Füsûs-ül Hikem

332. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

    İmdi sen bu iki racülün ilimde kemâline ve edeb-i ilâhînin hakkını îfâsına nazar et! Ve ona "Ben bir ilim üzereyim ki Allah Teâlâ onu bana ta'lîm etti ki, sen onu bilmezsin; ve sen bir ilim üzerinesin ki, Allah Teâlâ onu sana ta'lîm eyledi ki, ben onu bilmem" demesi haysiyyetiyle Mûsâ indinde i’tirâf eylediği şey hakkında sen Hızır'ın insâfına bak! Binâenaleyh bu i'lâm, onun ülüvv-i mertebesini bildiği ve bu mertebe Hızır için hâsıl olmadığı halde    وَكَيْفَ تَصْبِرُ عَلَى مَا لَمْ تُحِطْ بِهِ خُبْراً    (Kehf, 18/68) kavlinde onunla onu mecrûh eylediği şey, Hızır'dan Mûsâ'ya devâ oldu. Ve bu, ibâr-ı nahl hadisinde ümmet-i Muhammediyyeden zâhir oldu. Resûl (a.s.) ashâbına    انتم اعلم بمصالح دنياكم    buyurdu. Ve şekk yoktur ki, muhakkak bir şeye ilim, onun cehlinden hayırlıdır. Ve işte bunun için Allah Teâlâ kendi nefsini /    بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ    (Bakara, 2/29) kavliyle medh etti. İmdi muhakkak (S.a.v.) onların mesâlih-i dünyâda kendisinden daha âlim olduğunu ashâbına i'tirâf eyledi. Zîrâ kendisi için bunda hibret yoktur. Çünkü o ilm-i zevk ve tecrübedir. Ve Resûl (a.s.) bunun ilmine iştiğâl etmedi. Belki onun şuğlü ehemm içinde ehemm idi. İmdi ben seni edeb-i azîme vâkıf kıldım. Eğer nefsini onunla isti'mâl edersen müntefi' olursun ( 18) .

     Ya'ni gerek Mûsâ (a.s.)’ın ve gerek Hz. Hızır'ın ilimdeki kemâllerine (tamlığına, mükemmelliğine) ve edeb-i ilâhînin (ilahi edebin) hakkını yerine getirmelerine nazar et (bak)! Mûsâ (a.s.)’ın cenâb-ı Hızır ile olan münâsebetinde zâhir olan (görülen, açığa çıkan) ilimdeki kemâli (mükemmelliği) budur ki: Mûsâ (a.s.) kendisinin müteayyin (belli) olduğu rütbe-i aliyye-i risâletin (yüce risalet rütbesinin) kadrini (derecesini) ve bu rütbe ism-i Zâhir'in (zahir isminin) ahkâmını (hükümlerini) iktizâ edip, (gerektirip) ism-i Bâtın'ın (batın isminin) mazharı (görüntü yeri) olan cenâb-ı Hızır ile devâm-ı musâhabetine (görüşmelerinin devamına) mâni' (engel) olduğunu bilir idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) ism-i Zâhir (zahir ismi) ahkâmının (hükümlerinin) ism-i Bâtın (batın ismi) ahkâmına (hükümlerine) mugâyeretinden (aykırılığından, uyuşmazlığından) nâşi (dolayı),  edeb-i ilâhînin (ilahi edebin) hakkına riâyeten (saygı göstererek), sohbet-i Hızır'ı (Hızır a.s. la sohbeti) terk etti. Ve Hz. Hızır'ın ilimdeki kemâli de budur ki: Cenâb-ı Hızır, resûl olan Mûsâ (a.s.)ın rütbesini ve risâletin kadrini (derecesini) ve resûlün (peygamberin) getirdiği şeyi alıp nehy ettiği (yasakladığı) şeyden ictinâb (sakınılması, uzaklaşılması) lâzım geldiğini bilir idi. Binâenaleyh (bundan dolayı) Mûsâ (a.s.) ona "Eğer bundan sonra sana bir şeyden sorarsam bana musâhib olma (cevap verme, konuşma)!" (Kehf, 18/76) dediği için, cenâb-ı Hızır mahzâ (yalnız) bir resûl-i zî-şânın (ulu, yüce bir resulun) emrine tebean (uyarak), üçüncû suâlden (sorudan) sonra    هَذَا فِرَاقُ بَيْنِي وَبَيْنِكَ    (Kehf, 18/78) deyip ondan ayrıldı. Ve edeb-i risâletin (risalet edebinin) hakkına riâyet etti (saygı gösterdi).  Ve cenâb-ı Hızır'ın insâfına (vicdan adaletine) nazar et (bak) ki, kendisinde Mûsâ (a.s.)’ın bilmediği ve Mûsâ (a.s.)’da da kendisinin bilmediği ilim mevcûd olduğunu i'tirâf eyledi (açıkça söyledi).

     İmdi, (buna göre) cenâb-ı Hızır'ın Mûsâ (a.s.)a karşı vâkı' (olmuş) olan bu i'tirâfı hîn-i mülâkâtta (görüşme sırasında) "Sen zevkan (zevk alarak) ihâta etmediğin (kavramadığın) şeye nasıl sabr edersin?" (Kehf, 18/68) demesine karşı bir tarzıye (hoşnut etme) oldu. Zîrâ (çünkü) cenâb-ı Hızır bu sözüyle Mûsâ (a.s.)’ı mecrûh etmiş (yaralamış) idi. Bu i'tirâfı onun yarasına ilaç oldu. Ve bu tefâzul (faziletli, üstün olma) nisbeti (vasfı) hurma ağacının aşılanması hakkındaki hadis-i şerîfte ümmet-i Muhammediyyede (HZ. Muhammed’in ümmetinde) zâhir oldu. (görüldü) Şöyle ki, (S.a.v.) Efendimiz bir sene ashâb-ı kirâmın hurma ağaçlannı aşılamakla meşgul olduklarını müşâhede buyurdukda (gördüğünde)    لَوْ تَر كتم لا يضر كم    Ya'nî "Eğer terk ederseniz size zarar vermezdi" buyurdu. Bunun üzerine ashâb-ı kirâm (sahabeler) telkîhi (aşılamayı) terk ettiler (yapmadılar) . O sene hurma az oldu. (S.a.v.) Efendimiz ashâb-ı kirâmına /    انتم اعلم بمصالح دنياكم    ya'nî "Dünyânızın işlerini siz daha iyi bilirsiniz" buyurdu. İşte bu tefâzul (faziletlik, üstünlük) nisbeti (sıfatı) idi. Ve (S.a.v ) Efendimiz ashâb-ı kirâmına karşı bu tefâzulu (faziletli oluşu, üstünlüğü) ve onların mesâlih-ı dünyâya (dünya işlerini) daha âlim olduklarını (iyi bildiklerini) i'tirâf eyledi (söyledi).  Halbuki bir şeyin ilmi (bilinmesi) onun cehlinden (bilinmemesinden) hayırlı olduğuna şübhe yoktur. Bunun için Allah Teâlâ hazretleri kendi nefsini    بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيم    (Bakara, 2/29) ya'nî "Her şeyi bilicidir'" kavliyle (sözleriyle) medh etti. (övdü) Ve ashâb-ı kirâmın (sahabelerin) mesâlih-ı dünyâda (dünya işlerinde) risâlet-penâh Efendimiz'den (peygamberimizden) daha âlim olmaları (çok bilmeleri), (S.a.v.) Efendimiz için mesâlih-i dünyâda (dünya işlerinde) hibret (tecrübeli) olmamasından idi. Ve mesâlih-ı dünyânın (dünya işlerinin) ilmi zevk ve tecrübe ile hâsıl olacağı (oluşacağı) bedîhidir (besbellidir). Halbuki (S.a.v.) Efendimiz, umûr-i cüz'iyye (cüzzi işlerden) olan umûr-i dünyeviyyeye (dünya işlerine) kalb-i şerîfiyle (mübarek kalbiyle) meşgûl olmadı. Belki onun iştiğâli (uğraşısı) ehemm (mühim) içinde ehemm (mühim) olan umûr-i külliyyeye (küll’e ait işlerde), ya'nî ilm-i nübüvvet ve risâlete (nübüvvet ve risalet ilmine) idi. İşte ben sana bu tefâzul-i nisbîye (üstün olma, faziletli olma vasfına) müstenid (dayalı) olan insâf (vicdana ve mantığa dayanan adalet) kâidesini izâh etmekle (anlatmakla) seni edeb-i azîme (büyük edeb hususunda) vâkıf (haberli) kıldım. Eğer muhîtinle (çevrenle) olan münâsebetinde nefsini bu edeb ile kullanacak olursan onunla müntefi' (yararlanmış) olursun.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 29.07.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com