Füsûs-ül Hikem

384. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

İmdi Mûsâ'nın muvaffak olduğu şey, kendisinden min gayr-i ilm olduğu bu sebeble bilinir. Zîrâ ilim ile ola idi, Allah Teâlâ'nın Mûsâ indinde kendisi için şehâdet ettiği ve tezkipe ve ta'dîl eylediği Hızır’a bunun mislini inkâr etmez idi. Ve bununla berâber Mûsâ, onun için Allâh'ın tezkiyesinden ve kendisine ittibâ'ı hakkında ona şart ettiği şeyden -Biz Allâh'ın emrini unuttuğumuz vakit bize rahmet olarak- gaflet etti. Ve eğer Mûsâ bunu bilse idi, Hızır ona "Zevk ile ihâta etmediğin şey" (Kehf, 18/68) demezdi. Ya’nî "Sen nasıl benim bilmediğim bir ilim üzerine isen, ben de sana zevk ile hâsıl olmayan bir ilim üzerineyim" demektir. Binâenaleyh insâf eyledi (16)

Ya'nî cenâb-ı Mûsâ'nın (Musa a.s’ın) Allah Teâlâ cânibinden (tarafından) muvaffak olduğu katl-i kıbtî (çingeneyi öldürmesi) ve bilâ-ücret (ücret almaksızın) kızların hayvanlarını sulaması gibi ef’âle (fiillere) kendisinin ilmi lâhık olmadığı (ulaşamadığı), bu efâlin (fiillerin), müşâbihleri (benzerleri) Hızır'dan vâkı' olduğu (meydana çıktığı) vakit, ona inkâr etmesi sebebiyle bilinir ve anlaşılır. Çünkü bu ef’âle (fiillere) Allah Teâlâ tarafından muvaffakiyet verildiğini bilse idi, kendisinden sâdır olan (çıkan) fiilin mislini (benzerini) Hızır'da gördüğü vakit inkâr etmezdi. Husûsiyle (özellikle) Allah Teâlâ hazretleri / Mûsâ'ya karşı Hızır'ın ilmine ve onun tahâret (temizliğine) ve adâletine şehâdet buyurmuş (şahitlik etmiş) idi. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de    عِندِنَا وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً فَوَجَدَا عَبْداً مِّنْ عِبَادِنَا آتَيْنَاهُ رَحْمَةً مِن    (Kehf, 18/65) buyurulur. Hz Mûsâ bu inkârı ile berâber Allah Teâlâ'nın onu tezkiye etmiş (aklamış, temize çıkarmış) olduğundan gaflet etti (olanları fark edemedi, gerçeği göremedi). Ve hattâ cenâb-ı Mûsâ bu tezkiyeye (aklanmaya) binâen (dayanarak) bidâyet-i mülâkâtta (konuşmanın başında) Hızır'a    تُعَلِّمَنِ مِمَّا عُلِّمْتَ رُشْداً    (Kehf, 18/66) ya'nî "Rüşden (doğruyu düşünmek, bulmak üzere) sana ta'lîm olunan (öğretilen) şeyden bana öğretmen için sana tâbi' olabilir (bağlanabilir, uyabilir) miyim?" demiş ve onun fazl (üstünlüğünü) ve kemâlini tasdîk edip (onaylayıp) kendisine ittibâ'a (tabi olmak, uymak için) izin istemiş ve cenâb-ı Hızır dahi ona    فَإِنِ اتَّبَعْتَنِي فَلَا تَسْأَلْنِي عَن شَيْءٍ حَتَّى أُحْدِثَ لَكَ مِنْهُ ذِكْراً    (Kehf, 18/70) ya'nî "Eğer sen bana tâbi' olursan (uyarsan), ben sana ondan bahs edinceye kadar hiçbir şeyden suâl etme (soru sorma)!" demiş ve cenâb-ı Mûsâ da    سَتَجِدُنِي إِن شَاء اللَّهُ صَابِراً وَلَا أَعْصِي لَكَ أَمْراً    (Kehf, 18/69) ya'nî  "İnşâallah sen beni sâbir (sabreder) ve senin bir emrine muhâlefet etmez (karşı çıkmaz) bir halde bulursun" cevâbiyle mukâbele etmiş (karşılık vermiş) idi. Halbuki cenâb-ı Mûsâ hîn-i inkârında (inkarı sırasında) Hızır'a tebaiyyeti (uyduğu tabi olduğu) hakkında der-meyân ettiği (ileri sürdüğü) şarttan dahi gaflet etti (unuttu). Fakat bu gaflet (dalgınlığı) ve nisyânı (unutkanlığı) sebebiyle muâheze olunmadığı (azarlanmadığı) cihetle (için), onun bu nisyânı (unutması) bizlere rahmettir. Zîrâ (çünkü) bizler de Allâh'ın emrini unuttuğumuz vakit muâheze olunmayacağımıza (azarlanmayacağımıza) delildir (kanıttır).  Ve nitekim (S.a.v.) Efendimiz bu mes'elenin (konunun) rûhunu    رفع عن امتي الخطأ والنسيان    ya'nî "Benim ümmetimden hatâ ve nisyân (unutma) merfü'dur (kaldırılmıştır) ve bu sebeble muâheze olunmazlar" (azarlanmazlar) hadis-i şerîfiyle beyân buyurdular (bildirdiler). Ve eğer Mûsâ bu ef’âle (fiillere) muvaffakiyyetinin min-indillah (Allah tarafından) olduğunu bilse idi. Hızır ona "Zevk ile ihâta etmediğin (kavramadığın, idrak etmediğin) şey" (Kehf, 18/68) demezdi. Ve cenâb-ı Hızır'ın bundan murâdı: Sen ilm-i teşrî' (şeriat ilmini) ve risâleti (resulluk ilmini) bilirsin; ben ise bunları bilmem. Fakat ben ilm-i zevkîyi bilirim. Sen ise, sende olan nübüvvet ve risâletin (nebilik ve resulluk görevinin) muktezâsı (gereği) olmak üzere o ilm-i zevkîyi bilmezsin demektir.

Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, ilim iki nevi'dir (çeşittir): Birisi Hakk'a, birisi halka (yaratılmışlara) taalluk eder (bağıntılıdır). Hakk'a taalluk eden (bağıntılı olan) ilim, ilm-i bâtın (batın ilmi) olup, buna "ilm-i ledünnî" (ledün ilmi (ilahi sırlara ait ilim) dahi derler. Bu ilmi bilenler halka (insanlara) teblîğ (nakletmek) ile me'mûr (vazifeli) değildirler; belki setr ile (örtmekle) mükelleftirler (vazifelidirler). Ve bu ilim hasâis-ı nübüvvet ve risâletten (nebilik, ve resulluk görevinin hususiyetlerinden) olmayıp, hasâis-ı velâyettendir (veliliğin hususiyetlerindendir). Halka (yaratılmışa) taalluk eden (bağıntılı olan) ilim ise, "ilm-i zâhirî" (zahir ilmi) olup buna "ilm-i şerîat" / (şeriat ilmi) ve risâlet derler. Bu ilim enbiyâ (nebiler) ve rusül (resuller) hazarâtına (hazretlerine) mahsûs (ait, özel) olup, halka teblîğ (ulaştırmak) ile mükelleftirler (vazifelidirler).

İmdi (buna göre) enbiyâ (nebiler) ve rusül (resuller) hazarâtının (hazretlerinin) iki cihetleri (yönleri) olup, cihet-i zâhiriyyeleri (dış tarafları) "nübûvvet" (nebilik) ve cihet-i bâtıniyyeleri (iç tarafları) "velâyet"tir (veliliktir). Kendilerine vahiy nâzil olduğu (indiği) vakit, cihet-i zâhiriyyeleri, (dış yönleri) cihet-i bâtıniyyelerini (iç yönünü) setr eder (örter).Ve binâenaleyh (bundan dolayı) aldıklarını bilâ-tefrîk (ayırt etmeksizin) halka (insanlara) siyyânen (eşit surette) teblîğ (eriştirmek) ile mükellef (yükümlü) olurlar. Ve bu sebeble ilm-i ledünnî (ledün ilmi ile ilgili) olan esrâr-ı kazâ (kaza sırrı) ve kader ilmi kendilerinden mestûr (örtülü, gizli) kalır. Zîrâ (çünkü) aynı zamanda cihet-i zâhiriyye (dış tarafları) ile cihet-i bâtıniyyelerine (iç taraflarına) nâzil olan (inen) ilmi tevhîd etmek (birlemek, bir kılmak) mümkün değildir. Çünkü sırr-ı kader (kader sırrı) "emr-i irâdî"ye (hükm-i batına (ilmi suretlerin istidatlarının gereği olan hükümlere) ve şerîat "emr-i teklîfî"ye (teklif edilen emirlere (dini hükümlere) taalluk edip, (alakalı olup) ekser-i ahvâlde (çoğu durumlarda) yekdîğerine (birbirine) münâfîdir (zıttır).

Meselâ Zeyd'in ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) küfrü iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden) irâde-i ilâhî (ilahi irade) de ona taalluk etmiştir (bağıntılı olmuştur). Ve Amr'ın ayn-i sâbitesi (ilmi sureti) ise îmânı iktizâ ettiğinden (gerektirdiğinden) irâde-i ilâhî (ilahi irade) de onun îmânına taalluk etmiştir (bağlantılı olmuştur).  Halbuki peygamber ikisine de müsâvâten (eşit olarak) teblîğ (eriştirmek) ile mükelleftir (yükümlüdür). Eğer "emr-i irâdî" (batın hükmü (ilmi suretlerin istidatları) kendisine münkeşif (açılmış, açık) olsa, Zeyd'e ve emsâline (benzerlerine) teblîğ-i ahkâmdan (hükümleri nakletmekten) vazgeçer veyâ fütür (gevşeklik, bıkkınlık) vâkı' (olmuş) olur idi.

İşte enbiyâ ve rusül-i kirâmın (ulu nebiler ve resullerin) efdal (en faziletlisi, en ulusu) ve eşref (en şereflisi) ve a'refî (en anlayışlısı, en bilgilisi) olan zübde-i kâinât (kainatın en seçkini, özü) ve server-i mevcûdât (mevcutların başkanı, ulusu) olan (s.a.v.) Efendimiz hazretleri bu hakîkati müşâhede buyurduklarından (gördüklerinden) dolayı    فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ    (Hûd,11/112) âyet-i kerîmesini müştemil olduğu (kapsadığı) için "Sûre-i Hûd (hud suresi) beni ihtiyarlattı" buyurdular. Çünkü emr-i ilâhîyi (ilahi emirleri) siyyânen (eşit olarak) tebliğ buyurduğu (ulaştırdığı) vakit, emr-i irâdî (ezelde kazandığı hüküm) küfrüne (imansızlığına) taalluk eden (bağıntılı olan) kimse reddeder. Bu ise nebiyy-i zî-şân Efendimize (peygamberimize) be-gâyet (son derece) girân (ağır) gelir. Maahâzâ (bununla beraber) teblîğ etmese (nakletmese) olmaz. Çünkü teblîğa (eriştirmeye) me'mûrdur (vazifelidir).  
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 05.08.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com