Füsûs-ül Hikem

418. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

Suâl: Tecârib-i medîdeye (uzun tecrübelere) ve keşfiyyât-ı fenniyyeye (fenni buluşlara) müstenid (dayalı) olan tıbb-ı cedîd (yeni tıb), tedâvî-i emrâz (hastalıkların tedavisi) hakkında birtakım kavâid-i cedîde (yeni kaideler) vaz' etmiş (koymuş) olduğundan tıbb-ı atîkın (eski tıbbın) bu kavânînine (kaidelerine) iltifât etmiyor (ilgi göstermiyor). Hakâyıkın (hakikatlerin) bu esâsât-ı metrûkeye (terk edilmiş esaslara) istinâdı (dayandığı) şâyân-ı nazardır (düşünmeye değerdir).

Cevap: Hangi tıp olursa olsun, esâs, evvelen (ilk önce) marazın (hastalığın) teşhîsi ve sâniyen (ikinci olarak) o marazın (hastalığın) tedâvîsidir. Eski ve yeni tıbba göre her bir marazın (hastalığın) birtakım a'râzı (belirtileri) vardır. Etibbâ (doktorlar) emrâzı (hastalığı), bu a'râzından (belirtilerinden) teşhîs eder ve ona göre tedâvî eyler. Keşfiyyât-ı fenniyye (fenni buluşlar) a'râzın (hastalık işaretlerinin) usûl-i ta"yînini (belirleme şeklini) tebdîl etmiş (değiştirmiş) ve ez-cümle (sözün kısası) vücûd-i insânîde (insan vücudunda) marazın (hastalığın) tekevvününe (oluşmasına) sebep olan basillerin (bakterilerin) vücûdunu (varlığını) ızhâr eylemiştir (açığa çıkartmıştır).Bi't-tabi' (doğal olarak) marazın (hastalığın) tedâvîsi için dahi birtakım usûl-i cedîde (yeni yöntemler) vaz' etmiştir (koymuştur). Diğer taraftan tıb ile alâkadâr olan kimyâ-yı cedîd (yeni kimya) dahi anâsır-ı basîtayı (basit elementleri) keşf edip yekdîğerinden (birbirinden) evsâfını (vasıflarını) temyîz eylediği (ayırdığı) cihetle (yönüyle) klor, sodyum potasyum, iyod ilh.... gibi birtakım anâsır-ı basîtanın (basit elementlerin) edviye (ilaçlar) olarak isti'mâline (kullanılmasına) başlanmıştır. Halbuki tıbb-ı atîkta (eski tıpta) bu anâsır-ı basîta (basit elementler), mürekkebât (bileşik) hâlinde isti'mâl olunur (kullanılır). Ve marîz olanların (hastalananların) meâli (neticesi) helâke (ölüme) değil ise, kesb-i âfiyet ederler (sıhhat kazanırlar). Tıbb-ı cedîd (yeni tıp) ise mikrop nazariyyesi (teorisi) dâiresinde (sınırları içersinde) tedâvi eder. Bir taraftan ağdiye (yenilip içilecekler) vâsıtasıyla vücûdu takviye (kuvvetlendirmek) ve diğer taraftan mikropların te'sîrini (etkisini) izâle edebilecek (giderebilecek) ilâçlar verir. Etibbâ-yı cedîde (yeni doktorlar) kendi nazariyyeleri (teorileri) dâiresinde (sınırı içersinde) müstağrak (batmış) olduklarından tıbb-ı atîkın (eski tıbbın) kânunları ile meşgûliyyeti (uğraşmayı) abes (lüzumsuz, saçma) görürler. Ve her iki tıbbın kavâid-i esâsiyyesini (temel kaidelerini) tevfîka (uyarlamaya) lüzûm görmezler.

Hattâ Fransız etibbâsından (doktorlarından) biri, Fransa hükümeti tarafından Madagaskar'ın zabtı esnâsında yerli etibbânın (doktorların) hastalarını usûl-i atîkâ (eski tıb) dâiresinde (sınırları içersinde) tedâvî ettiklerini ve müsmir (verimli) netîceler zuhûra geldiğini görerek: "Biz kendi usûl-i tebâbetimizde (tıp ilmi kaidelerine) saplanıp kaldık. Bu yerli etibbânın (yerli doktorların) usûl-i tedâvîlerini (tedavi kaidelerini) tedkîk edip (inceleyip) istifâde etmek hatırımıza gelmiyor. Onlar merzâyı (hastalıkları) pekâlâ tedâvî edebiliyorlar" demiş idi. Hadd-i zâtında (aslında) tıbb-ı cedîdin (yeni tıbbın), tıbb-ı atîka (eski tıbba) iltifât etmemesiyle (önem vermemesiyle) onun butlânı (saçma olması) lâzım gelmez. Çünkü kânûn-i atîk (eski kaideler) dâiresinde (sınırları içersinde) vâkı’ olan (gerçekleşen) tedâvî netîcesinde merzâ (hastalar) iâde-i âfiyet etmektedir (sıhhatlerine tekrar geri kazanmaktalar). /  Tıbb-ı cedîd (yeni tıb), mikropların hâriçten (dışarıdan) alındığını gösteriyor. Acabâ bu mikropların tıbb-ı atîkın (eski tıbbın) gösterdiği ahlât-ı erbaadan (dört karışımdan) birinin galebesiyle (üstün gelmesiyle) vücûdda tekevvün etmediği (oluşmadığı) neden ma'lûm (bilinir)? Eğer bi't-tedkîk (incelenerek) böyle olduğu tezâhür ederse (görülürse), galebesi (üstünlüğü) görülen ahlâtın (bileşiğin) hadd-i i'tidâle (makul, ılımlı dereceye) ircâ'ına (çevrilmesine) hizmet etmek usûlünün (kaidesinin), o mikropların vücûdda inkırâzına (tükenmesine) sebeb olacağı pek tabii bir netîce olur. Bugün hâriçten (dışarıdan) vücûda giren her bir mikrobun her vücûdda tahrîbât îkâ’ edemediği (yapamadığını) etibbâ-yı cedîde (yeni doktorlar) tarafından i'tirâf olunmakta, bunun için de, o vücûdun mikroplara mukâvemet ettiği (direndiği) nazariyyesi (teorisi) ileriye sürülmektedir. Bu cihet (yön) dahi bâlâdaki (yukarıdaki) mütâlaayı (kanaati) müeyyeddir (doğrulamaktadır).  Çünkü ahlât-ı erbaası (dört bileşiği) hadd-i i'tidâlde (ılımlı, denk ölçüde) bulunan bir vücûda hâriçten (dışarıdan) sirâyet eden (girip bulaşan) mikroplar, vücûddaki bu i'tidâli (denkliği) bozamadıkları için, te'sîr (etki) edemeyebilirler. Bu esâsâtın (esasların) tedkîkı (incelenmesi) ve atîk (eski) ve cedîd (yeni) tıb ahkâmının (hükümlerinin) tevfîkı (tatbik edilmesi), münsıf (vicdan ve insaf sahibi) ve hâzık (usta) etibbânın (doktorların) himmetine (yüksek iradesine) kalmış bir şeydir.

İmdi (buna göre) insanın erkân-ı erbaasından (dört esasından) en latîfi (en şeffafı) rükn-i harûrîsidir (hararetle ilgili asıldır). Ve bedenin hayâtı (yaşamı) harâret-i garîziyyenin (vücud ısısının) devâmiyledir. Ve bu harâret (ısı) munkatı' olunca (kesilince), rûh-ı hayvânî (hayvansal ruhu) dahi munkatı' (kesilmiş) olur. Ve harâret-i garîziyyenin (vücut ısısının) bakâsı (devamlılığı) rutûbet-i garîziyyenin (doğal, fıtri rutubetin) bakâsıyladır (devamlılığı iledir). Rutûbet fânî olunca (son bulunca) harâret dahi kesilir. Zîrâ (çünkü) rutûbet cesed-i insânîde (insan bedeninde) bulunan unsur-i mâ'dan (su unsurundan) mütevelliddir (ileri gelmiştir). Ve Fasa-ı Eyyûbî'de (Eyüp bölümünde) dahi îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere ateş ile su, hikmet-i tabîiyye (fizik bilgisi) ahkâmınca (hükümlerince) yekdîğerinin (birbirlerinin) zıddı olan seyyâlden (akışkandan) ibâret ise de, bi'l-kîmyâ (kimyaca) aynı anâsırın (esas unsurların) muhassalâtıdır (bileşkeleridir).  Ve hattâ bugün küremizin etrafında temevvüc eden (dalgalanan) bahr-ı muhît (okyanus) evvelce ateş olan, müvellidü'l-mâ' (hidrojen) ve müvellidü'l-humûza (oksijen) ve sodyumdan mürekkebdir (bileşiktir).

İşte insanın vücûd-i kesîfi (yoğunlaşmış vücudu) bu âlemden (dünyadan) mahlûk (yaratılmış) olduğu ve bu âlem-i tabîînin (tabiat aleminin) menşei (esası, kökü) ateş bulunduğu için hayvânât-ı sâirenin (diğer hayvanların) rûhu gibi insanın rûh-i hayvânîsi (hayvansal ruhu) dahi, cesedinde (bedeninde) rutûbet-i garîziyye (fıtrı, doğal rutubet) sebebiyle kendi nefsinden ve zâtından işti'âl eden (yanan) nâr (ateş) oldu. Ve âlem-i tabîatin / (tabiat aleminin) menşei (esası) ateş olmasının sırrı, merâtib-i kesîfede (koyu, yoğun mertebelerde) zuhûr (ortaya çıkması) ile bilinmeğe olan muhabbet-i ilâhîyye (ilahi sevginin) harâretiyle halk-ı eşyâya (şeylerin yaratılmasına) irâde-i ilâhîyyenin (ilahi iradenin) tevcîhidir. (yönelmesidir) Mâdemki âlem-i kesâfetin (yoğun, koyu âlemlerin) aslı ateştir; ve âlem-i kesâfette (yoğunlaşmış âlemlerde) mütekevvin (yaratılmış) olan insânın rûh-ı hayvânîsi (hayvansal ruhu) dahi nârdır (ateştir), bunun için Hak Teâlâ hazretleri, Mûsâ (a.s.)’a. ancak nâr (ateş) sûretinde (şeklinde) mütecellî olup (görünüp) ona hitâb etti; (seslendi) ve o sırada Mûsâ (a.s.)’ın muhtaç olduğu şey dahi nâr (ateş) idi. Zîrâ (çünkü) ısınmak için ateş aramağa gitmiş idi. Onun hâceti (ihtiyacı) nâr (ateş) olduğu ve vücûdu kesîfi (yoğunlaşmış varlığı) erkân-ı erbaanın (dört temel unsurun) ictimâından (toplanmasından) hâsıl olduğu (oluştuğu) için, tecellî (görünme) nâr (ateş) sûretinde (şeklinde) vâkı' (olmuş) oldu. Ve eğer Mûsâ (a.s.)’ın neş'eti (vücuda gelmesi) ba'zı melâike-i kirâmm (yüce meleklerin) neş'eti (meydana gelişi) gibi, gayr-i unsurî (maddi olmasa) ve tabîî-i nûrî (nur’un doğasından) ola idi, onun rûhu sûret-i nâriyyede (ateş suretinde) değil, sûret-i nûriyyede (nur suretinde) zâhir olur (görülür) idi.

Devam Edecek