Füsûs-ül Hikem

394. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE   MÜNDEMİC OLAN   "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi o asâsını ilkâ etti. Halbuki o, Fir'avn'ın Mûsâ'ya onun da'vetine icâbetten ibâyetinde kendisi ile âsî olduğu şeyin sûretidir. Binâenaleyh o, nâgâh sü'bân-i mübîn, ya'nî hayye-i zâhire oldu. Böyle olunca seyyie olan ma'sıyet tâate, ya'nî haseneye inkılâb etti. Nitekim    يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ    (Furkân, 25/70) ya'nî "Hükümde Allah Teâlâ onların seyyiâtını hasenâta tebdîl eder" buyurdu. İmdi burada vücûd-i vâhidde nazîresinden mütemeyyiz olan "ayn" cihetinden hüküm zâhir oldu. Binâenaleyh o, asâdır ve o hayyedir ve sü’bân-ı zâhirdir. İmdi o, hayye olması i'tibâriyle hayyât cinsinden olan emsâlini iltikâm etti. Ve asâ olması i'tibâriyle asâdır. Binâenaleyh Musa'nın hücceti Fir'avn'ın asâ ve hayyât ve hıbâl sûretinde olan hüccetleri üzerine zâhir oldu. Sehare için hıbâl idi. Halbuki Mûsâ için habl yok idi ve "habl" tell-i sağîrdir. Ya'nî onların kadr-i Mûsâ'ya nisbetle mekâdîri, cibâl-i şâmihadan hibâl menzilesindedir (27).

Ya'nî Fir'avn, muvâcehe-i huzzârda (mecliste hazır bulunanların karşısında): "Eğer da'vânda (iddianda) sâdık (doğru) isen o getireceğini söylediğin açık bir şeyi getir!" deyince cenâb-ı Mûsâ, hayât-ı dünyeviyyenin (dünya hayatının) zâhirinden (dış yüzünden) başka bir şeye aklı ermeyen ehl-i zâhire (zahirde kalmış kimselere) karşı, nübüvvetinin (nebilik görevinin) açık ve vâzıh (apaçık) bir burhânı (delili) bulunan mu'cizesini gösterdi ve asâsını (sopasını) bırakıverdi. Bu asâ (sopa) ise Hz. Mûsâ'nın da'vetini kabûlden imtinâ'ı (kaçındığı) husûsunda, Fir'avn'ın kendisine dayanarak / âsi olduğu (karşı geldiği) şeyin sûretidir. Ve Fir'avn'ın Mûsâ'ya isyânda dayandığı şey, kendi nefs-i hayvâniyyesidir. (hayvani nefsidir) Binâenaleyh (bundan dolayı) âsâ (sopa), Fir'avn'ın Mûsâ'ya karşı ser fürûda (itaat etmede) tekebbürüne (kibirlenmesine) sebeb olan nefs-i emmâresinin (emir alan nefsinin) sûretidir.

Ma'lûm (bilinmiş) olsun ki: Ümem-i mâziyyeden (geçmiş ümmetlerden) her birerlerinin helâk (mahv olmalarına) ve inkırâzlarına (tükenmelerine) bâdî (sebep) olan âfât-ı tabîiyye (tabii afet) sûretleri onların peygamberlerine karşı olan tekebbür (kibirlenmelerine) ve serkeşliklerine (inatçılıklarına) ve binâenaleyh (bundan dolayı) envâ’-ı maâsîyi (çeşitli günahları) irtikâblârına (işlemelerine) sebeb olan nefs-i emmârelerinin (zorlayan, emreden nefislerinin) sûretinden başka bir şey değildir. Seylâblar (seller), zelzeleler, harîklar (yangınlar), vebâlar, koleralar ve sâir (diğer) emrâz-ı müstevliye (salgın hastalık) sûretleri hep, ma'rifet-i ilâhiyye (Hak’kı bilmek) için mahlûk (yaratılmış) olan insanların parlak isti'dâdlarını mühmel bırakıp (ihmal edip) evsâf (sıfatlar) ve ahlâk-ı hayvâniyye (hayvani ahlak) ile ittisâflarının (vasıflanmalarının) sûretleridir. Fakat ehl-i zâhir (zahirde kalmış kimseler) ma'nâdan sûrete ve sûretten ma'nâya intikâlât-ı dâime (devamlı geçişler) bulunduğunu bilmekten ve çeşm-i akl (akıl gözü) ile görmekten gâfil bulunduklan (umursamaz, habersiz oldukları) için, bu sözler ile istihzâ (eğlenirler, alay) ederler. Fakat fenâ (kötü) ma'nâların fenâ (kötü) sûretler tevlîd ettiğinin (doğurduğunun) pek çok delîlleri (kanıtları) vardır.

Meselâ ma'nâdan ibâret olan efkâr-ı müteellimenin (hüzünlü düşüncelerin), sûretten ibâret bulunan vücûd üzerinde asabî (sinir) hastalıkları intâc ettiği (doğurduğu) etibbâ (doktorlar) indinde (katında) müsellemdir (kabul edilmiştir).Ve kezâ (aynı şekilde) bir kimse muhâtabına (karşısında konuştuğu kişiye) tecâvüz ile (sataşarak) bi'l-farz (diyelim ki) "eşek" veyâ "ahmak" dese, bu lafızların (sözlerin) ma'nâları muhâtabın (karşısındaki kişinin) ma'nâsını tahrîk ile (uyandırıp harekete geçirerek) sûretinde onun rengine ve a'sâbına (sinirlerine) ve lisânına (diline) müessir olur (etki eder). İnsan kendi sû-i ahlâkıyla (kötü ahlakıyla) muhîtinde (çevresinde) böyle müessir (etkileyici) olunca, mahzâ (yalnız) onun idâme-i hayâtı (yaşamı devam ettirmek) için, mahlûk (yaratılmış) olan mürettebât-ı kevniyye (kozmik düzen) üzerinde müessir (etkileyici) olmak ehl-i yakîn (yakin elde etmiş kimseler) indinde (katında) pek tabîîdir (doğaldır). Lübb-i Kur'ân (Kuran’ın özü) ve ahâdis-i şerîfeden (hadisi şeriflerden) müstenbat (esinlenerek, manası göz önünde bulundurularak ortaya konulmuş) olan şu beyitler ne güzeldir:

                        كرهمه نيك و بدكند                   هر كه كند بخود كند         

                        آنچه بدست خود كند                      كس نكند بحق او           

Tercüme: “İyi olsun kötü olsun, her kim ne yaparsa kendisine yapar. Bir kimsenin kendi eliyle yaptığını onun hakkında kimse yapamaz.” /

İmdi (buna göre) asâ (sopa), "isyân"dan me'hûzdür (alınmıştır, çıkarılmıştır). Bu sebeble Fir'avn'ın amelinin (işlerinin) ve nefs-i emmâresinin (zorlayan emreden nefsinin) sûreti, da'vâsını (iddiasını) ibtâl (bozmak) için kendi aleyhine hüccet (delil) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) cenâb-ı Mûsâ asâyı (sopayı) ilkâ edince (bırakınca),  zâhiren (açık olarak) herkesin müşâhede ettiği (gördüğü) büyük bir yılan oldu. Zîrâ (çünkü) fenâ ameller (işler) fenâ (kötü) sûrete ve iyi ameller (işler) iyi sûrete inkılâb eder (dönüşür). Fakat fenâ amelden (işten) fenâ sûret tevellüdü (doğması) gerçi (her ne kadar) zâhirde (görünüşte) seyyie (kötülük) ise de hükümde hasenedir (iyiliktir). Zîrâ (çünkü) o fenâ sûret nefs-i serkeşi (dikbaşlı, asi nefsi) inkıyâda (boyun eğmeye) ve edebe ircâ' (döndürmek) içindir. Bu i'tibâr (husus) ile asânın (sopanın) yılana inkılâbı, (dönüşmesi) seyyieden (kötülüklerden) ibâret olan ma'sıyetin (günahların) haseneden (iyiliklerden) ibâret olan tâate (sevaba) tebeddülüdür (dönüşmesidir). Nitekim Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerîm'de    يُبَدِّلُ اللَّهُ سَيِّئَاتِهِمْ حَسَنَاتٍ    (Furkân, 25/70) ya'nî "Allah Teâlâ onların seyyiâtını (kötülüklerini) hasenâta (iyiliğe) tebdîl eder (dönüştürür)."  Ya'nî seyyienin (kötülüklerin) haseneye (iyiliğe) tebeddülü (dönüştürülmesi) "ayn"da (hakikatte) değil belki hükümdedir, demek olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri    وَاللّهُ رَؤُوفُ بِالْعِبَادِ    (Âl-i İmrân, 3/30) buyurduğu vech ile (şekilde) ibâdına (kullarına) Raûf (esirgeyen, koruyan) ve Rahîm'dir. (acıyan, merhamet eden, himaye edendir). Onların irtikâb ettikleri (işledikleri kötülüklere) maâsiye (günahlara) karşı üzerlerine inzâl buyurduğu (indirdiği) azâb,  sûrette (şekilde) ve "ayn"da (hakikatte) seyyie (kötülük) ise de, hükümde hasenedir (iyiliktir). Meselâ çocuğu tedâvî için kan aldıran veyâ diğer bir ameliyye (işlem) yaptıran vâlidesi, fassâd (kan alıcının) veyâ operatör (ameliyat yapan hekim) önünde kemâl-i şefkatle (tam bir şefkatle) çocuğuna nigerândır (bakıcıdır). Bu ameliyye (yapılan işler) her ne kadar çocuğun canını yaktığı için sûrette (şekilde) seyyie (kötülük) ise de, hükümde hasenedir (iyiliktir). Zîrâ (çünkü) sıhhat tevlîd edecektir (bulmasına sebep olacaktır).

İmdi (buna göre) asânın (sopanın) yılan olduğu bu mahalde (yerde) bir vücûdda (varlıkta) kendi nazîresinden (denginden) ve mislinden (benzerinden) mütemeyyiz (seçik, seçilmiş) olan "ayn" (zat) cihetinden (yönünden) hüküm zâhir oldu (göründü). Ya'nî cenâb-ı Mûsâ'nın elindeki asâ bir vücûd (varlık) olduğu halde "ayn"ı (hakikati, zatı) cihetinden (yönünden) kendi nazîri (benzeri) olan sâir (diğer) asâlara (sopalara) benzemeyip onlardan temeyyüz ederek (seçilerek) ayrıldı. Binâenaleyh (bundan dolayı) o, bir nazarda (bakışta) asâdır (sopadır) ve bir nazarda (bakışta) da hayyedir (yılandır) ve sü'bân-ı zâhirdir (meydanda olan kocaman bir yılandır) ve herkesin açıktan açığa müşâhede ettiği (gördüğü) büyük bir yılandır.

Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 13.10.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com