Füsûs-ül Hikem

380. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

    Ve kezâlik merâtib-i vücûd dahi tekemmül eder. Zîrâ o vücûdun ba'zısı ezelî ve ba'zısı gayr-i ezelîdir ve o da hâdistir: İmdi ezelî li-nefsihî vücûd-i Hak'tır ve gayr-i ezelî, sâbit olan âlem sûretleriyle Hakk'ın vücûdudur. Binâenaleyh hudûs tesmiye olunur. Zîrâ onun ba'zısı ba'zısına zâhir olur. Binâenaleyh suver-i âlem ile nefsine zâhir olur. Şu halde vücûd kâmil olur. Böyle olunca âlemin kemâle hareketi hubbiyye oldu. İyi anla! (12) .

     Ve kezâlik (aynı şekilde) merâtib-i vücûd (vücut mertebeleri) dahi a’yân-ı âlem (açığa çıkmış âlem) ile kâmil (eksiksiz, tam) olur. Çünkü a'yân-ı âlem (açığa çıkmış âlem) vücûd-i mutlak-ı Hakk'ın (kayıtsız varlık sahibi Hakk’ın) azhariyyetle (apaçık, en belli şekilde) nüzûl eylediği (indiği) bir mertebedir. Ve zîrâ (çünkü) vücûdun (varlığın) merâtibinden (mertebelerinden) ba'zısı ezelîdir (devamlı var olup varlığının başlangıcı olmayan, kadimdir) ve ba'zısı gayr-i ezelîdir (ezeli değildir). Ve gayr-i ezelî olan (ezeli olmayan) vücûd (varlık) hâdistir (sonradan meydana gelmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i ezelî (varlığının başlangıcı olmayan devamlı var olan varlık) Hakk'ın kendi nefsiyle olan vücûdudur (varlığıdır). Ve o vücûd ve varlık zâtın aynıdır (kendisidir). Ve vücûd-i gayr-i ezelî (ezeli olmayan varlık), âlemin (evrenin) sûretleriyle zahir olan (açığa çıkan) Hakk'ın vücûdudur (varlığıdır).  Ve o suver-i âlem (evren suretleri), ilm-i ezelîde (Allah’ın ilminde) "ayn"iyle (zatıyla, hakikatiyle) sâbittir (belirlenmiştir, mevcuttur): Böyle olunca, âlemin (evrenin) sûretleriyle zâhir olan (açığa çıkan) Hakk'ın vücûduna (varlığına) hâdistir (sonradan ortaya çıkmıştır) denir. Ve âlemin ba'zısı ba'zısına zâhir olur (görünür). Âlem, (evren) vücûd-i Hakk'ın (Hakk’ın varlığının) merâtibinden (mertebelerinden) bir mertebe olunca, binnetîce (sonuç olarak) Hak âlemin (evrenin) sûretleriyle kendi nefsine zâhir olmuş (görünmüş) olur. Şu halde, Hak mertebe-i ilimde (ilim mertebesinde) gördüğünü mertebe-i aynda (hakikat mertebesinde) dahi müşâhede eyler (görür). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i hakîkî-i Hak (gerçek varlık sahibi Hak), vücûd-i izâfî-i âlem (nisbi, göreceli varlık olan evren) ile kâmil (tam, mükemmel) olur. İmdi (buna göre) bildiğini görmek kemâl olduğu ve âlem (evren) vûcûd-i Hakk'ın (Hakk’ın vücudunun) merâtibinden (mertebelerinden) bir mertebe bulunduğu cihetle, (yönüyle) âlemin (evren varlıklarının) adem-i izâfîden (göreceli yokluktan) vücûd-i izâfîye (göreceli varlığa) hareketi, nisbet-i muhabbet (sevgi sıfatı) ile oldu. Çünkü kemâl (tamlık, mükemmellik) li-zâtihî (Zatının gereği) mahbûbdur (sevilmiştir).  İmdi (şu halde) bu bahsi (konuyu) iyi anla da, kadîm (önceden beri mevcut olan, öncesi olmayan eski) ile hâdisi (sonradan meydana gelen, yeni olanı), hakîkatlerini bilmek sûretiyle tefrîk et (ayırt et) ! Ve kûteh-bînlerin (dar görüşlülerin) düştüğü varta-i inkâra (inkâr çukuruna) düşme! /

      Sen onu görmez misin ki, müsemmâ-yı âlemin "ayn"ında, âsârının adem-i zuhûrundan nâşî esmânın müşâhede eylediği şeyi, esmâ-i ilâhiyyeden nasıl tenfîs eyledi. İmdi onun için râhat mahbûb oldu. Halbuki râhata, ancak â'lâ ve esfel olan vücûd-i sûrî ile vâsıl olundu. İmdi sâbit oldu ki, muhakkak hareket hubb içindir. Böyle olunca kevnde hareket ancak hubbiyye olarak vâkı'dir (13)

     Ya'nî esmâ-i İlâhiyye (İlahi isimler), kendi eserlerinin kuvvede (batında güc kuvve olarak) kalıp fiilen (fiil olarak) zâhir olmamasından (açığa çıkmamasından) dolayı sıkıntı içinde idiler. Onlar âsârın (eserlerin) müsemmâ-yı âlemin (âlemin tayin edilen, belirlenen) “ayn”ında (hakikâtinde) zâhir olmasını (açığa çıkmasını) talep ettiler (istediler). Allah Teâlâ müsemmâyı (tayin edileni) âlemde (evrende) onların âsârını (eserlerini) ızhâr etmekle (göstermekle), kendi nefislerinde buldukları sıkıntıyı tenfîs eyledi (nefeslendirdi, ferahlandırdı). Böyle olunca Hak Teâlâ için esmâsı (isimleri) cihetiyle (yönüyle) râhat mahbûb oldu (sevildi).Halbuki o mahbûb olan (sevilen) râhata, ancak a'lâ (yüksek) ve esfel (alçak) olan vücûd-i sürî (suret giymiş varlıklar) ile vâsıl olundu (ulaşıldı). Binâenaleyh (bundan dolayı) hareketin kevnde (kozmik evrende) ancak hubb (sevgi) için vâkı' olduğu (gerçekleştiği) sâbit (anlaşılmış) oldu. Binâenaleyh (bundan dolayı) varlık içinde, kâinatta zâhir olan (görülen) hiç bir hareket yoktur ki muhabbete (sevgiye) müstenid (dayalı) olmasın.

     İmdi bunu bilen kimse ulemâdan ba'zdır ve sebeb-i akreb kendisini mahcûb eden kimse de onlardan ba'zdır. Zîrâ onun hükmü fî'l-hâldir ve onun istîlâsı nefs üzerinedir. Böyle olunca Mûsâ için havf, kıbtînin katlinden vâkı' olan şeyle, şuhûdla oldu ve havf, katlden necât hubbünü tazammun eyledi. İmdi havf ettiği vâkit firâr etti. Halbuki ma'nâda Fir'avn'dan ve onun ona amelinden necâta hubbünden firâr etti. Binâenaleyh vakit içinde meşhûdün-leh olan sebeb-i akrebi zikretti ki, / o beşer için sûret-i cisim gibidir ve hubb-i necât onda mutazamnındır. Cesedi müdebbir olan rûhu cesed tazammun ettiği gibi (13) .

     Ya'nî bilcümle (bütün) harekâtın (hareketlerin) muhabbet (sevgi) sâikasıyla (sebebiyle) olduğunu ulemâdan (âlimlerden) ba'zıları bilirler ve bunlar ulemâ-i rabbâniyyedendir (rabbani alimlerdendir) ve ulemâdan (alimlerden) ba'zıları bu hakîkati bilmezler ve sebeb-i akreb (yakın sebep) kendilerini mahcûb eder (perdeler). Zîrâ (çünkü) böyle bir âlimin hükmü hâl içinde mahsûrdur (sınırlı kalmıştır). Ve sebeb-i akrebin (yakın sebebin) istîlâsı nefs-i mahcûbe (perdeli nefis) üzerinedir. Meselâ karnı acıkan bir kimse kasd-ı taam (yemek yemek maksadı) ile hareket eder. Bu hareketin sebebi sorulsa, sebeb-i akreb (yakın sebeb) olan, ekl-i taâmdır, (yemek yemektir) der. Halbuki taâm (yemek) bakâ-yı hayâta (hayatın devamlığına) sebebdir ve bu sebeb, ekl-i taâm (yemek yeme) sebebiyle örtülmüştür. Binâenaleyh (bundan dolayı) o kimse bakâ-yı hayâta (hayatın devamlığına) muhabbet ettiği (sevgi duyduğu) için hareket etmiş olur. Fakat aç olan kimsenin verdiği hükûm fi’l-hâldir (hal içindedir). Ya'nî o kimse zamân-ı hâl (o oluş vakti) içinde açlığın hükmü altındadır. Bu cihetle (sebeple) ekl-i taâm (yemek yeme) sebeb-i akrebi (yakın sebebi), hicâba düşen (perdeleyen) nefîs üzerine müstevlîdir (istila eder, hükmünü yürütür). İşte bunun gibi, Mûsâ için havf (korku), kıbtînin (çingenenin) katlinden (öldürülmesinden) vâkı' olan (gerçekleşen) şey sebebiyle, ya'nî kıbtîyi (çingeneyi) katl etmesine (öldürmesine) mukâbil (karşılık) Fir'avn'ın dahi onu kısâs etmesi (aynı şekilde cezalandıracağı) düşüncesi sebebiyle, meşhûdün-leh (kendisi tarafından görülmüş, fark edilmiş) oldu. Ya'nî Mûsâ kıbtîyt (çingeneyi) katl etti (öldürdü), Fir'avn'ın da bu katle (öldürmeye) mukâbil (karşılık) kendisini kısâs edeceğini (aynı şekilde cezalandıracağını) düşündü ve nefsinde havf-i kısâsı (kısas korkusu) müşâhede etti (gördü). Halbuki bunun zımnında (iç yüzünde) kısastan kurtulmak muhabbeti (sevgisi) var idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ zâhirde (görünüşte) korktuğu vakit kaçtı. Velâkin (fakat) ma'nâda Fir'avn'dan ve onun kendisini kısâs etmesinden (öldürtmesinden) kurtulmağa muhabbet ettiği (sevgi duyduğu) için kaçtı. Şu halde    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ, 26/21) âyet-i kerîmesinde hikâye buyrulduğu üzere (gibi) vakit içinde müşâhede ettiği (gördüğü) sebeb-i akreb (yakın sebeb) olan havfî (korkuyu) zikr etti (andı). Bu sebeb-i akreb (yakın sebep) olan havf (korku) beşer (insan) için cismin sûreti gibidir. Ve cesedi müdebbir olan (tedbir eden, yöneten, kullanan) rûh, cesedin zımnında (içinde) olduğu gibi, hubb-i necât (kurtuluşa duyulan sevgi, arzu) dahi öylece havfin (korkunun) zımnındadır (içindedir). Ya'nî rûh gayr-i mer'î (gözle görülmez) ve cesed mer’îdir (gözle görülür). Ve böylece sebeb-i akreb (yakın sebep) çeşm-i akla (akıl gözüyle) mer’î (görülür) ve sebeb-i baîd (uzak sebep) ise onun zımnında (iç tarafında) olup gayr-i mer'îdir (görülmez). /  
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 08.07.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com