Füsûs-ül Hikem

401. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

Ondan sonra şunu muhakkak bil ki, Allah Teâlâ muhtezır olanlardan her bir kimseyi ancak mü'min olarak, ya’nî ihbârât-ı ilâhiyye kendisiyle gelen şeyi tasdîk edici olarak kabz eder. Ve işte bunun için mevt-i füc'e ve katl-i gaflet mekrûh kılınır. Mevt-i füc'eye gelince, onun haddi nefes-i dâhilin çıkması ve nefes-i hâricin girmemesidir. İşte mevt-i füc'e budur. Ve bu, muhtezırın gayridir. Ve katl-i gaflet de böyledir. Onun şuûru olmadığı halde arkasından boynu vurulur. İmdi îmândan veya küfürden bulunduğu hâl üzere kabz olunur. Ve işte bunun için Aleyhi's-selâm "Kişi bulunduğu hâl üzere kabz olunduğu gibi öldüğü hâl üzere mahşûr olur" buyurur. Muhtezır ise ancak şuhûd sâhibi olur. Binâenaleyh o, vâkı' olan şey sebebiyle îmân sâhibidir. İmdi mevcûd olduğu hâl üzere kabz olunur. Zîrâ    كان    harf-i vücûdîdir; ona ancak karâin-i ahvâl ile zaman müncer olur. Böyle olunca mevtte muhtezır olan kâfir beyni ve gafleten maktûl olan ve füc'eten meyyit olan kâfir beyni tefrîk olunur. Nitekim hadd-i füc'ede beyân ettik (33).

Bu verilen îzâhâttan (açıklamalardan) sonra şunu da muhakkak bil ki: Allah Teâlâ hâl-i ihtizârda (can çekişir durumda) bulunan her kimseyi ancak mü'min olarak, ya'nî ihbârât (bildiriler) ile kendisine gelen şeyi, ya'nî kitâbullâh'ı (Allah kitabını) tasdîk edici (onaylayıcı) olarak kabz eder (ruhunu teslim alır).  Zîrâ (çünkü) hâl-i ihtizâr (can çekişme hali),  hâl-i dünyâ (dünya hali) ile hâl-i ahiretin (ahiret halinin) fasl-ı müşterekidir (ara kesitidir). Çok defa müşâhede olunur (görülür) ki muhtezır (ölmek üzere olan kişi), müşâhedât-ı berzahıyyesinden (berzah âleminin seyrinden) ba'zı şeyler haber vermeğe başladığı vakit, etrâfında bulunanlar sayıkladığına hükmederler. Hâlbuki o hezeyan (saçma sapan konuşma) ve sayıklama değildir; belki ahvâl-i berzahın (berzah hallerinin) kendisine alâmet-i inkişafıdır (açıldığının belirtisidir). İşte bu inkişaf (açılım) için, ansızın ölmek ve gaflette iken öldürülmek mekrûh (hoş karşılanmayan şey) addolunur (sayılır). Ansızın ölmenin ta’rîfi budur ki: Nefes-i dâhil (içten nefes) çıkar ve fakat nefes-i hâriç (dışarıdan nefes) girmez. İşte mevt-i füc'e (ani ölüm) budur. Ve böyle ölen kimse, muhtezır olan (can çekişen) kimse gibi değildir. Ve gaflette (dalgınlık halinde) iken / öldürülmek de böyledir. Zîrâ (çünkü) onun şuûru (bilinci) ve vukûfu (haberi) olmadığı halde arkasından boynu vurulur. Ve işte (A.s.) Efendimiz ölümlerin bu ahvâlinden (hallerinden) dolayı "İnsan yaşadığı hâl (oluş) üzere kabz olunduğu (ruhu teslim alındığı) gibi, öldüğü hâl üzere mahşûr (haşredilmiş) olur" buyurur. Binâenaleyh  (bundan dolayı) o muhtezır, (can çekişen) vâkı' (olmuş) olan şey, ya'nî ahvâl-i berzahıyyeden (öbür âlem hallerinden) müşâhede eylediği (gördüğü) şey sebebiyle îmân sâhibidir. Zîrâ (çünkü) gördüğü ahvâlin (hallerin) vücûdunu (varlığını) tasdîk etmemek (onaylamamak) kâbil (mümkün) değildir. Nitekim hayât-ı dünyeviyyede (dünya hayatında) azâb-ı âhireti (ahiret azabını) inkârda musırr (ısrarlı) olanlar ancak o azâb-ı elîmi (acı azabı) gördükleri vakit tasdîk ederler (onaylarlar). Böyle olunca hâl-i ihtizârda (can çekişme halinde) bulunan kimseler gaybe (bilinmeyene) îmân getirmiş olmayıp ancak “imân-ı şuhûdi” (gördüğüne iman) sâhibi olurlar. Ya'nî gördükleri şeyi tasdîke (kabul etmeye, onaylamaya) mecbûr olurlar. Halbuki ind-i ilâhide (Allah katında) makbûl olan    الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِالْغَيْبِ    (Bakara, 2/3) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) "îmân-ı gaybî"dir (bilinmeyene imandır), îmân-i şuhûdî (gördüğüne iman) değildir. Mesnevî-i Şerîfte:

هركه محراب نمازش گشت عين              سوى ايمان رفتنش ميدان تو شين        

Tercüme: "Namazı ayn olan kimsenin îmân tarafına gitmesini sen ayıb bil!"

Buyrulması bu hakîkate muğâyir (aykırı) değildir. Zîrâ (çünkü) bu beyt-i şerîf (mübarek beyt (şiir) )  "îmân-ı gaybî" (bilinmeyene iman) ve tevhîd-i resmîden (taklidi tevhidden) sonra hakîkat-i tevhîde (gerçek tevhide) teşvîk (isteklendirme) ve tahrîzdir (hırslandırmadır).

İmdi (buna göre) muhtezır (ölüme yakın olan) kimse, bulunduğu hal (oluş) üzere kabz olunur (ruhu teslim alınır).  Zîrâ (çünkü) hadis-i şerifte    يقبض على ما كان عليه    buyrulmuştur. Ve    كان    harf-i vücûdîdir (varlık bildiren harftir). Ya'nî kelime-i vücûdiyyedir (varlık bildiren kelimedir). Bu kelimenin ancak karâin-i ahvâl (durumlarının şekli) sebebiyle zaman ile münâsebeti olur. Meselâ    وَكَانَ اللّهُ عَلِيماحَكِيماًً    (Nisâ, 4/104) ibâresinde (cümlesinde)    كان    kelimesi "zamân"a delâlet (işaret) etmediği için iki sıfat-ı ilâhiyyenin (ilahi sıfatın) vücûdundan ve varlığından haber verir. Binâenaleyh (bundan dolayı) bu cümleye "Allah Teâlâ alîmdir ve hakîmdir" ma'nâsı verilir. Zîrâ (çünkü) kadîm (evveli öncesi olmayan) ve ezelî (başlangıcı olmayan) olan vücûd-i mutlak-ı Hak'tan (kayıtsız Hakk’ın varlığından) bu sıfatlar münfekk (ayrılmış, kopmuş) olmadığından bu karîne (ipucu) sebebiyle "kâne" kelimesine zaman taalluk etmez (bağıntılı olmaz).  Fakat    كان زيد غنياً    dediğimiz vakit karîne-i hâl (durumun görünüşü) sebebiyle "kâne" zamâna delâlet (işaret) eder. Zirâ (çünkü) evvelce ganî (zengin) olan Zeyd'in fakrı (fakirliği) ihbâr edilmiştir (bildirilmiştir). Şu halde bu ibâreye (cümleye) "Zeyd zamân-ı mâzîde (geçmiş zamanda) zengin idi" ma'nâsı verilir. Binâenaleyh (bundan dolayı) hadîs-i şerîf "Kişi mevcûd oduğu hâl (oluş) üzere kabz olunur" (ruhu teslim alınır) ma'nâsındadır.

Bu îzâhâta (açıklamaya) nazaran (göre) ölmek üzere bulunan kâfir ile ansızın öldürülen füc'eten (birden bire) ölen / kâfir arasında fark hâsıl (olmuş) olur. Zîrâ (çünkü) hâl-i ihtizârda (can çekişme halinde) bulunan kâfirin rûhuna hicâb (perde) olan cism-i kesîfindeki (yoğunlaşmış suretindeki) kuvâ (kuvveler) muattal (kullanılamaz) olmakla kendisine ahvâl-i berzah (berzah halleri) münkeşif (açılmış) olur; melâike-i rahmet (rahmet meleklerini) ve azâbı (azap meleklerini) ve ahvâl-i berzahı (berzah hallerini) rûh gözüyle müşâhede eder (görür).   رُّبَمَا يَوَدُّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ كَانُواْ مُسْلِمِينَ    (Hicr, 15/2) âyet-i kerîmesinde beyan buyurulduğu (bildirildiği) üzere (gibi) "Küfr edenlerin çoğu, keşki Müslüman ola idik" derler. Gaflet (dalgınlık, umursamazlık) içinde öldürülen ve füc'eten (ansızın) ölen kâfirler ise henüz hicâb-ı cisim (cismin perdesi) içinde olduklarından çeşm-i rûhlarına (ruh gözlerine) bu gibi ahvâl (oluşlar) münkeşif olmaz (açılmaz). Şu halde muhtezır olan (çan çekişen) kâfir, bulunduğu hâl (oluş) üzere, ya'ni ahvâl-i âhireti (ahiret durumlarını) gördüğü halde kabz olunur (ruhu teslim alınır). Diğerleri de hicâb (perde) içinde bulundukları halde ölürler. Binâenaleyh (bundan dolayı) iki sınıfin farkı zâhir olur (meydana çıkar).

Burada sunûf-i îmânın (imanın sınıflarını, derecelerini) hulâsaten (kısaca) beyânı (açıklanması) fâideden (faydadan) hâlî (boş, yoksun) değildir. Şöyle ki:

1. Kâfir hicâb-ı cisim (cisim perdesi) içinde bulunduğu ve ölümüne müteyakkın olmadığı (tam, kesin olarak bilmediği) halde, mahzâ (sadece) herhangi bir sebeple kendisine kanâat gelip, teblîğ-i ilâhînin (ilahi bildirilerin) sıdkına (doğruluğuna) hükmederek (karar vererek) îmân eyler. Bu îmânın makbûliyyeti inde'n-nâs (insanlar katında) vâzıh (açık, belli) olduğundan mahall-i i'tirâz (itiraz edilecek şey) değildir. Ve Hz. Şeyh (r.â.) indinde (katında) Fir'avn'ın imânı bu kısımdandır.

2. Kâfir, vakt-i be'ste (azap vaktinde), ya'nî azâb-ı ilâhîyi (ilahi azabı) gördüğü vakitte îmân eder. Bu da iki nevi'dir. (çeşittir) Birincisi, bu îmân sebebiyle kavm-i Yûnus (Yunus’un kavmi) gibi dünyâda muazzeb (azap içinde) olmaz ve âhirette de müntefi' olur (yararlanır). İkincisi, dünyâda muazzeb (azap içinde) olur ise de âhirette bu îmândan fâide (fayda) görür.

3. Kâfir hâl-i ihtizârda (can çekişme halinde) ahvâl-i berzahı (berzah hallerini) müşâhede edip (görüp) henüz rûh cesedden alâkasını kat' etmemiş (kesmemiş) olduğu halde kelime-i Hakk'ı (Hakk’ın kelimesini) telaffuz eder (söyler). Bunun îmânında ihtilâf (anlaşmazlık) vardır. Bir tâife (grup) indinde (görüşünde) onun îmânı makbûldür. Zîrâ (çünkü) onun hâli    ويحشر على ما عليه مات كما انه يقبض على ما عليه كان    hadîs-i şerîfine mutâbıktır (uygundur). Ve âlem-i âhirete (ahiret âleminde) bulunduğu hal-i îmân (imanlı hal) üzere intikâl etmiştir (göçmüştür). Ve bir tâife (grup) indinde (düşüncesine göre) makbûl değildir. Zîrâ (çünkü) bunun hâli Allah Teâlânın    يَوْمَ يَأْتِي بَعْضُ آيَاتِ رَبِّكَ لاَ يَنفَعُ نَفْساً إِيمَانُهَ لَمْ تَكُنْ آمَنَتْ مِن قَبْلُ    (En'âm, 6/158) ya'nî "O günde ki, Rabb'inin ba'zı âyâtı / (ayetleri) gelir, evvelden (önceden) îmân etmeyen nefse îmânının nef’i (faydası) olmaz" kavl-i şerîfine (mübarek sözlerine) mutâbıktır (uygundur). Fakat bu, âyet-i vaîddir (korkutma, yıldırma ayetidir). Ve kerîm olan Allah Teâlâ hazretleri    وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ    (Bakara, 2/218) âyet-i kerîmesiyle vaîdinden (cezalandıracağına dair verdiği sözden) tecâvüz buyuracağını (geçeceğini) va'detmiştir (söz vermiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) son nefesinde kelime-i Hâkk'ı (Hakk’ın kelimesini) telaffuz eden (söyleyen) ve sıdkına (doğruluğuna) cezm eden (kesin karar veren) kimsenin îmânı nâfi' (faydalı) olmayacağına delîl-i kat’î (kesin delil) değildir. Maahâzâ (böyle iken) bu kısımlara dâhil olan (giren) her bir ferdin (kişinin) emri (işi), hakîkatte Allah Teâlâ'ya râci'dir (dönüktür, aittir). Zîrâ (çünkü) Allâmü'l-guyûb olan (görünmeyen, gizli şeyleri bilen) Hak'tır.

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 01.12.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com