Füsûs-ül Hikem

360. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

KELİME-İ MÛSEVİYYE’DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETTİR

[2.Şerh]

 

     Cenâb-ı Mûsâ'nın zuhûru (meydana çıkma) zamânı yaklaştığı vakit, Fir'avn'ın muhîtinde (etrafında) bulunan hükemâ (hakimler) ve ulemâ (alimler) Fir'avn'a dediler ki: "Filân senede Benî İsrâîl'den (İsrail oğullarından) bir çocuk doğacak ve senin tâc ve tahtının harâbîsi / (yıkılması) onun yüzünden olacaktır. Fir'avn bu kazâ-yı ilâhînin (Hakk’ın hükmünün) zuhûrunu (meydana gelmesini) men' (önlemek) için, o sene zarfında doğan çocukları katl ettirdi (öldürttü). İşte bu katl olunan (öldürülen) çocukların ervâh-ı cüz'iyyeleri (cüzi ruhları) rûh-i Musevi (Musevi ruh) âlemine rücû' edip (geri dönüp) ma'nen (manevi olarak) ve mâddeten (maddi olarak) rûh-i Museviyi (Musevi ruhu) takviye ettiler (güçlendirdiler). Ve Fir'avn onları katl etmekle (öldürmekle) zâhiren (görünüşte) câhilâne (cahilce) hareket edip, cenâb-ı Mûsâ'ya yardım ve kendi irâdesiyle (arzusuyla) saltanatının zevâli (sona erme) esbâbına (sebeplerine) teşebbüs etti. Fakat hakîkatte kazâ-yı ilâhînin (Hakk’ın hükmünün) infâzına (yerine gelmesine) hâdîm olduğundan (hizmet ettiğinden), bu hareketinde bu nokta-i nazardan (görüşten) cehil (cahillik) yoktur. Ve rûh-i küllî-i Musevinin (Musevi tümel ruhun) bu ervâh-ı cüz'iyye (cüz ruhlar) ile mukavvâ (güçlendirilmiş) olmasının alâmât-ı zâhiriyyesi (dış işeretleri, belirtileri) de meşhûd olmuştur (görülmüştür). Meselâ kıbtîyi (çingeneyi) bir yumruk ile katl etmesi (öldürmesi) ve Şuayb (a.s.)ın kerîmelerinin (kızlarının) hayvanlarını suvarmak (sulamak) için, ağzında gâyet büyük bir taş olduğu cihetle, (dolayısıyle) kimsenin istifâde edemediği (faydalanamadığı) bir kuyudan, bu taşı kuvvet-i bâzûsiyle (güçlü pazılarıyle) kaldırıp istifâde etmesidir (faydalanmasıdır) ki, Kur'ân-ı Kerîm'de onun bu kuvvetine işâretle    إِنَّ خَيْرَ مَنِ اسْتَأْجَرْتَ الْقَوِيُّ الْأَمِينُ    (Kasas, 28/26) buyrulur. Bu kuvvetin alâmât-ı bâtıniyyesi (batın işeretleri, belirtileri) ise Fir'avn gibi a'vân (yardımcıları) ve ensârı (koruyucuları) kesîr (çok) olan bir hükümdâr-ı kavîyi (güçlü bir hükümdarı), münferiden (tek başına) mağlûb etmesidir.

     Velhâsıl (kısaca) ervâh-ı müteferrikanın (kısım kısım ayrılmış ruhların) mizâc-ı vâhid-i küllîde (tümel tek mizacta) zuhûrları, (ortaya çıkmaları) müteferrik (ayrı ayrı, dağınık) bir halde olan zuhûrlarından (meydana çıkmalarından) daha müessir (etkili) ve daha kavîdir (güçlüdür).  Nitekim    سازكاري مايهء قوت بود    ya'nî "İttihâd (birleşme, bir olma) mâye-i kuvvet olur" (kuvveti güçlendirir) demişlerdir. Ve işte şer'de (şeriatte) meşveretin (bir bilene danışmanın, fikir alışverişinde bulunmanın) mesnûn (sünnet icabı) olmasının hikmeti de budur. Bu mukaddime (ön söz) anlaşıldıktan sonra metnin (konunun) ma'nâsı sühûletle (kolaylıkla) anlaşılabilir.

     Fir'avn'ın Mûsâ yüzünden Benî İsrâil (İsrail oğullarının) çocuklarını katl etmesindeki (öldürmesindeki) hikmet, Mûsâ için her bir katl olunan (öldürülen) çocuğun hayâtı yardım etmek üzere cenâb-ı Mûsâ'nın rûh-i küllîsine (tümel ruhuna) avdet (geri gelmek) ve rücû' etmek (geri dönmek) içindir. Çünkü katl olunan (öldürülen) her bir çocuğa Mûsâ nazarıyla (gözüyle) bakılarak katl olundu (öldürüldü). Gerçi (eğer) katl olunan (öldürülen) her çocuğun taayyünü (açığa çıkmış sureti), taayyün-i Musevi (Musevi suret) olmadığından sûrette (görünüşte) cehil (cahillik) vâkı' (mevcut) idi Fakat onların her birine taalluk eden (ait olan) rûh, rûh-i küllî-i Museviden (Musevi tümel ruhtan) bir cüz' (parça, kısım) olduğundan hakîkatte ve ma'nâda aslâ cehil (cahillik) vâkı' (mevcut) değil idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) onun hayâtı, ya'nî Mûsâ yüzünden maktûl olan (ölen) her bir çocuğun hayâtı hakîkatte Mûsâ'ya âit idi, ya'ni Mûsâ'nın hayâtı olmak lâ-büddür (muhakkaktır) ve Mûsâ’ya âit olan o hayât dahi, ağrâz-ı nefsâniyyenin (nefsi arzuların) henüz kirletmemiş olduğu fitrat (asıl yaratılış) üzere olan hayât-ı zâhiredir (açığa çıkmış hayattır).  Ya'nî kuvvede (güç kuvve olarak batında) olmayıp fiilen (fiil olarak) zuhûr eden (açığa çıkan) ve henüz sıfât-ı beşeriyye (beşeri sıfatlar) ile mülevves olmamış (kirlenmemiş) bulunan hayattır. Belki o hayat fitrat-ı islâmiyye (İslam fıtratı) üzeredir.

     İmdi Mûsâ, Mûsâ olmak üzere katl olunanlaırın mecmû'-ı hayâtı oldu. Binâenaleyh, o maktûll için rûhunun isti'dâdı, kendisine hâs olan her ne müheyyâ olmuş idi ise Mûsâ'da mevcûd oldu. Ve bu, Mûsâ'ya bir ihtisâs-ı ilâhîdir ki, ondan evvel bir kimse için vâkı' olmadı (1) .

     Yukarıda izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, nefs-i küllî-i Mûsâ'ya (Musevi tümel nefse) tâbi' (bağlı) olan nüfûs-i cüz'iyye-i maktûlenin (ölmüş cüz nefislerin) isti'dâdlarına mahsûs (özgü) ve lâyık (yaraşır) olarak, hazîne-i gayb-i ilâhîde (İlahi gizli hazinelerde) müheyyâ (hazır) ve ihzâr olunmuş (hazırlanmış) ve fakat onların hayât-ı zâhireleri (dışta hayatları) devâm etmediği cihetle (için), mevtın-i şehâdette (dünya yurdunda) zuhûr edememiş (açığa çıkamamış) ne kadar mevâhib-i İlâhiyye (İlahi ihsanlar, bağışlar) var ise bunların hepsi hayât-ı Mûsâ'da (Musa’nın hayatında) zâhir (açığa çıktı) ve mevcûd oldu. Çünkü Mûsâ, "Mûsâ'dır" diye katl olunan (öldürülen) etfâl-i Benî İsrâîl'in (İsrail oğullarının çocuklarının) mecmû'-ı hayâtı (hayatlarının tümü) oldu. Zîrâ (çünkü) cüz'lerin (kısımların, parçaların) hasâisı (kendine özgü nitelikleri) külde (tümelde) müctemi' (toplanmış) olur. Ve bu hal (oluş) Mûsâ (a.s.)’a mahsûs (ait) olan bir tecellî-i İlâhi (Hakk’ın tecellisi) idi ki, kendisinden evvel hiçbir peygambere vâkı' olmuş (gerçekleşmiş) değil idi. Ve bu tecellî onun kelime-i vücûdunda (kelime olan varlığında) mündemic (bulunan, içkin) olan "hikmet-i ulviyye" (yücelik hikmetinin) iktizâsıdır (gereğidir). Ve bu iktizâ (gereklik) dahi onun ilm-i ilâhîdeki (Allah’ın ilmindeki) kâbiliyyet-i ma'dûmesi (yok durumunda bulunan kabiliyeti (batında mevcut olup açığa çıkmamış kabiliyet) ve ayn-ı sâbite-i mevhûmesinden (ilmi suretinin manasından) münbaisdir (doğmaktadır).

Devam Edecek

 

 

 
 
İzmir - 18.02.2009
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com