Füsûs-ül Hikem

329. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ

ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR] 

Nitekim (S.a.v.) Efendimiz atâyâ (bağışlar) hakkında bu mertebeye tenbîh (ikaz) edip buyurdu ki: "Ben atâyı (bağışı) öyle bir adama yaparım ki, o adamın üzerine tama' (doymazlık, açgözlülük) ve tab'-ı nefs (nefsinin tabiatı) galebe ettiği (baskın olduğu) için Allah Teâlâ'nın onu nâra (ateşe) düşüreceğinden korkarım. Halbuki bezl-i atâ ettiğim (esirgemeden verdiğim) bu adamdan daha ziyâde (fazla) sevdiğim adamlar vardır. Velâkin (ama) onlarda sıfât-ı nefsâniyye (nefsi sıfatlar) gâlib (baskın) olmadığı ve atâdan (bağıştan) mahrûmiyyetlerinden dolayı benden nefret ve tebâudle (uzaklaşmakla) nâr-ı bu'da (uzaklık ateşine) düşmeleri havfi (korkusu) bulunmadığı için, emr-i atâda (bağış hususunda) onları te'hîr edip (geciktirip) bu adamların mâ-dûnunda (alt derecesinde) bulunan ashâb-ı nefs-i (nefs sahiplerini) tercîh (önemser) ve takdîm ederim (öncelik veririm)." İşte görülüyor ki / (S.a.v.) Efendimiz üzerlerine tama' (açgözlülük, hırs) ve tab'-ı nefsânî (nefsani tabiat) gâlib (baskın) olan, akılları ve nazarları (görüşleri) zaîf (zayıf) olan kimseleri emr-i atâda (bağış hususunda) tercîh buyurdu. Ve mertebesi yüksek olanları bırakıp mertebesi aşağı olanları zâhirde (görünüşte) taltîf eyledi (gönlünü hoş etti, sevindirdi) .

     İmdi böylece, onların ulûmdan getirdikleri şepi, kendisi için gavs olmayan kimse, hil'at indinde vâkıf olmak için, üzerinde ednâ-yı fuhûm libâsı olduğu halde getirdiler. İmdi "Bu hil'at ne güzelidir!" der ve onu derecenin gâyesi görür. Ve hikem incilerine dalan fikr-i dakîk sâhibi, "Bu, melikten ne şey sebebiyle bu hil'ate müstevcib oldu?" der. Binâenaleyh hil'atin kadrine ve siyâbdan onun sınıfına nazar eder. Böyle olunca hil'atin kadrinden, üzerine hil'at giydirilen kimsenin kadrini bilir. İmdi bunun misli ilmi olmayan, kendisinin gayri için hâsıl olmayan bir ilme muttali' olur. Ve vaktâki enbiyâ ve rusül ve verese-i muhakkık âlemde ve kendilerinin ümmetlerinde bu mesâbede olan kimse mevcûd olduğunu bildiler; ibârede kendisine hâss ve âmmın iştirâki vâkı' olan lisân-ı zâhire kasd ettiler. Binâenaleyh hâss/âmmın, ondan anladığı şeyi ve ziyâdeyi anlar ki, o ziyâdeden dolayı kendisi için "hâss" ismi sahîh oldu. Böyle olunca o şey ile âmmdan mütemeyyiz olur. Şu halde, ulûmu mübelliğ olanlar bununla iktifâ ettiler. İşte Mûsâ (a.s.)    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ, 26/21) kavlinin hikmeti budur. Ve “Ben sizden selâmet ve âfiyet hubbünden dolayı kaçtım” demedi (14). 

     Ya'nî rusül-i kirâm hazarâtı (hazretleri), lisân-ı zâhir (zahir dili) ile tekellüm ettikleri (konuştukları) gibi, ulûm (ilimler) ve maârif-i ilâhiyyeden (ilahi bilgilerden) getirdikleri şeyi dahi üzerlerinde ednâ-yı fuhûm (anlayışların en aşağısı), ya'nî fehm-i zâhir (dış anlayış) libâsı (elbisesi) olduğu halde getirdiler. Tâ ki zâhirden (dıştan) bâtına (içe) dalmak isti'dâdı olmayan kimse, bu hil'at (kaftan (dışa giyilen gösterişli elbise), ya'nî ibâre-i zâhire (zahir cümleler) indinde (düşüncesine göre) vâkıf olsun (bilsin) ve nasîbini zâhir-i kelâmdan (zahir sözlerden) alsın. Binâenaleyh (bundan dolayı) kelâmın (sözlerin) zâhirine (dış yüzüne) saplanıp kalan ednâ-yı fuhûm (kıt anlayış) sâhibi “Bu hil'at (kaftan), ya'nî ibâre-i zâhire (zahir sözler) ne güzeldir!" der. Ve libâs-i ma'nâ (mananın elbisesi) olan kelâm-ı zâhiri (zahir sözler) derecenin nihâyeti (sonu) görür. Ve hikmetlerin incilerine dalan fehm-i dakîk (ince, hassas anlayış) sâhibi: "Bu üzerine hil'at (kaftan (dış elbisesi) ) giydirilen ne şey sebebiyle pâdişâhdan bu hil'ata (kaftana) müstevcib (layık) oldu?" der de, hil'atin (kaftanın) kadrine (değerine, kıymetine) ve siyâbdan (giysilerden) onun sınıfına nazar eder (bakar).Zîrâ (çünkü) pâdişâhın vüzerâya (vezirlerine) ihsân edecegi (vereceği) libâs (elbise) onların hâl ve şânlarına ve hammallara ihsân edeceği (vereceği) libâs (giysi) dahi onların sınıfına göre olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) fehm-i dakîk (ince, hassas anlayış) sâhibi, üzerine hil'at (kaftan (süslü dış gıysi) giydirilmiş olan kimsenin kadrini (derecesini), bu hil'at (kaftan) ve libâsın (giysinin) derecesinden bilir ve öyle bir ilme muttalî' olur (öğrenir, bilir) ki, kendisinden başkalarına bu ilim hâsıl olmamıştır (oluşmamıştır) ve kendisinin gayri (başkası) için bunun gibi hikmet incilerine ilim husûle gelmemiştir. Binâenaleyh (bundan dolayı) ulûm (ilimler) ve maânî (manalar) deryâsına (denizine) dalan ârif (bilen kişi), o kelâm (sözler) ile muhâtab olan (konuşan) kimsenin kadrini (derecesini, rutbesini) o kelâmdan (sözlerden) anlar. Zîrâ (çünkü) bizim bile âhâd-i nâsa (avama, cahil kimselere) hitâbımız (konuşmalarımız) başka ve tahsîl-i ulûm ile (ilim öğrenerek) fikri teâlî etmiş (yükselmiş) olan kimselere hitâbımız (konuşmalarımız) başka olur. 

     İşte bundan dolayı rusûl (resuller) ve enbiyâ (nebiler) (a.s.)’ın kelâmı (sözleri) fehm-i zâhir (dış yüzüne göre anlayış) üzeredir. Vaktâki (ne vakit ki) rusül (resuller) ve enbiyâ (nebiler) (aleyhimü's-selâm) ve onların vârisleri (mirasçıları) olan evliyâ-yı kirâm (soylu, ulu veliler), âlemde (dünyada) ve kendilerine tâbi' (uyan, bağlı) olan kimseler arasında bu mesâbede (derecede) olan, ya'nî kelâmın (sözlerin) zâhirinden (dışından (dış anlamından) ) bâtınına (içine (manasına) ) intikâl edebilen (geçebilen) ricâl (mevki sahibi kimseler) olduğunu bildiler, ibârat-ı kelâmda (konuşulan cümlelerde) lisân-ı zâhire (zahir dilini (dış manasını) kasd ettiler. Çünkü lisân-ı zâhir (zahir dili (dış anlamı)) üzere söylenen kelâmı (sözleri) anlamak husûsunda havâs (muhterem, saygın olanlar) ve avâmmın (halkın genelinin) iştirâki (ortaklığı) vardır. Ve kelâm (sözler) lisân-ı zâhir (dış anlamının dili) üzere (şeklinde) söylenince, avâm (herkes) kendi fehmi (anlayışı) derecesinde ma'nâ-yı zâhiri (açık, meydanda olan, herkesçe anlaşılabilen manasını) anlayacağı gibi, havâs (muhterem, saygın olanlar) dahi anlar. Velâkin (fakat) havâs (seçkinler), avâmmın (halkın) bu kelâmdan (sözlerden) anladığı ilmi anlamakla beraber, daha ziyâdesini  de (fazlasını) anlar. İşte bu ziyâdeyi (fazlayı) anladığı için fehm-i dakîk (ince, hassas anlayış) sâhibi olan kimseye "hâss" ismini vermek sahîh (doğru) oldu. Ve bu ziyâdeyi (fazlayı) anlaması sebebiyle avâmdan (cahil halktan) ayrıldı. Şu halde, ulûmu (ilimleri) teblîğ eden (ulaştıran) rusûl (resuller) ve enbiyâ (nebiler) ve onların vârisleri (mirascıları) olan evliyâ (veliler) emr-i teblîğde (emirleri ulaştırma hususunda) lisân-ı zâhir (dış manası üzerinden konuşulan dili) isti'mâlini (kullanmayı) kâfî gördüler. Eğer onlar kelâmlarını (sözlerini) fehm-i havâs (seçkin kimselerin anlayacağı) üzere (gibi) söylemiş olsa idiler avâm (cahil halk) inkâr eder ve adem-i ittibâ'ları' (tabi olmamaları, uymamaları) sebebiyle hüsrân-ı ebedî (sonsuza dek hüsran, mahrumiyet) içinde kalırlar idi. Nitekim Hz. Mevlânâ (r.a.) buyurur: Mesnevî: 

                   مردم آندر حسرت فهم درست               آنچه كفتم ان بقدر فهم تست                   

     Tercüme: "Benim söylediğim şey senin fehmin (anlayışın) mikdârıncadır. Ben fehm-i sahîhin (doğru, kusursuz anlayışın) hasretinden (özleminden) öldüm." 

     İşte Mûsâ (a.s.)    فَفَرَرْتُ مِنكُمْ لَمَّا خِفْتُكُمْ    (Şuarâ, 26/21) ya'nî "Ben sizden korktuğum şeyderı dolayı kaçtım" buyurmasının hikmeti (gizli sebebi) budur. Ve onu lisân-ı zâhir (dış manası) üzerine söylemiştir. Eğer lisân-ı bâtın (manasının dili) üzere söylemiş olsa idi.    ففررت منكم حبًأ في السلامة والعافية    ya'nî "Ben sizden selâmet (kurtulmak) ve âfiyet (esenlik) muhabbetinden (sevgisinden) dolayı kaçtım buyurur idi. Velâkin (fakat) fehm-i havâs (muhterem, saygın kişilerin anlayışı) üzere söylemeyip lisân-ı zâhire (zahir dilini) kasd (bilhassa, istiyerek) ve meyl etti. (eğilim gösterdi (söyledi) ) Kur'ân-ı Kerîm'in nâtık olduğu (konuştuğu) vech ile (şekliyle) söyledi; lisân-ı bâtın (iç manasını ifade eden lisan) üzere (gibi) söylemedi.

Devam edecek

 

 

 
 
İzmir - 08.07.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com