Füsûs-ül Hikem

364. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

     İmdi bu kuvvetler ile fünûn-i ilim üzerine isti'lâ için onunla bahre atıldı. Ona bunu bildirdi ki, her ne kadar onu müdebbir olan rûh melek ise de o onu ancak onunla tedbîr eder. Binâenaleyh bâb-ı işâret ve hikemde "tâbût" ta'bîr olunan bu nâsûtta kâin olan kuvâyı ona musâhib etti. Hakk'ın âlemi tedbîri de böyledir. Onu ancak onunla veyâ onun sûreti ile tedbîr eder. Böyle olunca veledin vâlidin îcâdına ve müsebbebâtın kendi esbâbına ve meşrûtâtın kendi şurûtuna ve ma'lûlâtın kendi illetlerine ve medlûlâtın kendi delillerine ve muhakkakâtın kendi hakîkatlerine tevakkufu gibi, onu ancak onun kendisi ile tedbîr eder. Ve bunun cümlesi âlemdendir. Ve o, Hakk'ın onda tedbîridir. Binâenaleyh onu ancak onun kendisiyle tedbîr eder (3) .

     Ya'nî nefs-i nâtıkanın (konuşan nefsin (insani ruhun) ) âlâtı (aletleri) olan fikrî, hissi ve hayâli olan kuvvetler ile muhtelif (çeşitli) ilim üzerine  isti'lâ (yükselmek, yücelmek) için, cisim sandığı ile bahr-i ilme (ilim deryasına) atıldı. Ya'nî "sandık" cism-i Mûsâ'ya (Musa’nın iç ve dış duyularına) "bahr-i cismânî" (deniz) dahi bahr-i ilim (ilim deryası) ve ma'nâya mukâbildir (karşılıktır). İmdi (buna göre) Mûsâ'nın sandık ile denize atılmasıyla Allah Teâlâ Mûsâ'ya şunu bildirdi ki: Her ne kadar cismi müdebbir olan (tedbir eden, kullanan) rûh melek, ya'nî kuvvet, ise de o kuvvet o cismi ancak yine cisim vâsıtasıyla tedbîr eder (yönetir, kullanır, önlemini aldırır).  Meselâ bir insanın bir tarafı kaşınsa, rûh onu kaşıyamaz. Ele emr edip onu tahrîk eder ve o noktayı el kaşıyabilir. Şu halde rûh cismi, cisim vâsıtasıyla tedbîr eder (kullanır, tasarruf eder). Binâenaleyh (bundan dolayı) işârât (işaretler) ve hikem (hikmetler) bâbında, (konusunda) "tâbût ve sandık" ta'bîr olunan (denilen) bu nâsûtta (insanlık âleminde) ya'nî sûret-i beşeriyyede (yaratılmış insan suretlerinde) kâin (mevcut) olan kuvvetleri Allah Teâlâ o sûret-i beşeriyyeye (beşeri suretlere) musâhib (arkadaş) kıldı. Hak Teâlâ hazretlerinin âlemi (evreni) tedbîr etmesi (yönetmesi, önlemini alması, tasarruf etmesi) de böyledir. Âlemi (evreni) ancak âlem (evren) ile veyâ âlemin (evrenin) sûreti ile tedbir eder. (idare eder, yönetir, önlemini alır) Böyle olunca veled (oğul), vâlidin (babanın) icâdına (yaratmasına) tevakkuf eder (bağlı olur); ya'ni peder veledini (çocuğunu) îcâd etmedikçe (yaratmadıkça) veledin (çocuğun) vücûdu husûle gelmez. (oluşmaz) Ve müsebbebâtın (sebebe bağlı olanların) vücûdu (varlığı) dahi kendi sebeblerine bağlıdır. Ve meşrû’tât (şarta bağlı olanlar) kendi şartlarına ve ma'lûlât (illete bağlı olanlar) kendi illetlerine ve medlûlât (delîle bağlı olanlar) kendi delillerine ve muhakkakât (hakikate bağlı olanlar) kendi hakîkatlerine tevakkuf eder (bağlı olur). Binâenaleyh (bundan dolayı) cihânın cânı olan Hak, o cihânı ancak o cihânın kendisi ile tedbîr eder (önlemini alır, kullanır, tasarruf eder). Ve bu saydıklarımızın cümlesi (hepsi) âlemdendir. Pederin veledini (çocuğunu) îcâd etmesi (yaratması)/ Hakk'ın îcâd-ı veledde (çocuğun yaratılmasında) tedbîridir (tasarrufudur). Şu halde Hak Teâlâ, âlemi ancak o âlemin kendisiyle tedbîr eder (önlemini alır, kullanır, tasarruf eder) . Beyt:

                        Hak kulundan intikâmın yine abdiyle alır

                        Bilmeyen ilm-i ledünnü ânı abd etti sanır

                        Fâili oldur her işin abd elinden işlenir

                        Berr ü yâ   bahr içre onsuz sanma bir çöp deprenir

     Ve bizim    او بصورته    kavlimize gelince; sûret-i âlemi murâd ederim; onunla da esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı ulyâyı murâd ederim ki, Hak onlar ile müsemmâ ve onlar ile muttasıftır. İmdi Teâlâ'nın müsemmâ olduğu bir isim bize vâsıl olmadı, illâ ki muhakkak biz o ismin ma'nâsını ve rûhunu âlemde gördük. Binâenaleyh âlemi, ancak yukarıdaki gibi suret-i âlemle tedbîr eder (4).

     Ya'nî yukârıdaki ibârede (cümlede)    كذلك تدبير الحق العالم ما دبر الا به او بصورته    ya'nî "Hakk'ın âlemi (evreni) tedbîri (kullanması, önlemini alması, tasarruf etmesi) dahi böyledir; onu ancak onunla veyâ onun sûreti ile tedbîr eder" (kullanır, yönetir) denilmiş idi. Bu ibâredeki (cümledeki)    او بصورته    "onun sûretiyle" kavlimizden (sözlerimizden) murâdımız "âlemin sûreti" demektir. Ve "âlemin sûreti" demekten murâdımız dahi, esmâ-i hüsnâ (en güzel yüce isimleridir) ve sıfât-ı ulyâdır (yüce sıfatlarıdır) ki, Hak Teâlâ hazretleri bu isimler ile müsemmâ (isimlenmiş) ve bu sıfatlar ile muttasıftır (vasıflanmıştır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) "âlemin sûreti"nden murâd, onun sûret-i hakîkıyye-i bâtınesidir (batın olan gerçek suretidir). Çünkü sûret-i âlem (evrenin sureti) a'yân-ı sâbitenin (ilmi suretlerin) ve a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) dahi esmâ ve sıfât-ı ilâhiyyenin (ilahi isimler ve sıfatların) zılleridir (gölgeleridir). Şu halde, esmâ-i hüsnâ (Allah’ın en güzel en şerefli isimlerinin) sûretlerinden başkaca âlemin (evrenin) sûreti ve hüviyyeti (hakikâti) yoktur. Ve suver-i âlem (evren suretleri) vücûd-i vâhid-i hakîkînin (tek gerçek varlığın) esmâ (isimleri) ve sıfâtı (sıfatları) hasebiyle (dolayısıyla) taayyünât-ı kesîfesinden (yoğunlaşarak açığa çıkmış suretlerinden) ibârettir./

     Ma'lûm olsun (bilinsin) ki, suver (suretler) iki mertebe üzerinedir: Biri sûver-i müteayyine-i zâhiredir (dışta bellilik kazanmış suretlerdir) ki, onlar his (beden) gözüyle gördüğümüz nukûş (nakışlar) ve eşkâldir (şekillerdir). Diğeri akıl gözüyle gördüğümüz suver-i müteayyine-i bâtınedir (batında açığa çıkmış suretlerdir) ki, onlar mahsüs (aşikâr) olan suver-i zâhirenin (dış suretlerin) ervâhıdır (ruhlarıdır). Binâenaleyh (bundan dolayı) Allah Teâlâ âlemin (evrenin) suver-i müteayyine-i zâhiresini (dışta açığa çıkmış suretlerini), ancak âlemin (evrenin) suver-i müteayyine-i bâtınesiyle (açığa çıkan batın suretleriyle) tedbîr (yönetir, kullanır, önlemini alır, idare) eder. Ve bu suver-i bâtıne (iç suretler), suver-i zâhirede (dış suretlerde) âsâriyle (eserleriyle) meşhûd olur (görünür). Bu da âlemi, âlemin sûretiyle tedbîr etmektir (önlemini almaktır, korumaktır, tasarruf etmektir).

     Hz. Şeyh bâlâda (yukarıda) "Hak Teâlâ âlemi (evreni), âlemin (evrenin) kendi nefsiyle veyâ âlemin (evrenin) sûretiyle tedbîr eder" buyurmuş ve tedbîr-i ilâhînin (ilahi tedbirin) iki sûretle (şekilde) vukû'una (olduğuna) işâret etmiş idi. Âlemi âlemin sûretiyle tedbîri îzâh edildi (anlatıldı).

     Âlemi (evreni), âlemin (evrenin) kendi nefsi ile tedbîri (yönetmesi) dahi, eczâ-yı âlemin (âlem parçacıklarının) yine eczâ-yı âlem (âlem parçacıkları) ile tedbîridir. Bu da ateşi söndürmek için su isti'mâli (kullanılması) gibi tedâbirdir (tedbirlerdir) ki, hadîs-i şerîfte    القدر برد بالقدر    ya'nî "Kader, kader ile redd olunur" buyrulmasıyla bu hakîkate işâret olunur. Zîrâ (çünkü) kader, kazânın tafsîli (teferruatı, detayı) olup onun mahall-i zuhûr (göründüğü yer) ve bürûzu (belirdiği, aşıkar olduğu yer) eczâ-yı âlem-i şehâdettir (görünen, şahit olunan âlemin parçalarıdır). Ve ateşin ihrâkı (yakması) mukadder (takdir olunmuş) olduğu gibi suyun ateşi itfâsı (söndürmesi) da mukadderdir (takdir olunmuştur). Binâenaleyh (bundan dolayı) eczâ-yı âlemden (âlem parçacığından) ve âlemin kendi nefsinden olan ateş, yine eczâ-yı âlemden (alem parçacığından) ve âlemin kendi nefsinden olan su ile itfâ edildiğine (söndürüldüğüne) nazaran (göre) kader, kader ile merdûd olmuş (geri çevrilmiş, önlenmiş) olur.

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 18.03.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com