Füsûs-ül Hikem

361. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

 

     İmdi muHakkak Mûsâ (a.s.)’ın hikemi çoktur. Ve ben, inşâallahü Teâlâ bu bâbda onlardan hâtırımda emr-i ilâhî, onunla vâkı' olan şey mikdârı üzere serd eylerim. Binâenaleyh, bu bâbda evvelen kendisiyle müşâfehe olunduğum şey bu idi (1)

     Ya'nî Mûsâ (a.s.)’ın ilm-i ilâhide (Allah’ın ilminde) sâbit olan (belirlenen) aynının (hakikâtinin) iktizâsı (gereği) olup o ayn-ı sâbite (ilmi suret) hazînesinden bu âlem-i şehâdette (dünyada) zuhûr eden (açığa çıkan) hikmetler çoktur. Ve ben meşiyyet-i ilâhiyye (Hakk’ın iradesi) taalluk ederse (gerçekleşirse) bu Fass-ı Mûsevi'de (Musa bölümünde) o hikmetlerin cinsinden olup ızhârına (açığa çıkarılmasına) emr-i ilâhî (Hakk’ın emri) vâkı' (olmuş) olan şey mikdârını serd (anlatacağım) ve beyân edeceğim (açıklayacağım). Bu mikdârdan noksan ve ziyâde (fazla) olan hikem-i mûsevînin (Musa a.s ile alakalı hikmetlerin) beyânına (açıklamasına) me'zûn (izinli) değilim. İmdi (buna göre) mübeşşirede, ya'nî vâkıa-i sâdıkada (gerçek, hakiki rüyada) bu Fass-ı Mûsevî'den (Musevi bölümünden) evvelen (daha önce) kendisiyle, taraf-ı a’ref-i enbiyâ (s.a.v.)’den (nebilerin en arifi tarafından) müşâfehe olunduğum (yüz yüze karşılıklı konuştuğum) / hikmet,

     Böyle olunca Mûsâ ancak ervâh-ı kesîrenin mecmû’u olduğu halde doğdu. Kuvâ-yı fa'âleyi cem' etti (2).

     Ya'nî insanın nefs-i nâtıkâsı (konuşan nefsi (insan ruhu) ) , nasıl kuvâ-yı muhtelifesinin (çeşitli kuvvelerin) mecmû'u (toplanmışı) ise, Mûsâ dahi öylece ervâh-ı kesîrenin (çok ruhların) mecmû'u (toplanmışı) olduğu halde doğdu. Fa'al (aktif) olan kuvvetleri cem' etti (topladı). Meselâ insanda birçok kuvâ (kuvveler (meleki güçler) ) vardır ki, bunların ba'zısı zâhir, (açık, görünür) ba'zısı bâtındır (gizlidir). Kuvâ-yı zâhiresi (dış kuvveleri) sâmia (işitme), bâsıra (görme), şâmme (koklama), zâika (tatma), lâmise (dokunma duyuları) ve bâtınesi (gizli olanlar) hiss-i müşterek (algılama merkezi), hayâl, hâfıza, vâhime (vehim gücü)  müfekkiredir (düşünce gücüdür). Ve bu kuvâdan (kuvvelerden) her birinin rûhâniyyetleri vardır ki erbâbına (ehlilerine) münkeşiftir (açılmıştır).Ve Hak Sübhânehû ve Teâlâ hazretleri bu rûhâniyyete işâreten    إِنَّ السَّمْعَ وَالْبَصَرَ وَالْفُؤَادَ كُلُّ أُولـئِكَ كَانَ عَنْهُ مَسْؤُولاً    (İsrâ. 17/36) buyurur. Binâenâleyh (bundan dolayı) insanın rûh-i izâfîsi (izafi ruhu) ve nefs-i nâtıkası (konuşan nefsi (insan nefsi)) bu ervâhın (ruhların) mecmû'u (toplanmışı) olur. Ve insan kendisinde bu kuvâ-yı fa'âleyi (aktif kuvveleri) cem' eder (toplar).

     İşte bu misâle mutâbık (uygun) olarak her peygamberin ümemi (ümmetleri) ve etbâ'ı (uyanları, tâbileri); o peygamberin nefs-i küllîsine (tümel nefsine) nisbetle (göre) bu mesâbededir (derecededir). İmdi (buna göre) rûh-i külli-i mûsevîye (tümel Musevi ruha) nazaran (göre) rûh-i cüz'î (tümden bir kısım, bir parça ruh) sâhibi bulunan her bir çocuk, cenâb-ı Mûsâ'nın hîn-i da'vetinde (davet ettiği sırada) ve Fir'avn ile olan mücâdelesinde muîn (yardımcı) olmak sûretiyle, rüh-i küllî-i mûsevîde (Musevi tümel ruhta) mutasarrıf oldular (tasarruf ettiler) ve onu teshîr ettiler (etkilediler). Zîrâ (çünkü) eb'anın (babanın) irâdesi metbû' (kendisine tabi olan) üzerinde müessirdir (etkilidir).Meselâ insanın nefs-i nâtıkasına (konuşan nefsine (kendi ruhuna) ) tâbi' (uyan, bağlı) olan kuvve-i bâsıra (görme kuvvesi) bir şeyin rü'yetine (görülmesine) meyl ettikde (yöneldiğinde),  metbû'u (kendine tabi olanı) olan nefs-i nâtıkayı (insani ruhu) kendi emrinde müstağrak (gark olmuş, dalmış) kılar. Sâir (diğer) kuvâ (kuvveler) da bunun gibidir. Ve bu hakîkate binâen (dayanarak) her bir nebiye (peygambere) ilm-i risâletten (resulluk ilminden) verilen şey ümmetinin isti'dâdı nisbetindedir (ölçüsündedir). Ondan ne fazla ve ne de noksandır. Ve bu hal (oluş) cüz'ün (parçanın) küllde (bütünde) ve küçüğün büyükte müessir (etken) olması neticesidir. /

     Zîrâ muhakkak küçük büyükte müessirdir. Sen çocuğu görmez misin? Büyükte hâssıyyetle müessirdir. Binâenaleyh büyük kendi riyâsetinden onun mertebesine iner; ve onunla oynar ve onun dili ile söyler; ve ona onun aklı ile zâhir olur, Böyle olunca o, onun teshîri altındadır; halbuki onun şuûru yoktur. Ondan sonra sadrı dıyk olmamak için, onu kendi terbiyesine ve himâyesine ve mesâlihinin tefakkudüne ve te'nîsine meşgûl eder (2).

     Ya'ni enbiyânın (nebilerin) ümemi (ümmetleri) gibi ma'nen; (manevi olarak) ve herhangi bir çocuk gibi sûreten (suret olarak) küçük olan, ma'nen (manevi olarak) ve sûreten (suret olarak) büyük olanda müessirdir (etkilidir) .  Sen sûreten (suret olarak) küçük olan çocuğu görmüyor musun? Sûreten (suret olarak) büyük olan adamda çocukluk hâssıyyeti (vasfı) ile nasıl müessir (etkileyici) oluyor? İşte bu te'sîr (etki) netîcesi olarak büyük adam kendi riyâseti (başkanlığı, reisliği) ve metbûiyyeti (kendine uyulan) mertebesinden, tâbi' olan (kendine uyan) çocuğun mertebesine tenezzül edip (inip) çocuk ile mülâabe eder (oynar) ve "cici", "kaka", "buva", "mama" gibi çocukça konuşur ve çocuğa onun aklı mertebesinden zâhir olur (görünür) ve onun aklınca söyler. Böyle olunca o büyük adam, küçük olan çocuğun teshîri (etkisi, büyüsü) altındadır. Büyük ve metbû' olan (tabi olunan, uyulan olan) adam, tâbi' (uyan) olan çocuğun mertebesine tenezzül ettiği (indiği) vakit, sevk-ı tabîî (içgüdü) ile tenezzül eder (iner). Yoksa, bu çocuktur, ben onun mertebesine tenezzül etmeyince (inmeyince) onunla münâsebette (ilişkide) bulunamam, tarzında (şeklinde) evvelce düşünüp bir muhâkeme yapmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun bu teshîrde (emrine altına almada, etkilemede) vukûfu (haberi, bilgisi) yoktur. Bu tenezzülden (inişten) sonra çocuk, sadrı dıyk olmamak (gönlü daralmamak, sıkılmamak) ve inbisât (ferahlık) üzere bulunmak için, o büyük adamı ve kendi metbû'unu, (uyduğunu) kendi terbiyesine ve himâyesine (korunmasına) ve ihiyâcının tedârikine (teminine) ve te'nîsine (alıştırmasına) meşgûl eder.

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 25.02.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com