edebildin mi? O’na teslim olabildin mi? Yoksa kendine rab edindiğin ve
seni yöneten başka bir bağımlılığın var mıydı? Para, kadın, mal, evlat
veya bedensel zevklerin? Rabbin gerçekten kimdi? Allah mı? Kulluğunu
nasıl yaşadın ve sonucu nasıl açığa çıktı? İşte burada Rabbim Allah
diyebilmek için, onu daha dünyada diyor olman gerekirdi. Lafla değil,
yaşamla…
Hadi gel de kitabına nasıl bir anlayış yükledin bir bakalım. Acaba
sendeki kopyadan okuduğun hakikatleri mi yükledin ruhuna, yoksa
aldanışlarını mı? Bu kitap nasıl yazılıyormuş bakalım? Amel defteri
değil, anlayış kitabından söz ediyoruz. Amel defteri kıyamet ve haşr
olayından sonra okunacak… Bu aşamada ise genel anlayışın sorgulanacak…
Gül, Papatya, Nergis yüklenmedi (yazılmadı) o kitaba, ama çiçek kavramı
yüklendi. Gördüğün bir çiçeği tanır ve bu bir çiçek dersin. Çocukların
Ali, Hasan, Ayşe, Gülseren'den ziyade, onlarda algıladığın manalar ve bu
manalara yüklediğin sanal anlamlar yüklü o kitaba… Annelik duygunun özü
olan sevgi, şefkat, merhamet ve koruma güdün de yüklü kitaba… Ama değer
verme, bağlanma ve kopamama kavramları da yüklü o kitaba… Falancanın
parasını çaldığından ziyade (onlar amel defterine yazıldı), tamah illeti
yüklü kitabına… Sana azap olarak bu illeti sonsuza dek şuurunda taşıman
yeter!.. Demek ki, O kitaba isimlerden ve resimlerden ziyade, manalar
yüklenir. Tıpkı genetik hafıza gibi, aşinalık benzeri… Bambaşka bir âlem
ve bambaşka bir ailen bile olabilir rüya benzeri o yaşamında belki...
Onları gerçek sanırsın, tıpkı dünyada olduğu gibi... Burası da hayal
değil mi? Ama kavramlar hafızanda var, azabın da huzurun da baki…
Yani uzun bir zaman dilimi sürecek olan kabir yaşamında dünya yaşamını
birebir hatırlamayacaksınız belki (amel defterinin açıldığı yani
algılanmaya başlandığı haşr aşamasına dek), ama edindiğiniz her türlü
yargı, değerlendirme ve düşünme biçimi burada devreye girecek ve kalıcı
olacak... Ortalama 80–90 yıl yaşadığınızı farz edin. Bu süre içinde
yapılan tüm olumsuz (negatif) fiillerin ceza anlamda hesabı bir süre
sonra verilir, biter. Oysa azabın sonsuzluğundan söz ediliyor. Demek ki
bu tür bir hesap verme söz konusu değil… Bir anlayış biçiminin
kemikleşmesi meleke kesbetmesi söz konusu demek ki... Kabir azabında
veya cehennem azabında kaynayan kazanlar yoktur. Herkes ateşini kendi
götürür, ayette de belirtildiği üzere...
* Ey inananlar! Kendinizi ve çoluk çocuğunuzu cehennem ateşinden
koruyun; onun yakıtı, insanlar ve taşlardır (madde algısı); görevlileri,
Allah'ın kendilerine verdiği emirlere baş kaldırmayan, kendilerine
buyrulanları yerine getiren pek haşin meleklerdir. (Tahrim suresi, 6)
O ateş, kişinin bağımlılıkları, bağlanıp kopamadıkları, maddeye endeksli
değer yargıları, düşünme biçimi, zanları, şartlanmaları ve tüm bunlardan
kaynaklanan duygularıdır. Bir de bu duygularla oluşturduğu bilinç
dalgalarının azap melekleriyle korkunç sahneler olarak önüne konması, ya
da yine kendi bilinci tarafından bunların deşifre edilmesi diyelim.
Uzun lafın özü, eğer bu manaları yüklendinse yani bağlanma, kopamama,
tamah, hırs, şehvet, kin, nefret gibi, bu yeni boyuttaki yaşamında da
kopamadıkların, haddinden fazla değer verdiklerin, hırslanıp
kavuşamadıkların, şehvet duygusuyla azaba girdiğin, kinle dolup
taştığın, nefret duygusuyla kâbuslara girmelerin olacak demektir rüya
benzeri bir hal ile... Üstelik düşünme kabiliyetin olmadığı için bu
sıkıntılardan zihnini kurtarman da çok uzun sürecek ve her biri
dünyadakinin iki katı sıkıntı verecek sana... Ruhun algı kabiliyeti beş
duyudan daha keskin olduğundan dolayı, neye odaklanırsan ona ait
duyguları çok yoğun yaşarsın. Tıpkı renk algısında olduğu gibi duygu da
çok yoğun ve net yaşanır. Duygusal çözünürlüğün de çok yüksek olacaktır
desek güzel benzetme olur belki...
Senin bu gibi olayları değerlendirişin ve tepkin de dünyada ruh
bilincine yüklediğinden başkası olmayacaktır. Ne hal üzere ölürsen, o
hal üzere dirilirsin (baas olursun) denmiyor mu hadiste? Yüklediğin
değerlendirme biçimini ve manayı, başka bir anlayış ve mana ile
değiştirmen de mümkün değildir, çünkü artık bunu yapacak madde beynin de
yok.... Manevî ıstırap kaçınılmazdır artık, maddi gibi algılayacağın
diğer azaplar yanında...
Maddi azap dediğimiz de şu: Şu günahının ışınsal bedene bürünmüş şekli
olan sarışının ciğerini söktüğünde yaşadığın acıyı hatırla! Çünkü sen
kendini madde beden bir varlık olarak kabul etmiştin ve ruh bilincine de
bunu yazdın. Şimdi bunun faturasını ödeyeceksin, her ne kadar bir
bedenin olmasa da var gibi acısını yaşayacaksın!
Dünya yaşamını diğer boyuta geçtiğin ilk anlar dışında yeniden haşr
olduğun mahşer aşamasına kadar hatırlamayacaksın belki, ama bu yaşamda
da sana sıkıntı verecek çok şey olacak yeni… Burada da rüya benzeri bir
seyrin olacak… Belki çok zor ve alışmadığın türde olacak... Hatta bu
yeni boyutu sanki yeni doğmuş gibi yaşayacaksın, daha önce yaşadıklarını
ya zayıf bir anı gibi veya hiç hatırlamaksızın... Belki birçok yeni
kâbusun içinde, eski bir rüya gibi kaybolup gidecek dünya yaşamın...
Rüyanda nasıl dünyayı hatırlamıyorsan, farklı bir yaşamda, farklı bir
kişi gibi yaşıyorsan, orada da aynı rüyadaki gibi dünya yaşamını hiç
hatırlamayacaksın. Ya da rüyadan uyanıp günlük yaşama başladığında
rüyanı nasıl unutuyorsan, orada da dünya yaşamı gördüğün bir rüya gibi
gelecek ve hatırlamayacaksın bile... Kabir uykusu denmesi bundan işte...
Yanında ne götürdüğünü veya götüremediğini dahi bilemeyeceksin. Belki bu
okuduklarını bile hatırlamayacaksın. Bunların bile faydası bu dünyada,
tek şansın burası... Azığını hazırlamak için veya pişman olmak için bile
fırsatın olmayacak, çünkü önceden sana bir fırsat verildiğini de
hatırlamayabilirsin. Orada pişman olmak için dahi çok geç anlayacağın.
Pişmanlık dahi haşr sürecinde... Burada o dahi yok, sadece kabuslar var.
(Doğrusunu Allah bilir)
Aryıca, dünyada bir şeyleri değiştirebileceğine hükmetmiş, kendinde bir
güç olduğuna vehmetmiştin. Artık burada böyle bir gücün olmadığını
sadece bir alet olduğunu anlatacak Allah sana… Eğer dünyada teslimiyet
ve hakikat bilgisi ile sadece bir alet (kul) olduğunu anlayıp, yokluğu
idrak edip (boşalıp) ANA RUH’un güçlerini kullanabilir hale geldinse
(boşluk Ana Ruh'un güçleri ile dolduruldu ise), o zaman halin bambaşka
olur tabii…
Dini nebiler bildirir, kişiyi kabir azabından korumak ve kurtarmak için…
O sebeple İslam Dini teslimiyet dinidir. Teslim olarak nefsini pek çok
açıdan terbiye edersen, gerçeği idrak edersin, kendini bilinç boyutunda
tanımaya başlarsın, birimsellik yok oldukça yeri bütünsellikle ışınsal
bedenine ve hafızana da yüklenir ve o zaman ışınsal boyuta geçtiğinde de
bu güçleri kullanabilirsin. Ama bu dünyada bırak teslim olmayı bilakis
"yaparım, ederim ile geçmişse ömrün (inşallah dememişsin, kısmetse
dememişsin, Allah izin verirse dememişsin veyahut idrakiyle besmele
okumamışsın ve kul olduğunun bilincinde değilsin), orada gücün sende
olmadığı ve sadece bir alet olduğun (besmele sırrı), sana ait olduğunu
zannettiğin aldatıcı o güç elinden alınarak öğretilecek sana... Burada
yaparım, ederim diye düşün istediğin kadar, orada yapamayacağın
anlatılacak sana, yaşayarak, deneyerek… Daha açık ifadeyle, elin kolun
bağlı kılınarak ve çaresizlikle...
"Allah yanı sıra bir ilaha edinip tapıp yalvarma! O'nun zatından başka
her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur ve siz ancak O'na
döndürüleceksiniz." (Kasas suresi, 88) ayetiyle anlatılmak istenenin;
nefsini dahi ilah edinip onunla bir şeyler yapabileceği zannetme! O'nun
yanı sıra nefsin de dâhil güç sahibi hiç bir ilah yoktur. Eğer bunu
yaparsan bil ki O'nun zatından başka her şey helak olucudur. O Allah,
sistemi böyle düzenledi ve mühürledi. Ve o sebeple buyurdu ki: "O'nun
zatından başka her şey helak olacaktır. Hüküm O'nundur. " Eğer bu hükme
rağmen aksini düşünür ya da yaparsan, sistem (mele-i âlâ) senin bu
düşünceni ve davranışını yok etmeye programlıdır ve yok edene dek durmaz
o mekanizma... Bu değişmez ilkedir. Bu konuda hüküm yalnız O'nundur.
İşte azap melekleri de buna yardım eder. İşin en kötü yanı ise, dünyada
bu yok etme işlemiyle karşılaşmak güzeldir de kabir yaşamında derttir.
Dünyada idrak edeceğin bir beynin var, ama orada o yok... Vah işini o
güne bırakana ya da kaderinde böyle yazana! Dünyada çaresizlikle gelecek
yokluğu idraktan kaçan cahildir, çünkü çaresizlikle yokluğu ve de
kulluğu idrak işi ahirete kalmıştır ama orada da idrak şansı yoktur.
İşte böyle… Ölüm ötesi yaşamı düşününce, buradaki dertler çok basit,
saçma ve geçici geliyor insana değil mi? Dertlere değil, dertlerin bize
ne öğrettiğine bakmalı... İsimler değil, zihnimizde bıraktıkları manalar
önem kazanmalı… Falan gelmiş, filan gitmiş, bunların hiç önemi yok...
Zaten bir gün gidecekler ve belki hiç hatırlanmayacaklar bile, o halde
niye üzülelim? Gelecek olan gelir, hoş geldi sefa getirdi... Gidecek
olan da gider, selametle güle güle...
Eğer bu düşünme biçimine, bir de hakikat bilgisini ve teslimiyeti
eklerseniz, hem rahmet melekleriyle muhatap olur ve kabir yaşamınız
huzur içinde bir uyku misali veya güzel bir rüya olur. Hem de sonrasında
yıldırım hızıyla sıratı geçersiniz emin olun! Çünkü hakikatin tatlı esen
havası yanında, sistemin işleyişindeki acımasız hükümler devam ediyor ne
yazık ki, hem de göz ardı edilemez bir şekilde… Tıkır tıkır işleyen bu
sistemde duygulara yer yoktur. Bardağı yere atarsanız kırılır. O bardak
nadide bir kristal de olsa, yerçekimi kanunlarının bunu dikkate alacak
zaafları yoktur.
Hakikate dair değişmez gerçekler ve evrensel sistemin bu acımasız ve
duygusuz (duygusuz derken zaafsız anlamında kullandım) işleyişi yanında,
bakın hele şu dünyasal anlamsız dertlerimize…
Param olmadığı için yeni bir elbise alamadım; şu restoranda hiç yemek
yiyemedim; şu tatile hiç gidemedim; şu takıyı hiç takamadım; şu arabada
gözüm kaldı; şu görevi kapamadım; böyle bir şöhret elde edemedim; o
mevkie gelemedim; gelinim iyi biri değil, damadım hayırsız, eşim çok
huysuz, komşum gıcık, arkadaşım bana kazık attı vs. Tümü de o kadar boş
ve anlamasız ki… Çünkü o boyuta geçmek an meselesi, her an olabilir
bu... Orada bunların hiç bir önemi olmayacak... Belki orada fakir,
rezil, çirkin ve çıplak gezmek zorunda olacaksın, bu anlayışla
yaşayacağın utancını düşünemiyorum bile... Burada baklavaları börekleri
beğenmeyen biriyken, yemek diye kokuşmuş ve kurtlanmış bir yemeği yemek
zorunda kalabilirsin... Yani eğer yemeğe ihtiyacı olanın bir gün toprak
olacak bedenin olduğunu bu dünyada fark etmediysen yandın! O yemeğe
"ben" dediğin bilincinin ihtiyacı olduğuna inanarak öldünse, vay haline!
O halini düşünmek bile istemem. Orada restoran falan da yok gideceğin.
Burada lüks restoranlara gitmiş olsan da, orada bu gidişin bir işine
yaramayacak, sıkıntına sıkıntı katmaktan gayrı...
Tatil fikrini de unut, zaten enteresan ve bitmeyen tuhaf bir tatile
başlamış olacaksın, geri dönme şansın da olmayacak… Takıları da unut,
inan o iskelet yüzlü afet sarışın seni kovalarken, üstünde ne giysi ve
takı olduğu umurunda olmayacak. O boyutun güzellik kavramı, mükemmel
anlayışı ve değerleri çok daha farklı... Orada giysiler değil ruhsal güç
konuşacak emin ol! En değerli ve zengin olan, ruhsal gücü en yüksek olan
olacak... Binemediğin arabaya, elde edemediğin şöhrete de ihtiyacın
olmayacak orada... Burada etrafında flaşlar patlayan, kürkler ve
mücevherlerle donanmış, limuzinlerde gezip şampanya yudumlayan ve bir
dolu hayranı olan şöhretli biri olsan ne yazar? Orada seni kimse
tanımayacak ve yeterli ruh gücü elde edemediysen, bir cinin kölesi olman
ve azap meleklerinin ürettiği korkunç varlıkların eziyetleriyle boğuşman
söz konusu olabilir. O boyutta hiç kimse dünyadayken senin kim olduğuna
aldırmaz.
Dua et de o alemdeki rüyanda kendini hayvanlar âleminde bir yaratık
olarak bulma... Bir sırtlan veya kirpi ya da bir böcek olduğunu ve vahşi
bir ormanın ortasında gözünü açtığını düşünsene? İnsan olarak öldün de
öyle dirileceğine garantin var mı? "Ne hal üzere öldünse, o hal üzere
dirileceksin" deniyor, ama bu mana olarak halindir. Sen dünyada ne hal
(mana) üzere yaşamıştın? "Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da
aşağıdırlar" diye bildirilen ayeti hatırla! Nitekim Resulullah
efendimiz, miraç hadisesinde cehennemi anlatırken, faiz yiyen bazı
kişileri "kirpiler" şeklinde gördüğünden söz eder.
Kısaca, mucizeler beklemek hayalden başka bir şey değil... Üstelik kabir
boyutu, sonunda cennete gidecekler için bile yaşanacak kaçınılmaz bir
boyuttur. Meryem suresi 71 ve 72. ayette buyrulduğu üzere cehennem
herkesin güzergâhı üzerindedir:
“Sizden oraya (cehennem’e uğramayacak hiç bir kimse yoktur !Bu , Rabbin
üzerine kesinleşmiş bir hükümdür.Sonra biz, KORUNANLARI KURTARIRIZ.
Zalimleri de diz üstü orada bırakırız.”
Ki o cehennem, dünya ve kabir yaşamını da kapsar. Allah, kalıcı sonsuz
cehenneme girmekten korusun bizleri...
Kıyamet ve mahşer yeri konusu da başka bir dert ve sıkıntı hazırlıklı
olmayanlar için… Örneğin kıyametle herkes kabir uykusundan uyanacak ve
yepyeni bir bedenle ayağa kalkmış olacak… İşte o anda kabir hayatında
unuttuğu tüm dünya yaşamını (hatta dünya yaşamında bile çoktan unutmuş
olduklarını) hiçbir detay eksik olmaksızın hatırlayıp seyretmeye
başlayacak kişi... Ruhsal hafızasındaki amel defteriyle bağlantı kuracak
(yaşamının kamera kayıtlarıyla), tıpkı dünyadaki hipnoz benzeriyle…
Hipnozda da kişi bu hafıza ile bağlantı kurduğu için film gibi her şeyi
hatırlar, hatta doğum anına dek her şeyi… Ama görüntüler film gibi üç
boyutlu renkli ve sinema benzeridir artık… Kabir âleminde ruh
hafızandaki manalar rüyadaki gibi misal âleminden suretlenmişti, rahmet
ve azap melekeleriyle de açığa çıkmıştı. Burada artık kaydın asıl
görüntüleri var, kamera kayıtları var, rüyadaki gibi sembolik şekilleri
ve misalleri değil… Açıkça yaptığın ettiğin her şeyi göreceksin artık,
orijinaliyle…
Seyret o vakit ne yapıp ettiysen eksiksiz. Vicdanınla baş baş başasın
artık, dünya ve o yaşamın yok olup gitmişken… O vicdan (nefsin hakikati)
seni nasıl sorgular bilemem? Dünyada yaptığın hiçbir şeyin artık önemi
kalmamışken… Boşa olduğunu çoktan anlamışsın zaten… Öyle bir kabirden
kalktın ki… Ne kadar anlamsız ve değersiz kavgalarla geçmiş ömrün
seyrediyorsun şimdi... Boşu boşuna üzdüklerin, boşu boşuna kırdıkların,
boşu boşuna çalıp çırptıkların ve zulmettiklerin… Artık uğruna bir ömür
harcadığın hiçbir şeyin bir değeri de önemi de yok… Bu seyir sana neler
hissettirecek, seni ne kadar üzecek bir düşün!
Mahşer yerinde yeniden bedenlendiğimiz o süreçte (haşr olayı) geçmişte
yapıp ettiklerimizi seyretmeye başladığımızda, vicdan muhasebesi yapmaya
zorlayıcı derin pişmanlıklar ve hüzünler yaşanabilir ki bunun en kötüsü
olduğu söylenir.
* O gün cehennem mahşer yerine gelir; o gün insan bütün yaptıklarını
hatırlar; ancak bu hatırlayış hiç bir fayda sağlamaz. "Keşke bu hayatım
için bana fayda sağlayacak şeyler yapsaydım!" der... (89/23, 24)
* Her insanın amel defterini boynuna doladık, kıyamet günü açılmış
bulacağı kitabı önüne çıkarırız.
"Kitabını oku! Bugün hesap görücü olarak sana nefsin yeter!" deriz.
(17/13-14)
Hz. Aişe bir gün cehennemi hatırlayıp ağlamıştı. Rasûlüllah
aleyhisselâtu vesselâm:
– "Seni ağlatan nedir?" diye sordu.
– "Cehennemi hatırladım da ona ağladım. Siz Peygamberler kıyamet günü
ailenizi hatırlar mısınız?"
– "Üç yerde kimse kimseyi hatırlamaz:
Mizanda (kişi) sevabının günahından ağır mı, hafif mi geldiğini
öğreninceye kadar.
Amel defterlerinin dağıtılması anında; defterinin sağından mı, yoksa
solundan mı verilecek olduğunu öğreninceye kadar. Cehennem üzerine
kurulmuş olan sırat köprüsünde, üzerinden geçip kurtuluncaya kadar... "
[Ebu Davud]
Ümmü Seleme’den rivayetle bir diğer hadis:
Rasûl-i Ekrem bir gün:
– İnsanlar kıyamet günü çıplak ve yalın ayak (kabirlerinden)
diriltilirler, buyurdu.
– "Ya Rasûlallah! Elbiselerimiz olmazsa birbirimizi çıplak görürüz",
dedim.
Allah Resûlü:
– "Başlarına gelen iş, onları birbirlerine bakmaktan engelliyecek,
meşgul edecek", dedi.
– "Onları meşgul eden iş nedir ya Rasûlallah?" diye sordum. Şu cevabı
verdi:
– Amel defterlerinin açılması onları meşgul eder. O amel defterlerinde,
karınca başı, hardal tanesi kadar küçüklükte günah ve sevaplar bile
yazılı olarak vardır. [Taberani]
Orada amel defteri sağdan verilenlerdensen, yani hayatı Allah ve
Resulünün teklifleri, uyarıları ve nasihatleriyle doğru yaşayanlardan
isen, kısaca sağdakilerdensen ne ala! Amel defteri soldan
verilenlerdensen yani soldakilerdensen, Allah ve Resulüne ve dahi seni
uyaranlara hiç aldırmadan hayatını şu anda hiç anlamı olmayan dünyaya ve
dünyevi hırslara dönük yaşadıysan ve bu doğrultuda yapmadığın kötülük
kalmadıysa, vay haline! Bir de ileridekiler var Kuran tanımı ile ki
onlar dünyada hakikate vakıf olarak bu gerçekle üst şuur seviyesinde
yaşayanlardır ki eğer ileridekilerdensen zaten söz söylemeye gerek yok,
sorgusuz sualsiz kurtuldun gitti.
İza Vakıa Suresi’nden:
1. Olacak vakıa olduğu zaman.
2. Onun oluşunu yalanlayacak kimse yoktur.
3. O, alçaltıcıdır, yükselticidir.
4. Yer şiddetle sarsıldığı
5. Dağlar serpildikçe serpildiği
6. Dağılıp toz duman haline geldiği
7. Ve sizler üç sınıf olduğunuz zaman
8. Sağın adamları (var ya) ne mutludurlar onlar!
9. Solun adamları ise ne uğursuzdurlar onlar!
10. Önde olanlar (var ya), onlar öncüdürler.
11. İşte o yaklaştırılanlar,
12. Nimet cennetlerindedirler.
13. Çoğu önceki ümmetlerden,
14. Birazı da sonrakilerden.
15. (Onlar) cevherlerle işlenmiş tahtlar üzerindedirler.
16. Karşılıklı olarak onların üzerinde yaslanırlar.
17. Çevrelerinde, ölümsüzlüğe ulaşmış gençler dolaşırlar.
18. Kaynağından doldurulmuş, testiler, ibrikler ve kadehlerle.
19. Ondan ne başları ağrıtılır, ne de akılları giderilir.
20. Beğendikleri meyveler,
21. Canlarının çektiği kuş etleri,
22. İri gözlü huriler,
23. Saklı inciler gibi,
24. Yaptıklarına karşılık olarak verilir.
25. Orada boş bir söz ve günaha sokan bir laf işitmezler.
26. Duydukları söz, yalnız "selam", "selam" dır.
27. Sağın adamları, nedir o sağın adamları!
28. Dalbastı kirazlar,
29. Meyve dizili muzlar,
30. Uzamış gölgeler,
31. Fışkıran sular.
32. Pek çok meyve arasında,
33. Tükenmeyen ve yasaklanmayan
34. Ve yükseltilmiş döşekler üstündedirler.
35. Biz kadınları yeniden inşa ettik (yarattık).
36. Onları bakireler yaptık.
37. Hep yaşıt sevgililer,
38. Sağın adamları içindir.
39. Birçoğu öncekilerdendir.
40. Birçoğu da sonrakilerdendir.
41. Solun adamları, nedir o solcular!
42. İçlerine işleyen bir ateş ve kaynar şu içinde,
43. Kapkara dumandan bir gölge altındadırlar.
44. Ki ne serindir, ne de faydalı.
45. Çünkü onlar bundan önce varlık içinde sefâhate dalmışlardı.
46. Büyük günahı işlemekte ısrar ediyorlardı.
47. Ve diyorlardı ki: "Biz ölüp, toprak ve kemik yığını olduktan sonra,
biz mi bir daha diriltileceğiz?"
48. "Önceki atalarımızda mı?"
49. De ki: "Öncekiler ve sonrakiler"
50. "Belli bir günün belli vaktinde mutlaka toplanacaklardır."
51. Sonra siz, ey sapık yalanlayıcılar!
52. Elbette bir ağaçtan, zakkum ağacından yiyeceksiniz.
53. Karınlarınızı hep onunla dolduracaksınız.
54. Üstüne de kaynar su içeceksiniz.
55. Susuzluk illetine tutulmuş develerin içişi gibi içeceksiniz.
56. İşte ceza gününde onlara sunulacak ziyafet budur.
57. Biz sizi yarattık; tasdik etmeniz gerekmez mi?
58. Attığınız meniyi gördünüz mü?
59. Onu siz mi yaratıyorsunuz yoksa yaratan biz miyiz?
60. Aranızda ölümü takdir eden biziz ve bizim önümüze geçilmez.
61. Böylece sizin yerinize benzerlerinizi getirelim ve sizi bilmediğiniz
bir yaratılışta tekrar var edelim diye (böyle yapıyoruz).
62. Ant olsun, ilk yaratılışı bildiniz. Düşünüp ibret almanız gerekmez
mi?
63. Ektiğinizi gördünüz mü?
64. Onu siz mi bitiriyorsunuz, yoksa bitiren biz miyiz?
Gözünüzü daha fazla korkutup ümitsizliğe düşürmemek için, bu boyuttan ve
daha da sonraki cehennemden gereğinden fazla söz etmek istemiyorum. Bu
kadar paylaşım fazlasıyla yeterli kanımca... Korkunun ecele faydası yok
demiş atalarımız. Bilmediğimizi yaşamaktansa bilerek hazır olmak veya
hazırlanmak daha iyidir diye düşündüm. kaldı ki Kuran zaten ayrıntısıyla
bu alemi anlatmış misal ve sembollerle...
Peki, ne yapmalıyız ve nasıl hazırlanmalıyız o boyuta?
Ka'b şöyle rivayet etmiştir: "Sâlih kul kabrine konulduğunda namaz,
oruç, hac, cihad ve sadaka gibi sâlih amelleri onun etrafını çepe çevre
sararlar."
Yine Ka'b der ki: "Azap melekleri, ayaklan tarafından geldiklerinde
namaz onlara 'Ondan uzaklaşsın! Siz ona varamazsınız Çünkü beni kılmak
maksadıyla Allah için bu iki ayak üzerinde uzun uzadıya ibadette
bulundu' der. Bu bakımdan melekler, baş tarafından gelirler Bu sefer
oruç der ki: 'Siz ona musallat olamazsınız. Çünkü o dünya evinde Allah
için uzun zaman susuz kaldı. Ona bu taraftan varacak imkâna sahip
değilsiniz' Böylece melekler beden tarafından gelirler. Bu sefer hac ve
cihat meleklere şöyle haykırırlar: 'Ondan uzaklaşınız. O nefsini yordu,
bedenine zahmet verip haccetti. Allah için cihat yaptı. Bu bakımdan ona
varacak imkânımız yoktur' Azap melekleri, bu sefer elleri tarafından
gelirler. Sadaka meleklere şöyle haykırır: "Arkadaşımdan uzaklaşın! Zira
bu ellerden Allah için nice sadakalar çıkmıştır. Bu bakımdan ona
yetişemezsiniz' Bunun üzerine o ölüye şöyle denir: 'Afiyet olsun! İyi
olarak yaşadın, iyi olarak öldün'
Ka'b der ki: "Rahmet melekleri ona varırlar. Ona cennetten getirilen bir
döşek ve bir yorgan sererler. Kabrinde gözün yetişebileceği kadar onun
için genişlik yapılır. Cennetten ona bir kandil getirilir. Allah Teâlâ,
onu kabirden hasredeceği güne kadar o kandilin ışığından nurlandırır."
Öncelikle Amentü ilkelerine iman şart! İmanı olmayanın o boyutun
sıkıntılarından kurtulması imkânsız. Tüm evrensel bilgileri ruh
bilincinize bu iman melekesi ile yükleyeceksiniz. Çünkü görmediğiniz
hakkında bilgi alıyorsunuz, inanç olmadığında bu bilgiler pekişmez,
yerleşmez.
Ve kesinlikle teslimiyet şuurunu burada öğrenerek nefsinizi ıslah ederek
bazı gerçekleri bu dünyada müşahede edebilir hale gelmelisiniz.
Eğer bunların hiç birini yapamıyorsanız, sizi kurtaracak tek şey
İslam’ın şartlarına harfiyen uymak, günahlardan kaçınmak, sık sık tevbe
ve mümkünse hacca gitmek, namazların vakitlerini kaçırmamak, kısaca
nebinin şeraitine kılı kılına uymaktır. Allah bizim günahlarımızı
affetsin ve iki cihanda selamete erip bahtiyar olanlardan eylesin.
Tevbe, namaz, oruç, hac, zekât ve sadaka ile Yasin, Tebareke ve İza
Vakıa surelerini bol bol okuyarak ve mümkün olduğu kadar değer
yargılarından bilincimizi temizleyerek, günahlardan, özellikle gıybet ve
iftiradan ve dahi kul hakkından kaçınarak korunabiliriz.
Allah yardımcımız olsun, Resulü Hz. Muhammed Mustafa aleyhisselatu
vesselam'ın şefaati hazır olsun. Selam, saygı ve sevgilerimle...
Dip Not: Aşağıdaki üç filmin seyredilmesini tavsiye ederim. Ölüm ötesi
yaşama geçiş ve kabir azabı nedir anlamak için güzel üç misal… Orijinal
isimlerini de yazdım ki dileyen internetten değil DVD’sini bulup
seyredebilsin.
Ölüm Ötesi Yaşam (After Life):
http://www.okyanusum.com/filmler/afterlife.html
Çizgi Ötesi (Flatliners):
http://www.hazirfilm.com/cizgi-otesi-film-izle.html
Aşkın Gücü (What Dreams May Come):
http://www.filmc.net/askin-gucu-what-dreams-may-come-izle/
* * *
Ruh-i Hayvani’deki Enerji Sistemini Tanıyalım
Hayat Ağacı
Şimdi biraz da çakralar ismiyle bilinen oluşumun ne olduğundan söz
edelim.
Madde planında, ana karnında 120. günde bir insan olarak yaşama başlayan
varlığın orijinal bilgi ve enerji formülüne ruh-i hayvani veya süptil
beden ya da perisperi denir demiştik. Çakralar diye bilinen oluşum ise,
madde bedenimizin ışınsal boyutu ve orijinali olan bu ruh-i hayvaninin
yani süptil enerji bedenin ortasındaki ana enerji kanalındaki çok önemli
kilit noktalarıdır. Hayat Ağacı terimi, insanın ruh-i hayvanisindeki
yani süptil bedenindeki enerji akışı şemasının bir ağacı andırması
sebebiyledir. Enerji bedenin tam ortasında Uzakdoğuluların sushumma nadi
dediği bir ana kanal bulunur. Çakralar da bu kanal üzerindeki kilit
noktalarıdır. Bu bedenin sağ ve sol yanında dolaşan enerjiler, henüz
harekete geçmemiş olan Ana Ruh'tan gelen çok özel bir enerji türünü
harekete geçirir. Bu enerjiye uyuyan enerji denir ki İslam tasavvufunda
ona “nefs bilinci” denir, yani benlik bilinci ya da şuuru. Uyanana dek
kuyruk sokumunda korunur. Kişinin akıl baliğ olmasıyla bu bilinç uyanır.
Uyandıktan sonra burada kalması ve yükselememesi hâline emmare nefs
bilinci denir. Böyle kişilerin evrensel bilgiden ve kendi hakikatinden
yaşam boyu haberi olmaz ve bilinçlenmez. Adeta hayvani bir bilinçle
yaşayıp ölürler.
Kişi akıl baliğ olma yaşına gelince, süptil bedende sağ ve sol yanda
akan enerjiler uyuyan bu enerjiyi uyandırır. Eğer bu bilinç+enerji
yükselmeye başlarsa, o enerji hayat ağacının ortasında, yani sushumma
nadi kanalında yükselir ve kişinin içinde bulunduğu şuur nispetinde
çarka kilitlerini açarak tepe noktasına kadar yükselmeye devam eder.
Bu ana kanalda yükselen enerjinin çakra denilen merkezlerde sprial
şekilde döndüğü düşünülür. Bu dönüşle kilidi açıp diğer kilide doğru
yükselir. Çakralar toplam yedi tanedir. Derler ki yedi tane çarka
açılınca, bunun üzerinde bir yedi çakra daha vardır. İşte diğer yedi
çıkra da ışınsal ikizin, yani avatarın çakralarıdır. Bu bedende ne
oluyorsa, orada da o zapt edilir demiştik. Kimilerince Kuran’da bir
ayette geçen “Seb-ül Mesani yani çift yedi” kavramı da bu gerçeğe işaret
eder.
Hayvan beyninde, bitkilerde veya diğer cansız oluşumlarda böyle ışınsal
kopya oluşturacak yetenek yoktur. Onların madde bedenindeki manalar,
ölümle yeniden ışınsal enerjiye dönüşerek yeni bir yapıyla farklı bir
formda yer alır, yani yeni bir oluşumun temel taşı olurlar.
Gerek ruh-i hayvaninin, gerek ikizi olan ruh-i insaninin güçleri,
gerçekte Ana Ruh’tan gelir. Kişideki Kundalini yani nefs bilinci
yükselip saflaştıkça, kendini tanıdıkça, Ana Ruh’un güçleri de bu ruh-i
hayvanide açığa çıkmaya başlar ve beyin tarafından ikizine de
kopyalanır.
Üretilen bu avatarların cennet veya cehennemde yer almasına gelince…
Dedik ki, her kişinin süptil enerji bedeni, beyindeki birtakım güçleri
aynısıyla insani ruh dediğimiz ışınsal avatara kopyalanmasına rağmen,
bazı beyinler pozitif enerji tutucu alt yapı oluşturmaz. Dolayısıyla
ölümle dönüştüğü anda sadece kendini ölümsüzleştirecek öz enerjisi ve
negatif enerjilerle kalır. Ama bilincinin ve ışınsal yapısının yüksek
titreşim frekanslarındaki dalga boylarına yükselmesini sağlayacak
pozitif enerjisi yoktur. Bu da cennetlere ulaşamayacağı anlamına gelir.
Dolayısıyla varlığını sonsuza dek devam ettireceği mevcut öz enerjisiyle
ebediyen cehennem ortamında kalır. Hapsolduğu bu boyutta zamanla kısmen
dönüşse bile o ortamdan kurtulamaz, çünkü titreşim frekansını
yükseltecek enerjileri üretici madde beyni yoktur artık ve bu beynin
faaliyetine bağlı olarak bir pozitif enerji tutacağı da oluşmamıştır.
Dolayısıyla evrensel dalgalardan bu tip enerjileri de yakalayıp zapt
edemez. Artık sonsuza dek varlığını devam ettiren o öz enerjiyle kalmaya
mahkûmdur.
Şimdi diyebilirsiniz ki, ayetlerde iki melek olduğundan söz ediyor.
Neden onlarda bir tane? Çünkü Kuran’da sözü edilen o iki melek, sadece
iman eden insanda yani said kişilerde bulunur, iman eden insanın melekî
özellikleridir. 120. günde aktif olur, demiştik.
Tüm bu açıklamalardan çıkarılacak sonuç ise, insana yapılan ilahi
uyarıların önemidir. Yani kişinin orijinal canlı beyni mevcutken -ki o
bir kozmik bilinç kopyasıdır- bunu idrak etmek için düşünmesini ve
ekstra pozitif enerjiler üretip ışınsal bedene yüklemelerini tavsiye
eden ilahi uyarıların öneminden söz ediyoruz. Sevap denilen pozitif
fiillerle açığa çıkan tinsel/ruhsal enerjiyle, ibadet ve zikir gibi
pozitif enerji üretici fiillerin bu açıdan önemi büyüktür. Bunu fark
edenler de şanslı cennet yolcularıdır. Yol için benzin depolamışlardır
bir bakıma…
Diğerleri ise sonradan evlatlarının veya akrabalarının yollayacağına
muhtaç olarak bekler dururlar. Tabii evlatlarına ve akrabalarına ne
hayır bıraktığı ya da onlarda ne gibi bir iz bıraktığı da çok önemlidir
bu durumda. İman etmeyenler için ise, tutucu, muhafaza edici bir
özelliği olmadığından ne yapılsa boşa gider.
Ruh-i hayvanideki enerjiler
Ruh-i hayvani, varlığını meydana getiren mana terkibini bir arada
tutabilmek için dışsal yolla enerji toplar, demiştik. Örneğin nefes,
beslenme (su ve besinler) ve güneş yoluyla aldığı enerjiler gibi. Bu
enerjileri, ibadetler ve sevap dediğimiz pozitif davranışlarda kullanır
ve tinsel enerjiye dönüştürür, ışınsal avatar da bu enerji türünü
yakalayıp kendine yükler.
Ancak besinlerdeki enerji en karmaşık türdür. Evrenin tekâmülü konusunda
değindiğimiz gibi, bazı besinleri oluşturan manalar dünya ve madde
tabiatına dair yoğun bilgi taşır. Bu yoğun ve karmaşık bilgi herhangi
bir terkibi yapıya dâhil olduğunda o terkibi yapının bilincini öz
gerçeğinden uzaklaştırabileceği için, bu yolla gelen enerji bilinçlenme
açısından kalitesizdir. Uzakdoğulu öğretilerinde “Kişi yediklerinden
ibarettir.” denir. Dolayısıyla bedenimize ne tür bir bilgiyi dâhil
ettiğimize özen göstermeliyiz. Bizi öz gerçeğimizden uzaklaştıracak
kadar karmaşık, maddeye dönük ve negatif tabiatlı besinlerden uzak
durmamız gerekir. Oruç da zahiren bu mantıkla tutulur. Mana açısından
daha derin anlamları da vardır.
İşte tüm bu sebeplerle aydınlanma yoluna giren kişiler hayvansal
gıdaları olabildiğince az alıp, bitkisel gıdalara ağırlık vermişlerdir.
Ancak bitkisel gıdalarda da aşırıya kaçılmamalıdır. Çünkü onlardaki
bilgi de azımsanmayacak kadar madde tabiatına dönüktür.
Yeri gelmişken hemen bir konuya daha değinelim. Yediğimiz besinleri
kazanma şekli de onların enerjisini olumlu ya da olumsuz etkiler. Hz.
Aişe'den rivayet edilen bir hadiste bu konuya değinilmiştir.
Ebu Bekir es-Sıddîk radıyallahu anh’ın bir kölesi vardı. Bu köle
kazancının belli bir kısmını Ebu Bekir’e verir, o da bundan yerdi.
Yine bir gün köle kazandığı bir şeyi getirdi, Ebû Bekir de onu yemeğe
başladı. Köle, Ebu Bekir’e:
“Yediğin şeyin ne olduğunu biliyor musun?” diye sordu. Ebu Bekir de:
“Söyle bakalım, neymiş?” diye açıklamasını istedi. Köle şunları söyledi:
“Falcılıktan anlamadığım hâlde, Cahiliye devrinde birine falcılık
yaparak adamı aldatmıştım. Bugün onunla karşılaştık. Adam o yaptığım işe
karşılık, işte bu yediğin şeyi çıkarıp verdi.”
Bunun üzerine Ebu Bekir parmağını ağzına sokarak yediklerinin hepsini
kustu. (Buhari)
Nefesle alınan oksijenin enerjisi, çok çabuk hayatiyete dönüşen rafine
bir enerjidir. Karmaşık bir bilgiye sahip değildir ve faydalıdır.
Vücudumuzun dörtte üçünü teşkil eden su ise, varlık planında yaratılışın
başlangıç elementidir. Tüm âlemlerde, kozmostaki ilâhi enerjilerin ana
iletkeni ve kozmik okyanusta var oluşun temelini oluşturan destek
sistemidir su. Vücudumuzun da ana elementidir ve onun içindeki oksijenle
alınan enerji de tıpkı nefeste olduğu gibi çok rafine bir enerjidir.
Ayrıca, suyun üst melekî boyutlarından yani titreşim frekansı yüksek
kuantsal boyutundan gelen yüksek frekansta kozmik enerjisi de mevcuttur.
Bio-elektirik gücünü de yıkanma esnasında deri yoluyla çok çabuk alırız.
Günde beş vakit abdestin de bu açıdan önemi vardır.
Süptil enerji bedendeki bazı enerji kanalları, deri yoluyla da kozmik
enerji alımı yapar. Meselâ el, yüz, ayaklar ve baş gibi… Bunlar İslâm
dininde de abdest azaları olarak bilinir.
Güneş, bitkilerin ve hayvanların büyüyüp gelişmesinde önemli bir
hayatiyet kaynağıdır, pozitif ve eril bir enerjidir. Güneş’ten gelen
enerji, en dolaysız, saf ve pozitif hayatiyet enerjisi olmasına rağmen,
bitkiler gibi fotosentez yaparak Güneş enerjisini alamayız. Ancak o
bitkileri yiyerek bu enerjiyi dolaylı yoldan alabiliriz. Fakat Güneş
enerjisini doğrudan kullanabilen kabiliyette ruh-i hayvaniye sahip
insanlar da vardır. Günlerce yemeden içmeden çok sağlıklı yaşayabilen
Hint fakirlerine bunu nasıl yaptıkları sorulduğunda, bedenlerinin güneş
enerjisini doğrudan alıp kullanabildiğini, bu enerji ile beslendiklerini
söylerler.
Topraktan da oldukça rafine sayılabilecek türde kozmik enerji alırız.
Sürekli üzerine bastığımız toprağın önemini fark etmek gerekir. İslâm
dininde su ile abdest alınamazsa, toprakla teyemmüm edilir. Teyemmümü
temizlik olarak ele alamayacağımıza göre, burada su ile alınan abdestin
de sadece temizlik olmadığını anlamış oluruz. Yine ölülerin toprağa
gömülmesindeki mantık da, son olarak alıp ruhuna yükleyebileceği o
rafine kozmik enerji sebebiyledir. Ruh-i hayvani topraktaki pozitif
enerjiyi alır, negatifi bırakır ve o esnada ışınsal avatar pozitif olanı
yakalar. Ölüleri toprağa gömmeyenlerin onlara ne büyük bir kötülük
ettiklerini varın siz hesaplayın. Denize atılması da olabilir, ancak
deniz hayvanları tarafından parçalanıp ihtiyacı olan yükleme ve
boşaltmayı yapamayabilir. O sebeple en akılcı olan toprağa gömmektir.
Ateşte yakmak ise, o kişiye yapılacak en büyük kötülüktür, en cahilce
olanıdır.
Baraka - Prana - Chi
Çeşitli yollarla alınan bu enerjiler ruh-i hayvanide bir takım
kanallarda dolaşır. Dolaşan bu hayatiyet enerjisine, Hintliler prana,
Çinliler chi, Tibetliler lung olarak adlandırıyorlar. Museviler ruh,
Araplar baraka derler. Uzakdoğulular bu enerjinin ruh-i hayvaninin göğüs
bölgesinde (kalp) bir ana depoda biriktiğini ve nadi isimli enerji
kanallarında hareket ederek ruh-i hayvanide dolaştığını söyler. Tıpkı
kanın madde bedende damarlarda dolaşması gibi... Ki zaten o enerjilerin
madde bedendeki karşılığı da bunlardır.
Kundalini – Nefs Bilinci
Tasavvufun nefs bilinci dediği benlik şuuruna, Uzakdoğulular Kundalini
der. Hint dilinde Kundalini'nin anlamı "saf arzunun gücü" demektir.
Kuyruk sokumu hizasında bulunan bir tür uyuyan enerji türüdür. Akıl
baliğ olan kişide bu bilinç+enerji uyanır. Vücudun hormonal
salgılarındaki değişimle harekete geçen ruh-i hayvanideki enerji
akımları bu bilinci uyandırır. Nefs bilinci yani benlik bilinci,
farkındalığı değişime uğrayan, tekâmül eden bir enerji olmasından
dolayı, bu bilincin kendini öz gerçeğini tanıması için ruh-i hayvaninin
ortasındaki ana kanalda çakraları açarak yükselip en üst çakraya kadar
yükselmesi gerekir.
"Kendini tanıyan nefsini tanır, nefsini tanıyan rabbini tanır." hadis-i
şerifinde bahsedilen nefs, Uzakdoğu dilinde Kundalini’dir.
Vahye dayalı ilâhi kitaplarda tepe noktasına ulaşmış Kundalini, "asa"
olarak sembolize edilmiştir. Uyanıp tüm çakraları açarak kıyama kalkmış
nefs bilincini temsil eder asa sembolü. Omurilik boyunca yükseldiği için
33 sayısı pek çok öğretide aydınlanmayı sembolize eder. Yakup’un
merdiveni diye bilinen de bu yoldur. 33 basamaklı merdivene tırmanmak da
bu enerjinin uyanıp kıyama kalkışıdır.
Kâbe ve Tepe Çakrası
İnsanda olduğu gibi, Dünya, Güneş sistemi ve diğer yıldız sistemlerinin,
galaksilerin ve evrenin dahi prana ve Kundalini'si (nefs bilinci)
vardır. Bu konudaki tüm anlatımları evrensel boyuta genişletebilirsiniz.
Mikrodan makroya kadar tüm evren aynı sistemle çalışır. Örneğin Kâbe,
dünyanın tepe çakrasıdır kanımca… Dünyadaki Kundalini (benlik bilinci),
tepe çakrasına o noktada ulaşmıştır diye düşünüyorum. Bu konuda yine
başka bir düşüncem de şu: Dünyadaki Kundalini'nin tepe çakrasına (Kâbe
noktasına) ulaşmasının, İbrahim (a.s.) zamanında olması ihtimali yüksek…
Çünkü Dünya'nın da bir bilinci var ve bu bilinç yeryüzündeki tüm
canlıları kapsayan bir bilinçtir. Kapsadığı bilinçlerdeki uyanışla Dünya
(yeryüzü) bilinci de uyanmıştır, olgunluğa erişmiştir kanımca... Bir tek
kişinin uyanışı dahi yeryüzünün uyanışına sebep olur ki O da ilk İbrahim
(a.s.) ile olmuştur.
Kâbe ile ilgili bir rivayete göre; Allah, İbrahim (a.s)'ı
görevlendirdikten sonra İbrahim, Sakina’nın kılavuzluğu altında
Arabistan’a gelir, iki başlı bir yılan veya kasırga olarak nitelenen
Sakina, Kâbe’nin bulunduğu yere gelince durur, temellerin çevresine
sarılarak, yapıyı kendi üzerine kurmasını söyler. İbrahim (a.s.) onun
gölgesi üzerine Kâbe’yi yapmaya başlar. İsmail (a.s.) da kendisine
yardım eder. Bu rivayetteki yılan sembolü de dikkat çekicidir.
Kundalini'nin de yılan şeklinde sembolize olduğunu düşünecek olursak,
bunun yeryüzünde akan bir enerjinin sembolik bir anlatımı olması
muhtemeldir.
Sudaki Hayat ve Zemzem
Arafat, Beytu'l-Makdis yani Mescid-i Aksa da dünyanın önemli
çakralarıdır. Yine Kâbe’deki Zemzem suyu da, bu bölgede bulunan yüksek
kozmik enerji vibrasyonu (titreşimi) olması sebebiyledir. Bu enerji
madde planında bazı tezahürler gerçekleştirmiştir ki bunlardan en
önemlisi hayatiyet kaynağı sudur. Bu sebeple Zemzem, saf, arınmış ve
yüksek kozmik enerji içeren bir sudur. Kudüs altındaki yer altı
nehirleri de böyle olabilir.
Kozmik enerji ile su arasında önemli bir bağlantı olması sebebiyle,
insanın süptil bedenindeki her çakra açıldığında, oluşan kozmik
vibrasyon nedeniyle madde bedende o çakrayı temsil eden hormonal
bezlerin çalışmasında da bazı önemli değişiklikler oluşur. Bazen bu
çakralardaki tıkanıklık, bu hormonal bezlerde sorunlara da sebep
olabilir. Hatta bu çakraların hücre yapısında ve genler üzerinde dahi
etkili olduğunu düşünüyorum. Beden sağlığından ruh sağlığına dek,
bilincin evrensel gerçeklerle aydınlanması da dâhil olmak üzere, birçok
konu üzerinde etkilidir çakralar.
Çakralar ve Akupunktur Noktaları
Alternatif tıp kapsamında olan akupunkturu birçoğunuz bilirsiniz. Gerek
yeryüzünde, gerek insanın madde bedeninde bazı enerji düğümleri vardır.
Bu enerji düğümleri, yeryüzünün ve insan bedeninin süptil enerji bedeni
boyutunda dolaşır. Bu enerji akımlarının kesiştiği noktalardır
akupunktur noktaları. Bilim, yeryüzündekine ley hatları ve ley hattı
düğümleri diyor. Uzakdoğu öğretilerine göre hastalıklar, kişinin süptil
bedenindeki enerji akışının bozulmasıyla oluşur. Bu enerji düğümlerine
iğneler batırılarak enerji akışı düzenlenir ve hastalık tedavi edilir.
Uzakdoğulular Batı tıbbında olduğu gibi tedavileri madde bedene değil,
enerji bedene uygularlar. Bunun daha kökten ve sağlıklı sonuç olduğuna
inanılır. Bu şekilde kanser tedavisi bile yapılır, enerji akışı
düzenlemesini uzmanı yaparsa.
Kişisel görüşümce Efes civarı da önemli bir yeryüzü çakrası veya
akupunktur noktasıdır. Meryem’in kabrinin burada bulunması da tesadüf
değildir. Bu bölgeyi bilinçli olarak seçmiş ve burada yaşayıp vefat
etmiştir diye düşünüyorum. Ayrıca, İstanbul’un da tıpkı Mekke ve Kudüs
gibi çok önemli ve yüksek enerjili bir yeryüzü çakrası olduğu söylenir.
Dileyen yedi çakrayı ve Kundalini üzerindeki etkilerini daha detaylı
araştırabilir.
Ruh-i hayvaninin elde ettiği tüm hayatiyet enerjisi, namaz, zikir, oruç,
zekât, hac, tefekkür, tüm nafile ibadetler ve tevhid anlayışına dayanan
pozitif şuurdan kaynaklanan fiiller şeklinde değerlendirilip, tinsel
enerjiye dönüştürülür ve ışınsal beden de bu enerjileri alıp tutar.
Zikrin de çakralar üzerinde etkisi vardır. Uzakdoğulular da bu sebeple
zikir yapar, tasavvuf ehli de zikir önerir. Her çakranın ayrı bir mana
zikri olduğu söylenir. Eğer o zikir yapılırsa, o zikre bağlı çakranın
açılması kolaylaşır denir. Bu manalar Esma-ül Hüsna olarak bilinir.
Çünkü zikredilen kelime bir anahtar gibidir. Titreşimini çakranın
frekansına ayarlıysa, onu açar. Uzakdoğulular da bu manaların titreşim
frekansını yakalayacak sesler çıkarıp zikir yapmaya çalışmışlardır. Ama
İslam tasavvufundaki gibi sağlıklı değildir. Garantörü Allah resulü ve
nebisi olmayan hiçbir yöntem güvenilir değildir.
Mesela tasavvufta, Uzakdoğu öğretilerinde belirtilen bu çakraların
isimleri aynısıyla geçmez, ama bu çakraların açılması durumundaki nefs
bilincinin adları vardır. Mesela kuyruk sokumu çakrası açılırsa
Kundalini, emmare nefs bilinci olur. Göbek altı çakrası açılırsa,
levvame nefs bilinci; göbek çakrası açılırsa, mülhime nefs bilinci; kalp
çakrası açılırsa, mutmainne nefs bilinci; boğaz çakrası açılırsa, raziye
nefs bilinci; alın çakrası veya üçüncü göz açılırsa, mardiye nefs
bilinci; tepe çakrası açılırsa, safiye nefs bilinci denir.
Uzakdoğu'nun "çakra" dediğine İslam tasavvufunda bazı ekoller; "kalp,
ruh, sır, hafi, ahfa ve nefs-i natıka latifeleri" der.
Kundalini ve Çakralar Ters Yönde İşlerse
Bazen insanî özelliklerle yaratılmış bir kişide uyarılan Kundalini (nefs
bilinci), sushumma nadi isimli ana kanal üzerinde değil, farklı bir
kanala yönelip, bu kanalda hareket etmeye başlar. Bunun çeşitli
sebepleri olabilir. Fakat sonucu ölümcül rahatsızlıklara ya da
psikolojik bozukluklara kadar varabilir. Ancak ehil biri tarafından
tavsiye edilen doğru çalışmalarla Kundalini asıl hareket merkezine
çekilebilir.
Vahiy İlmi ve Uzakdoğu Öğretilerinin Kaynağı
Önce vahye dayalı ilâhi açıklamalarla, Uzakdoğu öğretilerindeki ortak
noktalar üzerinde durmak istiyorum. Çünkü aklın yolu birdir. İnsan
bilinci arındıkça bazı ilahi gerçeklere ulaşabilir, Resul ve Nebilerin
tebliğ ettiği semavî dinlerdeki kadar ayrıntılı ve emin bir ilim olmasa
da... Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.) “İlim Çin’de de olsa onu alınız.”
sözünü bilinçli olarak söylemiştir. Bazı konularda Uzakdoğu
öğretilerinden faydalanabileceğimize dikkat çekmiştir kanımca.
Uzakdoğu öğretileri Musa’dan çok öncesinde de mevcuttur. Kaynağının bir
nebi veya resule dayandığı da iddia edilir, ama kesin değildir. Üstelik
çok eski bir tarihe dayandığından tahrif edilmiş olması ihtimali
kuvvetlidir. Meselâ çok oruç tuttuğu bilinen İdris (a.s)'ın
Himalaya'larda yaşadığı rivayet edilir. Fakat bu sadece bir rivayettir.
Filibeli Ahmed Hilmi birçok insanın düşünce dünyasını derinden etkileyen
Amak-ı Hayal isimli eserinde Buda'yı bir veli olarak tanıtır. Velhasıl,
madem bu öğretileri işaret eden bir hadis vardır, o hâlde bu konular
üzerinde durmanın da faydası olacağı inancındayım.
Burada Uzakdoğu öğretilerinden doğru olduğuna inandığım bazı bilgileri,
ilâhi bilgilerle karşılaştırarak sentezlemeye gayret ettim. Tamamen
kişisel yorumdur. Doğrusunu sadece Allah bilir.
Meditasyon Namaz’ın yerini tutar mı?
Bu konuyla ilgili iki soru sorulmuştu, bu konuda yazacaklarımı bu iki
soruya cevap çerçevesinde ele alacağım.
1. Soru: Bir arkadaşımın tavsiyesiyle, özel bir hoca eşliğinde birkaç ay
meditasyon yapmaya devam ettim. Meditasyon yaparken hissettiğim güzel
duyguları namaz kılarken hissedemiyorum. Bunun sebebi nedir?
2. Soru: Namaz kılarken yoğunlaşma sağlayamıyorum. Bu şekilde kıldığım
namazın bana ne faydası olabilir? Namaz kılarken aklıma hep şu ayetler
geliyor: * "Vay hâline o namaz kılanların ki, kıldıkları namazın
değerine aldırış etmezler." (107/4-5) ve kıldığım namazdan huzur
alamıyorum.
Gerçek farkındalıkta zevk veya acı gibi duygular yoktur. Ya zihin tam
durgunluk halindedir ya da duygudan arî tepkisiz bir seyirdedir. Zevk ve
acı bedenin hormonlarıyla ilgilidir. Dolayısıyla bedenle ilgisi
kesilmeyen bir hali farkındalık şuuru olarak tanımlayamayız.
Farkındalık, kişinin kendini bilinç boyutunda tanıması durumudur. Bundan
zevk ya da acı yoktur. Dolayısıyla bu tür zevk verici çalışmaların
gerçek farkındalıkla ilgisi yoktur. Ayrıca, meditasyon ve diğer
yöntemlerle hissedilen şuursal durumlar kalıcı değil, anlıktır. Bu tür
çalışmalarda yaşanan anlık hissedişler veya birtakım zevkler, nörolojik,
şuursal ve ruhsal birer açılım değildir. Bu gibi çalışmalar yapan
kimseler nebevi korunma sisteminden de mahrumdur. Dolayısıyla bu anlarda
negatif ışınsal varlıkların oluşturduğu obsesif etkiler altında kalması
da muhtemeldir ve çok tehlikelidir. Yani genellikle gerçek anlamda bir
farkındalık yoktur. Alınan şuursal zevkler de beyne yollanan negatif
ışınsal etkilerle oluşan birtakım geçici hissedişlerdir çoğunlukla.
Allah Resulü Hz. Muhammed (a.s.) tarafından “dinin direği” olarak
tanımlanan namaz ise, bu tür çalışmalarla mukayese dahi edilmeyecek
muhteşem sistemsel bir olaydır, sonuçlarını kıldığınız anda fark
edemeseniz de. Çünkü namaz öncelikle diğerleri gibi beşeri bir yöntem
değil, Yaratıcı’nın insan için uygun gördüğü ilâhi bir yöntemdir.
Üstelik nebevi korunma sistemi içinde gerçekleştiği için, obsesif
etkilerden de korunur. Bir varlığı Yaratan, onun hakkında en hayırlısı
neyse, onu yarattıklarından daha iyi bilir kuşkusuz. Öncelikle size
namazın herkesin mutlaka bilmesi gereken iki ayrı faydasını maddeler
halinde sıralayalım.
1- Bir kere namaz son nebinin önerdiği bir yöntem olmasından dolayı, bir
takım ilâhi ayrıcalıklara ve garantilere sahiptir. Örneğin herhangi bir
kişi meditasyon esnasında bir takım negatif ışınsal varlıkların obsesif
etkisine açıkken, namaz kılan kişi bu tür etkilerden özel olarak
korunur. Şöyle ki: Namazda okunan sureler, ayetler, dualar, şeytandan
Allah’a sığınarak okunan besme ve niyet aşaması ve namaz öncesi alınan
abdest sebebiyle sistemde kişiye özel bir korunma kalkanı oluşur ve bu
tür negatif varlıklar namaz kılan kişiye kolay kolay yaklaşamaz.
Dolayısıyla kişiye namaz esnasında birtakım nefsî zevkler yaşatmaları
ihtimali de zayıftır. Bu sebeple namaz kılanlar, diğer çalışmaları
yapanların aldığı bir takım nefsi lezzetleri duymayabilirler. Hatta bu
konuda bilgisi olan kişiler, namazdan bu tür lezzetler aldıklarında, o
namaza şüpheyle bakarlar. “Acaba bir yerde hata yaptım da korunma
kalkanım mı zayıfladı? Dolayısıyla bir obsesif etki mi alıyorum?”
gibi... Namazı Allah Resulünün tarif ettiği gibi, kurallarına uygun
şekilde kılmaya başlayan kişinin aklına dünyevi şeylerin gelmesinden
başka negatif etkiler alması söz konusu değildir.
İsterseniz şimdi de namazın muhteşem diye nitelediğimiz sistemsel
etkisinden söz edelim biraz.
Kişi namaza niyet edip, kıbleye döndüğü anda, onun fark edemediği içsel
boyutları itibarıyla harekete geçen bir enerji ağı kurulur. Ehli
tarafından “Kişi namaza durduğunda ona hizmetle görevli melekler de onun
arkasında namaza durur.” denir. Yani kişi namaz kılarken, kendine hizmet
eden koruyucu melekleri, yazıcı melekleri vs. gibi tüm meleklere imam
olur bir bakıma. Bunun bir diğer anlamı da kişi tüm varlığı ve
boyutlarıyla namaza durur demektir. Yatay olarak kıble yönündeki Kâbe’ye
ve içsel olarak da özdeki yüksek vibrasyonlu evrensel pozitif enerjilere
bağlanan muhteşem bir enerji ağı kurulur. Bu sebeple namazın
göremediğimiz ve farkına varamadığımız boyutlarda seyreden bir yönü
vardır. Kişi namaza yeterince yoğunlaşamasa da bunlar otomatik olarak
gerçekleşir. Örneğin Kâbe’de el sürülen veya uzaktan selamlanan Hacer-ül
Esved konusunda da böyle bir işlem geçerlidir. Uzaktan da Hacer-ül
Esved’le aynı bağlantı kurulabilir. Tabii bugünkü bilimsel araçlarla ve
verilerle farklı bir boyut itibarıyla kurulan bu enerji ağını ve bağını
tespit ve ispat edemiyoruz belki ama şahit olan ehlinin dediğine göre
olay budur. Tıpkı bunun gibi, kıbleye (Kâbe’ye) dönüp niyet ederek
namaza başladığınız anda, bu işlemin bir benzeri gerçekleşiyor ve
algılayamadığımız o ışınsal boyut itibarıyla ruhumuzdaki negatif
enerjiden kısmen kurtuluyoruz. Namaza ne kadar yoğunlaştığınıza, namazın
süresine oranla bu sıfırlanma olayının miktarı da değişebilir. Ama en
kısa ve “farkındalıktan yoksun” diye kılınan namazda dahi bu işlem
kısmen gerçekleşir. Çünkü namaz, nebiye iman edip kılanlar için otomatik
olarak getirisi yaşanan sistemle bağları çok kuvvetli bir ibadet ve
çalışmadır. Nebiye iman edenlere, bizzat O Nebi kefil olur. Kabir
sorularının birinin de “Nebin kim?” sorusu olmasının sebebi de budur.
İman ettiğin nebiyi söyle -ki bu şekilde O’nun açıkladığı şeriatlar ve
ibadetlere göre yargılan anlamında- ve senin için O nebinin hatırına
Allah ve melekleri tarafından sağlanan imtiyazlardan faydalan, gibi…
Nebiye iman edip, uyan kazanır! Namaz da nebinin hatırına Allah
tarafından ümmetine bağışlanan özel bir ikramdır. Nasıl kılarsan kıl,
mutlaka olumlu getirisi olacaktır, derece derece de olsa.
Özetle kıldığımız namaz, son Nebi Hz. Muhammed (a.s)’ın miraç esnasından
Allah’tan “ümmetim, ümmetim!” duasıyla bizim için talep ettiği özel bir
imtiyazdır denilebilir. Nebinin sistem üzerindeki şuursal gücünü (dua
gücünü) de biliyorsunuz.
“Gerçekten Allah ve melekleri nebi'ye salât ederler. Ey iman edenler!
Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin.” (33/56)
Bu ayetteki; “Allah ve melekleri nebi'ye salât ederler” ifadesi, “Allah
ve melekleri nebiye izzet ve ikramda bulunarak arzularını sistemsel
olarak yerine getirirler, sistem nebiye göre, O’nun duasına ve arzusuna
göre şekillenir.” anlamındadır bana göre...
“Ey iman edenler! Siz de ona teslimiyetle salât ve selâm edin” derken
de, sizler de Nebi’ye teslim olup, O’na uyarak, O’nun bu arzusuna ve
duasına göre şekillenen sisteme uymuş olursunuz ve sonuçlarını
yaşarsınız, demektir. Doğrusunu Allah bilir!
Namaz birçok ibadeti, çok kapsamlı bir farkındalığı ve daha pek çok şeyi
bünyesinde barındıran bir ibadettir. O sebeple “dinin direğidir.”
İçindeki her hareketin sembolik bir anlamı vardır.
Namaz’ın şuursal bir getirisi de vardır. Hadis-i şerifte “Namaz
miraç’tır” denir. Namaz’ın miraç olarak nitelenmesi, onun müşahede ve
idrakler süreci olması dolayısıyladır. Namaz içindeki müşahede ve
idrakler, yani miraç, birim benliğinizden günlük yaşamda arınmanız
oranındadır. Namaz, namaz öncesinde başlar da diyebiliriz. Secdedeki
yokluğu / hiçliği deneyimlemek, namazın miraç olmasıyla mümkündür.
Namazın miraç olabilmesi de namaza benlik olmadan durmakla mümkündür.
Daha başında Allahu Ekber diyerek, ben’ini ve dünyayı terk etmeyen kişi,
namazdan şuursal yükseliş olarak istifade edemez. Ama diğer faydalarını
alır.
Namaz içinde okunan ayetler, sureler ve dualar sebebiyle, namaz aynı
zamanda bir zikir de olduğu için, nörolojik olarak da kalıcı sonuçları
vardır. Tabii tinsel enerji ve getirisi de vardır, ama bu kalıcı
olmayabilir. Çünkü bu enerjilerin söz konusu olduğu boyut itibarıyla
birtakım sistemsel enerji ağları çok çabuk kurulduğundan, namazda
kazandığınız pozitif enerjileri, başka bir sahada kaybetmemiz söz konusu
olabilir. Örneğin kul hakkı gibi, gıybet gibi fiillerle, namaz esnasında
kurtulduğumuz negatif enerjileri tekrar kendimize çekebiliriz ve pozitif
enerjileri de kaybedebiliriz.
Buhârî ve Müslim'in rivayet ettiği bir hadiste Allah Resulü der ki:
"Sizden birinizin kapısı önünden bir nehir aksa ve (o kişi) her gün beş
defa bu nehirde yıkansa, o kişide kir diye bir şey kalır mı?" (diye
sorunca) sahâbe:
"Hayır, kir diye bir şey kalmaz." dediler.
Allah Resulü: "Beş vakit namaz da böyledir. Allah, namaz ile günahları
giderir." buyurdu.
İşte bunun sebebi de, yukarıda sözünü ettiğimiz sistem sebebiyledir.
Yani niyet edip, kıbleye (Kâbe’ye) döndüğünüz ve namaza başladığınız
anda, sisteme çok boyutlu olarak bağlanırsınız ve bir enerji ağı
kurulur. Bunu şuurlu da yapsanız kurulur, şuursuz da yapsanız kurulur.
Çünkü sistem böyle… Nebinin kendine inanıp uyanlara peşinen şefaatidir
namaz.
Bu sebeple, ister şuurlu kılın, ister şuursuz, mutlaka önemli bir
getirisi olduğunu bilin ve kendi hayrınız için namazı terk etmeyin
lütfen!
Yasak Ağaç nedir?
Kuran-ı Kerim'de ve vahye dayalı ilâhi kitaplarda birçok hakikat mecaz
ve misallerle anlatılmıştır yani anlatımlar hep semboliktir.
"Yemin ederim ki, bu Kuran'da insanlar için her türlüsünden temsil
getirdik. Gerek ki iyi düşünsünler." (39/27)
Örneğin çoğunda sözü geçen "yasak ağaç" misali, evrensel bir gerçeğe
işaret etmesinin yanında aynı zamanda insandaki bir gerçeğe de işaret
etmek için seçilmiş bir semboldür. Ağaç tanımı, süptil enerji bedendeki
enerji kanallarının bir ağacı andırması sebebiyle seçilmiş sembolik bir
anlatımdır demiştik.
(Sonra Allah, Âdem'e hitap etti): "Ey Âdem! Sen ve eşin cennette durun,
dilediğiniz yerden yiyin; fakat şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden
olursunuz." (7/19)
Sen ve eşin dediği, ruh-i hayvani (Havva) ve ruh-i insanidir (Âdem).
Cennetin ortasındaki ağaç ise, nefs bilincidir. Yani nefsinizin tabii
arzularına uymayın denmiştir.
“Derken (şeytan) onların, kendilerinden gizli kalan çirkin yerlerini
kendilerine göstermek için onlara fısıldadı: ‘Rabbiniz, başka bir
sebepten dolayı değil, sırf ikiniz de birer melek ya da ebedî
kalıcılardan olursunuz diye sizi şu ağaçtan men etti.’ dedi.” (7/20)
Ve onlara: "Elbette ben size öğüt verenlerdenim." diye de yemin etti.
(7/21)
“Böylece onları aldatarak aşağı sarkıttı (önceki mevkilerinden indirdi).
Ağacı(n meyvesini) tadınca, çirkin yerleri kendilerine göründü ve cennet
yapraklarını üst üste yamayıp üzerlerini örtmeğe başladılar. Rableri
onlara seslendi: "Ben sizi o ağaçtan men etmedim mi ve şeytan size
apaçık düşmandır, demedim mi?" (7/22)
Burada şeytan nefsin tabii arzularını temsil ediyor. Çirkin yerlerden
kasıt ise cinsel organlar ve cinsel dürtülerdir. Yasak ağacın meyvesi,
bedenselliğe düşüren tabii arzulardır.
Musevi mistizmi olan Kabala’nın kitabı Zohar’dan bu sembolik anlama
dikkat çeken bir alıntı:
Bu dünyadan gelen bir nefes Hayat Ağacı'nın dallarını salladığında o
gelecek dünyanın hoş kokusunu bu dünyada yayar ve kutsanmış ruhları
canlandırır. Bu ruhlar birbirlerini uyandırarak yükselirler... ve Hayat
Ağacı sevinçle dolar." ( "The Zohar" III, 173 1 in "Le Livre de la
Splendeur")
Burada da Kundalini’nin yani nefs bilincinin uyanışı anlatılır.
Kundalini evrensel bilgi ile çakraların tamamını açıp yükseldiğinde
evrensel bilinç boyutunda kendini tanımış olur ve yokluğunu idrak eder,
saflaşır. Ama beden bilincinde hapis kalıp yükselemezse, orada tutsak
kalır ve özgürleşemez. Bu da yasak meyveyi yemek yani beden bilincinde
kayıtlanmaktır.
Musa (a.s.)'ın yere bırakıldığında ejderha şeklinde bir yılana dönüşen
“asa”sı da, deruni manada ruh-i hayvanide yılan şeklinde kıvrılan bir
enerji türü olan Kundalini’nin yani nefs bilincinin sembolik
ifadesidir. Bırakıldığı “yer” de ruh-i hayvaninin maddi boyutudur. Bu
ruhsal güç madde planında keramet dediğimiz olayları açığa çıkaracak bir
güçtür. Örneğin Musa’nın yılan olan asası diğer yılanları yutmuştu.
Çünkü nefs bilinci diğerlerinin nefs bilincinden daha üst noktadaydı.
Firavunun adamlarının gösterdiği olağanüstü hâller istidraçtı, çünkü
tabiatlarındaki ateş elementini kontrol edemiyorlardı. Musa ise kontrol
edebiliyordu.
Musa (a.s.)'ın asa ile sürüleri gütmesi, yaprakları çırpması olarak
sembolize edilen anlatımların manası da şu olabilir: İnsan
topluluklarına ilahi hakikatler doğrultusunda yön veren saflaşmış
nefstir.
Musa'nın Tur-u Sina'ya çıkıp Rabbi ile konuşması ise; Kundalini’nin
omurga hizasındaki ana yolda alın çakrası ve zirve çakraya dek yükselip,
bu çakraları açması, evrensel ilâhi hakikatler doğrultusunda
aydınlanması, O bilinçle BİR'leşmesi ve O'na ayna olması ve vahiy
almasıdır. Bu konudan İncil'de de bahsedilir:
“Musa’nın çölde yılanı yukarı kaldırdığı gibi, böylece insanoğlu da
yukarı kaldırılmak gerektir.” (Yuhanna 3/14)
Planetler ve Kozmik Enerjileri
Önemli bir konuda planetlerden dünyaya yansıyan enerjilerdir. Meselâ
Ay'ın enerjisi Güneş'in aksine dişi bir enerjidir. Ay ve bulunduğu
konumlar yani yeni ay, dolunay veya içinde bulunduğu burç gibi,
bedenimiz ve zihnimiz üzerinde çok etkilidir. Güneş gündüz ve
uyanıklığı, Ay gece ve uykuyu temsil eder. Gündüz hayattır, gece ise
ölüm. Güneş dışa dönüktür, Ay içe-öze dönüktür. Güneş zihnin dünyaya
dönük maddi yüzü ve beden üzerinde etkilidir, Ay ise zihnin öze dönük
yüzü ve ışınsal beden üzerinde etkindir. Güneş sol beyin üzerinde,
objektif ve somut düşünce, zaman kavramları üzerinde etkilidir. Ay ise;
sağ beyin, sübjektif ve soyut düşünce, görsel idrak ve mekân kavramları
üzerinde etkilidir. Güneş idraktir, Ay duygulardır. Fakat eril olan
Güneş enerjisi ile dişi olan Ay enerjisi dengeli olmalıdır. Biri
diğerinden önde gitmemelidir ki denge sağlansın. Gece ile gündüzün eşit
olması gibi...
Nefes ve Pranayama
Ağızdan nefes almak pek tavsiye edilmez. Çünkü bu şekilde nefes almak
hayat enerjisi (prana) kaybına yol açar. Doğru nefes alınmadığı
takdirde, akciğerler tam kapasite ile çalışmaz ve gereken verim
alınamaz. Bu durumda akciğerlerin yalnız üst kısmı kullanılır ve kana
daha az miktarda oksijen gider. Bu da bedenin yorgun, bitkin olmasına
sebep olur ve hastalıklara direnci azaltır. Nefes alıp veriş yanlış
olduğu durumda, akciğerlerin solunum sırasında ortaya çıkan toksinlerden
arındırılamaz ve beden hücreleri hayati faaliyetleri için gerekli
oksijeni alamaz. Diyafram hareketsiz kaldığı için, böbrekler,
bağırsaklar ve diğer organlardan tam kapasite ile verim alınamaz. Yanlış
nefes alıp verme, sinir sistemini ve kalbi de olumsuz şekilde
etkilemektedir. Bu da birçok hastalığı beraberinde getirir.
Burun bölgesinde pozitif ve negatif enerjileri nefesle birlikte doğrudan
alan enerji kanalları vardır. Bu yolla alınacak süptil hayat enerjisini
de unutmamak gerekir. Sushumma nadi isimli ana enerji kanalının solunda
ida nadi, sağından ise pingala nadi adında iki kanal daha bulunur,
demiştik. Pingala nadi kanalı sağ, ida nadi kanalı ise sol burun
deliğinden başlayarak kuyruk sokumuna kadar iner. Yine Güneş enerjisi
pingala nadi kanalından, Ay enerjisi de ida nadi kanalından akmaktadır.
Kaynağı Evrensel Ana Ruh olan kozmik hayatiyet enerjisi, nefes alırken
hava ile birlikte vücuda girmektedir. İnsan nefes aldıkça akciğerleri
oksijenle, süptil enerji kanallarını da kozmik enerji ile
doldurmaktadır. Nefes, bu sebeple tüm mistik öğretilerde çok önemlidir.
İnsan nefes aldığında her iki burun deliğini kullanmaz. Belirli bir süre
sağ burun deliğinden ve belirli bir süre sol burun deliğinden nefes
alır. Gece sol burun deliğinden nefes alınır. Ay enerjisi insanı
sakinleştirir, bu sebeple insan sol tarafı üste gelecek bir şekilde
yatmalıdır. Solunum, bir burun delikten diğerine geçerken, çok kısa bir
süre için her iki burun deliğinden de aynı anda nefes alındığı söylenir.
Bu çok özel bir nefes şekli olarak kabul edilir ve Uzakdoğu
öğretilerinde buna sushumna nefesi denilir. Sushumna nefesin ölüm anında
da gerçekleştiği söylenir. Ayrıca bu nefes şeklinin güneşin tam
battığında ve doğduğunda da oluştuğu söylenir.
Şimdi tam bu noktada, Allah Resulünün gece sağ yan üzerine yatılmasını
öğütlediği hadisi hatırlayalım! Gece Ay'dan yansıyan hayat enerjisi sol
burun deliğinden alınan nefesle geldiğine göre, sağ yana yatmak sol
burun deliğini rahatlatır ve daha kolay nefes alıp vermeye yarar. Her
iki burun deliğinden hava alınması ise, ölüm ya da güneşin battığı ve
doğduğu andadır. Yine bu zaman diliminde namaz kılınmaması gerektiği de
tavsiyeler arasındadır. Kıyamet saatinin güneşin battığı an olan
"aşiyen" olarak tasvir edilmesi ve ölümün de bir tür kişisel kıyamet
olduğunu da hatırlatarak, yeni bir düşünce ufku açalım. Konuyu
dağıtmamak için, detaylı tefekkürü size bırakıyorum.
Bir de unutulmaması gereken şudur ki; var olan hiç bir enerji yok olmaz,
ancak dönüşür. Bu hayat enerjisini doğru yönde kullanırsak, dönüşümü
hâlinde atıl olarak uzaya dağılmak yerine -ki bu yolla öze döner-,
işlenmiş olarak ruh bedene yüklenir. İbadetlerin bir diğer faydası da
budur. Bu da diğer boyuttaki yaşamımız için çok önemli bir kredidir.
(Bu yazı, SESSİZ SÖZLER isimli romanın II. basımı için geliştirilerek
hazırlanan 24. bölümünden alınmıştır. Romanın 24. bölümünden alıntı olan
bu bölümün her türlü telif hakkı yazara aittir.)
AYŞEGÜL SAMUR
07 Kasım 2010 - İstanbul
www.sessizsozler.org
sessizsozler@hotmail.com
(Bu bölümdeki bilgiler, Kuran-ı Kerîm ayetlerinden, hadislerden,
Muhiddin-i Arabî'nin eserlerinden, Erzurumlu İbrahim Hakkı'nın
Marifetname'sinden, Şah Veliyullah Dihlevi'in Hücetullahil
Baliğa'sından, Azizüddin Nesefi'nin İnsan-ı Kamil'inden, Ahmed
Hulusi'nin çeşitli eserlerinden, Hintli Bilge Raghu Ram'ın
sohbetlerinden, değerli dostum Şakir Yıldız'ın sohbetlerinden ve kişisel
bilgi dağarcığımdan, ilham ve rüya yoluyla nasip olan keşiflerimden
derlediğim kişisel sentezimdir. Hiç kimseyi bağlayıcı özelliği yoktur.
Çünkü her şeyin doğrusunu sadece Allah bilir. Ayrıca, burada yazan tüm
değerlendirmeler fiziki ölümle gerçekleşecek olaylara dairdir. Bir de
ölmeden evvel ölüm diye adlandırılan yaşarken ölmek vardır ki -fetih
olayı- ona dair işaretler de Kuran'da mecazen verilmiştir. Bu
sentezlerin içinden de olayın bu yönüne dair bazı çıkarımlar
yapılabilir. O değerlendirmeleri de okurlarımın kişisel sentezlerine
bakıyorum, bizden bu kadar...)
|