Füsûs-ül Hikem

379. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     Ve zîrâ muhakkak âlem dahi kezâlik, vücûden kendi nefsinin şuhûduna muhabbet eder. Nitekim onu sübûten müşâhede eyledi. İmdi adem-i sübûtîden vücûda onun her bir vech ile hareketi, cânib-i Hak'tan ve kendi cânibinden hareket-i hubb oldu. Zîrâ kemâl li-zâtihî mahbûbdur. Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, onun âlemlerden ganî olması cihetinden, ona mahsûstur. Ve onun için ancak a'yân-ı âlem olan bu a'yândan hâsıl olan ilm-i hâdis ile ilim mertebesinin tamâmı kaldı. Mevcûd oldukda, sûret-i kemâl, ihm-i muhdes ve kadîm ile zâhir olur. Binâenaleyh mertebe-i ilm iki vech ile kâmil olur (12).

     Ya'nî hareket ebeden (sonsuza dek) hubbiyye (sevgi ile alakalı) olduğu için, muhakkak âlem dahi Hak gibi, kendi nefsini vücûden müşâhedeyi (görmeyi) sever. Nitekim o âlem, kendi nefsini ademde (yoklukta) sübûten (belirlenmiş, sabit  olarak) müşâhede eder (görür) idi. Ya'nî âlemin ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) ve vücûd-i izâfi (izafi varlık) âleminde ademi (yokluğu) hâlinde bir ayn-ı sâbitesi (ilmi sureti) ve bir hakîkati var idi ve o ayn-ı sâbite (ilmi suret) ve hakîkat kendi nefsini vücûden (varlık olarak) değil, ancak sübûten (belirlenmiş sabit  olarak (dışta var olmak ile yok olmak arasındaki ara bir durumda) müşâhede ederdi (görürdü). Fakat âlemin kendi nefsini sübûten bu müşâhedesi (görmesi) kâfî değil idi. Kendi nefsini vücûden (varlık olarak) dahi' müşâhedeye (görmeye) muhabbet ettiği (sevgi duyduğu) için, bu muhabbet (sevgi) sâikasıyla (sebebiyle) vücûd-i izâfî (göreli varlık) âlemine hareket eyledi. Nitekim, evvelki cümlenin şerhinde (açıklamasında) izâh edilmiş (anlatılmış) idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) sâbit (belirlenmiş) olduğu adem-i izâfî (göreceli yokluk (kuvve olarak mevcut ve fiil olarak mevcut olmayan şeyler adem-i izâfidir) âleminden vücûd-i izâfî (göreceli varlık) âlemine o âlemin her bir vech (sebep) ile hareketi, cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) ve kendi cânibinden (tarafından) hareket-i hubb (sevginin hareketi) oldu. / Ve gerek Hakk'ın ve gerek halkın (yaratılmışın) vücûd-i aynîye (kesif, yoğunlaşmış surete) hareketleri, ancak zuhûr-i kemâle (kemalin meydana çıkmasına) muhabbetten (sevgi duymaktan) neş'et eder (ileri gelir) . Çünkü kemâl (olgunluk, mükemmellik) li-zâtihî (zatının gereği olarak) mahbûbdur (sevilmiştir). Ve Allah Teâlâ'nın kendi nefsine ilmi, O'nun âlemlerden ganî (zengin, doygun) olması cihetinden (yönünden) kendisine mahsûstur (aittir). Ya'nî âlem mevcûd olsa da olmasa da, Hak Teâlâ'nın elbette kendi zâtına ilmi vardır. Ve O'nun kendi nefsine ilmî sâbittir ve kadîmdir (öncesi olmayan eskidir).  Fakat bu "ilm-i zâtî" (zati ilmi), ilm-i esmâî (isimleri ile alakalı ilmi) ve sıfâti (sıfatları ile alakalı ilmi) gibi değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ için, a'yân-ı âlemden (açığa çıkmış âlemden) ibâret olan bu a'yândan (aşıkar, belli olan şeylerden) mütehassıl (meydana gelen) ilm-i hâdis (hadis ilmi (sonradan kazanılmış ilim) ) ile ilim mertebesinin tamâmı kaldı. Ya'nî Hakk'ın kendi zâtında ve kendi zâtına, kendi zâtiyle vâkı' olan (gerçekleşen) tecellîsinde hâsıl olan (oluşan), hakâyık-ı eşyânın (şeylerin hakikâtleri) ve a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) sûretleri, vaktâki (ne zamanki) vücûd-i kesîf-î izâfî (izafi yoğunlaşmış varlık) sûretleriyle zâhir olurlar (açığa çıkarlar), bu halde Hak için, kendi sıfât (sıfatlarının) ve esmâsının (isimlerinin) suver-i tafsîliyyesine (ayrıntı, detay suretlerine) bir ilm-i zâid (ilave, ek ilim) hâsıl olur (oluşur) ki, bu ilim ilm-i hâdistir (sonradan meydana gelmiş, sonradan kazanılmış ilimdir). İşte vücûd-i mutlak-ı Hak (kayıtsız varlık sahibi Hak) sıfât (sıfatları) ve esmâsı (isimleri) hasebiyle (dolayısıyla) müteayyin oldukda (meydana çıktığında),  sûret-i kemâl (tam olgun suret), ilm-i muhdes ve kadîm (sonradan meyda çıkmış yeni ve öncesi olmayan eski ilim) ile zâhir olur (açığa çıkar). Binâenaleyh (bundan dolayı) mertebe-i ilim (ilim mertebesi), biri zâtı cihetiyle (yönüyle) kadîm (öncesi olmayan eski) ve diğeri a'yân-ı âlemde (açığa çıkmış alemde) zuhûru (görünmesi) cihetiyle (yönüyle) hâdis (sonradan meydana gelmiş (yeni) olarak iki vech ile (yönüyle) kâmil (mükemmel, tam olgun) olur. İlm-i zâtî (zati ilim) ve ilm-i esmâî (isimlerine ait ilim) ve sıfâti (sıfatlarına ait ilim) hakkındaki tafsîlât (geniş açıklama) Fass-ı Şisî'de (şişi bölümünde) mürûr etti (geçti).  

     Suâl: Allah Teâlâ kendi zâtını ve kemâlâtını (tamlıklarını, mükemmelliklerini) âlemin (evrenin) icâdından (yaratılmasından) evvel ve kendisinin âlem (evren) sûretlerinde zuhûrundan (meydana çıkmasından) mukaddem (önce) bilmez mi idi? Binâenaleyh (bundan dolayı) suver-i mezâhirde (görüntü yerlerinin suretlerinde) zuhûrun (görünmenin) ve îcâd-ı âlemin (alemin yaratılmasının) ne fâidesi (yararı) vardır?

     Cevap: Bunun fâidesi (faydası) yukarıda îzâh edilmiştir (anlatılmıştır).  Daha ziyâde (fazla) tavzîh (açıklamak) için bir misâl îrâd edeyim (söyleyeyim) : Kendisinde sıfat-ı mi'mâriyyet (mimarlık sıfatı) sâbit (mevcut) olan bir insan bir binâ inşâ etmese (yapmasa) de kendi zâtını ve nefsini ve kendisinde bir binâ inşâsına kudret olduğunu bilir. Fakat bu ilim, binâyı inşâ edip onu temâşâ ettiği (seyrettiği) vakit, mi'mâriyyeti (mimarlığı) hakkında hâsıl olan (oluşan) ilim gibi değildir. Birinci ilim, görmeyerek bilmek ve ikinci ilim görerek bilmektir, Binâenaleyh (bundan dolayı) mi'mârın evvelki ilmine ikinci ilim munzam olmakla (katılmakla, eklenmekle),  onda ilm-i kâmil (tam, mükemmel ilim) hâsıl olur (oluşur). Ve mi'mâr bu ikinci ilmi hâriçten (dışarıdan) almadı. Zîrâ (çünkü) binâyı vücûda getiren mevâdd (maddeler), her ne kadar taş, toprak ve demir ve tahta gibi mi'mârın vücûdunun gayri (başka) ise de, onlardan müteşekkil olan (meydana gelen, şekillenen) sûret, mi'mârın ilminde peydâ ettiği (meydana çıktığı) sûrettir. Ve bu sûret, mi'mârın vücûdunun, gayrinden (başkasından) müstefâd (kazanılmış) değildir. Fakat âlemin (evrenin) sûreti ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sâbit (belirlenmiş, mevcut) olan sûret olmakla berâber, vücûd-i izâfîsini (nisbi, göreli varlığını) teşkîl eden madde dahi, onun vücûdunun merâtibinden (mertebelerinden) bir mertebe olduğu için, Hakk'ın gayri (başkası) değildir. / Nitekim âtîdeki (aşağıdaki) cümle ile cenâb-ı Şeyh (r.a.) bu hakîkati îzâh buyururlar (anlatırlar) .
Devam Edecek

 

 

 
 

İzmir - 01.07.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com