Füsûs-ül Hikem

413. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU   FASS   KELİME-İ MUHAMMEDİYYE'DE

MÜNDEMİC   "HiKMET-İ FERDİYYE"'   BEYÂNINDADIR.

İmdi (buna göre) sen istersen "Hakk'ın ma'rifeti (bilinmesi) mümkün değildir ve onun ma'rifetine (bilinmesine) vusûlden (ulaşmaktan) herkes âcizdir" diyebilirsin. Çünkü onun hakkında böyle demek câizdir (doğrudur). Zîrâ (çünkü) mertebe-i ıtlâkta (kayıtsızlık, sırf zat mertebesinde) Hakk'ı kendi hakîkati vechile (yönüyle) bilmek mümkün değildir; kendini ancak yine kendi bilir. Ve istersen "Hakk'ı bilmek mümkündür" deyip onun ma'rifetini (bilindiğini) isbât edebilirsin. Çünkü vücûd-i insânî (insanın varlığı) ile sâir (diğer) mevcûdât (varlığa gelmişler) Hakk'ın onların suverinde (suretlerinde) taayyün (meydana çıkmasından) ve takayyüdünden (kayıtlanmasından) zuhûra gelmiştir (meydana gelmiştir). Ve vücûd-i latîf-i Hak (Hakk’ın latif (nurun nuru) varlığı) onların eşkâl (şekillerinde) ve suverinde (suretlerinde) mütekâsif olmuştur (yoğunlaşmıştır). Binâenaleyh (bundan dolayı) zât-ı latîf-i Hak (Hakk’ın latif varlığı) mertebe-i letâfette (latif (nur) mertebede) görünmez ve bilinmez iken, bu mertebe-i kesâfette (koyu mertebede) görünmüş ve bilinmiştir. İmdi (buna göre) bu iki kavilden (sözden) "Hak bilinmez" kavline (sözüne) göre, sen hakîkat-i gaybiyyesi (gaybdeki (bilinmeyen) hakikati) i'tibâriyle (bakımından) kendi nefsini bilmediğini bilirsin. Ve bu halde de Rabb'ini ârif / olmamış (bilmemiş) bulunursun. Zîrâ (çünkü) senin nefsinin hakîkati, mertebe-i ıtlâkta (kayıtsızlık mertebesinde) Hakk'ın "ayn"ıdır (hakikatidir). Ve o mertebede Hakk'ı bilmek mümkün değildir ki, nefsinin hakîkatini bilesin. Ve ikincisi olan "Hak bilinir" kavline (sözüne) göre dahi, sen nefsini sıfât-ı kemâliyye (kemal sıfatları) ile ârif olduğun (bildiğin) için, Rabb'ini de ârif olursun (bilirsin).  Zîrâ (çünkü) görürsün ki, senin vücûdunda (varlığında) hayât, ilim, sem', basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvîn gibi bir takım sıfatlar sâbittir (mevcuttur). Halbuki bu vücûdun (varlığın), Hakk'ın vücûd-ı hakîkîsine (gerçek varlığına) muzâf (bağlı) olan bir vücûd-i izâfîdir (göreli, nisbi bir varlıktır). Ve o vücûd-i hakîkî (gerçek varlık) senin vücûd-i izâfînin (göreli varlığının) kayyûmudur (baki ve ebedi olan; kudret ve iradesi ile varlığını kaim kılanıdır).  Eğer o vücûd-i hakîkîde (gerçek varlıkta) bu sıfatlar sâbit (mevcut) olmasa idi, onların âsârı (eserleri) bu suretle (şekilde) sende dahi zâhir olmaz (görülmez) idi. İşte bu sûretle (şekilde) senin nefs-i mütekâsifinin (kesifleşmiş, yoğunlaşmış nefsinin) isti'dâdı kadar, onda zâhir olan (görülen) kemâlâttan, (olgunluklardan) Hakk'ın kemâlât-ı nâmütenâhiyyesinin (sonsuz olgunluklarının) sübûtuna (meydana çıktığını, gerçekleştiğini) istidlâl edersin (anlarsın (delil ile anlarsın) ). Sultan Veled (r.a.) efendimiz Mesnevî-i Şerîf’lerinde bu ma'nâyı îzâhan (anlatarak) şu vechile (şekilde) buyururlar:

 

              نور شان ريخت بر سر أز رحمت             خلق را حق چو ساخت در ظلمت            

                    أز صفات قديم علم و سخا                    اندر ايشان نهاد كوهر ها               

                    وز صفتهاش ذات أو بيني                 تاكه در خود صفات أو بيني            

                     آورد در دكان ودر بازار                 همچو عطار كو ز هر انبار             

                       همه را ناورد بيكبار أو                     اندكي آورد نه بسيار أو              

             چر زدر هر يكي دو صد خر وار                     باشد انهارها ورا بسيار             

                    قدر هر طبله و بكلبه برد                  نهد از هر يكي بطبله خورد              

                   عاقلي زان بداند آن بي شك                  كرچه در طبله ها بود اندك           

                    اندر ونش صفات الرحمن                    هست دكان حق تن انسان             

                  كرچه اندك بود بدان ز صفا              پس تو در خود ببين صفات خدا            

                 سير كن زين قبيل سوى كثير                كه چسان است آن صفات منير             

               مكن اندر ميان هر دو تو فصل               زين صفات قليل رو سوى أصل              

                  چون أزو مي رسد ترا ياري                    دل بحق ده اكر دلي داري              

 

Tercüme: "Vaktâki (ne zamanki) Hak, halkı zulmette (karanlıkta) yarattı, onların üzerine rahmet-i rahmâniyyesinden (rahmanının rahmetinden) reşş-i nûr eyledi (nur saçtı). Onlara ilim ve sehâ (cömertlik) gibi sıfât-ı kadîmesinden, (zati sıfatlarından) gevherler (cevherler) vaz'etti (koydu). Tâ ki kendinde onun sıfatlarını göresin ve onun sıfatlarından da zâtını müşâhede edesin (göresin). Nitekim attâr (aktar  (koku, baharat, ev ilaçları satan kimse),  dükkâna ve pazara her yığından getirir. Fakat çok değil, az getirir; birdenbire hepsini getirmez. Onun her birisi iki yüz hayvan yükü ile dolu, çok ambarları vardır. Her birinden küçük tablaya vaz' eder (koyar). Her bir tablanın ve dükkânın alabileceği kadar nakleder (taşır). Her ne kadar tablalarda az olur ise de, bir âkıl bundan o ambarların olduğunu şeksiz (tereddütsüz) bilir. İşte Hakk'ın dükkânı dahi, insanın tenidir. Onun içinde Rahmân'ın sıfatları vardır. Böyle olunca sen kendinde sıfât-ı Hudâ'yı (Halik’ın sıfatlarını) gör! Her ne kadar o sıfât-ı münîrin (nur sıfatların) nasıl olduğu, sen de onlar ile az zâhir olur (açığa çıkar) ise de, sen bu kadardan, kesîr (çok bol) cânibine (tarafına) seyr et (git)! Bu sıfât-ı kalîlden (az sıfatlardan), asıl tarafına git; her ikisinin arasında fasl-ı müşterek (ara kesitte) olup kalma! Mademki ondan sana inâyet (lütuf, iyilik) erişiyor, eğer bir gönlün varsa o dili (gönlü) Hakk'a ver!"

Devam Edecek