Füsûs-ül Hikem

312. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

[KELİME-İ MÛSEVİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMET-İ ULVİYYE"   BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Ve onun tâbût içine ilkâsının ve deryâya remyinin hikmetine gelince: "Tâbût" onun nâsûtudur. / Ve "deryâ" bu cisim vesâtatiyle kuvve-i nazariyye-i fikriyye ve kuvâ-yı hissiyye ve hayâliyyenin verdiği şeyden ki onlardan ve onların emsâlinden bir şey, bu nefs-i insâniyye için, ancak bu cism-i unsûrî sebebiyle hâsıl olur onun için ilimden hâsıl olan şeydir. İmdi vaktâki nefs bu cisimde hâsıl oldu ve onda tasarruf ile ve onu tedbîr ile me'mûr oldu; Allah Teâlâ bu kuvâyı onun için âlât kıldı. Kendisinde sekînet olan bu tâbûtun tedbrînde, ondan Allah Teâlâ'nın murâd eylediği şeye onunla vâsıl olur. Binâenaleyh, bu kuvâ ile fünûn-ı ilm üzerine isti'lâ için onunla deryâya atıldı. Böyle olunca ona bununla i'lâm etti ki, her ne kadar melik olan rûh, onun için müdebbir ise de, onu ancak onunla tedbîr eder. Bâb-ı işâret ve hikemde, "tâbût" ta'bîr olunan bu "nâsût"ta kâin olan bu kuvâyı ona musâhib kıldı. Hak Teâlâ'nın âlemi tedbîri de böyledir. Onu ancak onunla, yâhut onun sûreti ile tedbîr eyledi. İmdi veledin vâlidin îcâdına ve müsebbebâtın kendi esbâbına ve meşrûtâtın kendi şurûtuna ve ma'lûmâtın kendi illetlerine, medlülâtın, kendi delillerine ve muhakkakâtın kendi hakâyıkına tevakkufları gibi; onu ancak onunla tedbîr eyledi. Ve bunun kâffesi âlemdendir. oda Hakk'ın onda tedbîridir. Binâenaleyh onu, ancak onunla tedbîr eyledi (3)

Hz. Mûsâ'nın vâlidesi tarafından bir sandık içine vaz' edilip (konulup) deryâya (denize) atılmasındaki hikmete gelince: "Sandık" Mûsâ (a.s.)’ın cisminden ibâret olan "nâsût"tur (mahlukiyettir). "Deryâ" (deniz) dahi bu cisim vâsıtasıyla cenâb-ı Mûsâ’ya vârid olan (gelen) ilmin sûretidir. Zîrâ (çünkü) "ilim" dediğimiz şey, nazar-ı fikrî (fikri görüş) kuvvetinin ve havâss-i zâhire ve bâtınenin (dış ve iç duyuların) verdiği bir şeydir. Ve bu kuvvetler dahi ancak bu cism-i unsurînin (madde bedenin) vûcûdu (varlığı) sebebiyle hâsıl olur (oluşur). Bi'l-farz (diyelim ki) bu cism-i kesîf (yoğun, kesif cisim) olmasa kuvve-i sâmi'a (işitme gücü), kuvve-i bâsıra (görme gücü), kuvve-i şâmme (koklama gücü), kuvve-i zâika (tad alma gücü) ve kuvve-i lâmise (dokunma, hissetme gücü) dediğimiz kuvvetler zâhir olmaz (meydana çıkmaz, görülmez) idi. İşte, meselâ bir şeyin acı veyâ tatlı olduğunu bilmemiz için bu kuvvetlerden zâikamızı (tad alma kuvvemizi) isti'mâl ederiz. (kullanırız) Bu kuvve-i zâika (tad alma kuvvesi) sâyesinde bize bir ilim hâsıl olur. (oluşur) Diğer kuvvetler de buna makıystır. (benzetilebilir)

İmdi (buna göre) Fass-ı Yûsufî'de (Yusuf bölümünde) dahi îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere (gibi) (s.a.v.) Efendimiz    الناس نيام فاذا ماتُوا فانتبهوا    ya’nî “Nâs (insanlar) uykudadırlar; öldükleri vakit uyanırlar" ve    الدنيا كحلم الناثم    ya’ni "Dünyâ uyuyan kimsenin rü’yâsı gibidir" / hadis-i şerîflerinde "dünyâ"yı âlem-i hayâle (hayal âlemine) ilhâk buyururlar (katarlar). Ve âlem-i hayâlden (hayal âleminden) ibâret olan rü'yâda görülen sûretler, nasıl ma'nâ’yı münâsibe (uygun manaya) intikâl (geçmek) sûretiyle ta'bîre (yoruma) muhtaç bulunurlarsa ehl-i hakîkat (hakikate ermişlerin) indinde (katında) dahi, kezâ (aynı şekilde) âlem-i hayâlden (hayal âleminden) ibâret bulunan bu dünyâda görülen sûretler dahi, ma'nâ-yı münâsibine (uygun manasına) bi'l-intikâl (geçilerek) öylece ta'bîre (yoruma) muhtaç görülür. Mûsâ (a.s.)’ın sandık içine vaz'ı (konması) ve deryâya (denize) atılması dahi, bu âlemin (dünyanın) sûretlerinden bir sûret idi. Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) efendimiz burada bu sûretleri ta'bîr (yorum) ve hikmetlerini beyân buyururlar (anlatırlar).

İmdi (buna göre) nefs-i insâniyye, (insanın nefsi) ya'ni insanın mevcûdiyyet-i zâtiyyesi, (zatının varlığı) bu cism-i kesîf-i unsurîde (yoğunlaşmış madde suretinde) hâsıl (mevcut) ve bu cisimde tasarrufa (yönetmeye, kullanmaya) ve onu tedbîre (idare etmeye) me'mûr (vazifeli) olunca, Allah Teâlâ bu kuvâ-yı zâhire ve bâtıneyi (iç ve dış kuvveleri) nefs-i insâniyye (insanların nefsi) için âlât (aletler) olmak üzere halk buyurdu (yarattı). Ve nefs-i insâniyye (insani nefs) Allah Teâlâ'nın murâd eylediği şeylere bu kuvvetler vâsıtasıyla vâsıl olur (ulaşır). Ve Allah Teâlâ'nın murâd eylediği şeyler, vücûd-i Hakk'ı (Hakk’ın varlığını) ve halkı (yaratılmışları) ve beyinlerindeki (aralarındaki) irtibâtı (bağıntıyı, ilişkiyi) bilmek ve eşyâyı (varlıkları) hakîkati (gerçek) vech (yüzü) ile görmek ve idrâk eylemektir. Zîrâ (çünkü) hilkat-i eşyâdan (varlıkların yaratılmasından) ve âlem (evren) ve Âdem'den (İnsandan) maksûd (gaye) ma'rifettir (ilimdir, bilmektir).  Nitekim, hadîs-i kudsîde    كنت كنزا مخفيا فاحببت ان اعرف فخلقت الخلق لاعرف    ya'nî "Ben bir kenz-i mahfî (gizli hazine) idim, bilinmeme muhabbet ettim, halkı bilinmem için yarattım" buyurulur. Bu ma'rifet (bilmek) Âdem (insan) için ayn-i kemâldir (kemalin hakikâtidir) . Ve bu kemâl nefs-i insânîde (insani nefsde) ancak bu kuvâ-yı zâhire ve bâtıne (iç ve dış kuvveler) sâyesinde hâsıl (olmuş) olur. Ve nefs-i insâniyye (insani nefs) murâd-ı ilâhî (Hakk’ın isteği) olan bu ma'rifete, (bilgiye) ancak bu kuvvetler ile vâsıl olur (ulaşır) .  Ve bu sandûk-i cismin (cisim sandığında) nefis tarafindan tedbîrinde (kullanılmasında, tasarrufunda) Rab için sekînet (sakinlik) vardır.

"Sekînet" hem "sükûn" ve hem de "mesken"den müştakk (türetilmiş) olmak câizdir (olabilir, doğrudur). Zîrâ (çünkü) hilkat-i eşyâdan (varlıkların yaratılmasından) maksûd (gaye), zât-ı mutlakta (kayıtsız, sırf zatta) mündemic olup (bulunup) kuvvede (güç, kuvve olarak batında) bulunan esmâ ve sıfât-ı nâmütenâhînin (sonsuz isimlerin ve sıfatların) fiilen (fiil olrak) zuhûr (meydana çıkması) ve ızhârından (açığa çıkartmasından) ibârettir. Ve zuhûr (açığa çıkma) ve ızhârda (açığa çıkartmada) kemâl (tamlık, olgunluk) husûle gelmedikçe, zuhûr-i küllîye (tamamın görünmesi) olan meşiyyette (iradede (Hakk’ın iradesinde) ) sükûn (sakinlik) hâsıl olmaz (oluşmaz). Binâenaleyh  (bundan dolayı) insân-ı kâmil olan enbiyâ (nebiler) (aleyhimüs's-selâm) ve onların vârislerinin (mirasçılarının) cisimlerinin, nefîsleri tarafından tedbîrinde, (idaresinde, tasarrufunda) onların Rab'leri olan "Allah" ism-i câmi’i (toplu isimleri) için sükûn (sakinlik) hâsıl (olmuş) olur: Çünkü vücûd-i mutlakın (kayıtsız varlığın) kemâl-i celâ (tecellilerinin tamlığı olgunluğu) ve isticlâsı (birimlerde açığa çıkması) onların vücûdiyle (varlığıyla) husûle gelmiştir. (olmuştur) Ve "mesken"den müştakk (türemiş) oldukda (olduğunda) , insân-ı kâmilin cisminde olan "kalb"e işâret buyrulur. Nitekim hadîs-i kudsîde buyrulur:    لا يسعني ارضي ولا سمائ ولكن يسعني قلب عبدي الؤمن    Ve kalb-i insân-ı kâmilin (insanı kamil’in kalbinin) şerhi (detaylı açıklaması) ve îzâhı Fass-ı Şuaybî'de (şuayb bölümünde) mürûr etti. (geçti)

İşte Mûsâ (a.s.) / bu kuvâ-yı zâhire ve bâtınesi (iç ve dış kuvveleri) ile envâ'-ı ilim (çeşitli ilimler) üzerine isti'lâ (yükselmek) için, "sandık" mesâbesinde (derecesinde) olan cismi ile "ilim" mesâbesinde (derecesinde) olan "deryâ"ya (denize) ilkâ olundu (bırakıldı).  Ya'ni cenâb-ı Mûsâ'nın sandık ile deryâya (denize) ilkâ olunmasının (bırakılmasının) sûreti (şekli), rûhunun cismine vaz' olunup (konulup) sandık mesâbesinde (derecesinde) olan cisminin dahi deryâ-yı ulûma (ilimler denizine) atılmasının sûretidir.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -11.03.2008
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com