Füsûs-ül Hikem

286. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS KELİME-İ HÂRÛNİYYEDE MÜNDERIC "HİKMET-İ İMÂMİYYE" BEYÂNINDADIR

Velâkin emri alâ-mâ-hüve-aleyh ârif olanlar, abede-i esnâmın bu sûretlerden onların a'yânına ibâdet etmeyip, ancak onlardan ârif oldukları sultân-ı tecellînin hükmü ile, onlarda Allâh'a ibâdet ettiklerine ilimleriyle berâber, suverden ibâdet olunan şeye inkâr sûretiyle zâhir olurlar. Zîrâ muhakkak onların ilimde mertebeleri, imân ettikleri resûlün hükmünden dolayı vaktin hükmü ile olmalarını onlar üzerine i'tâ eder ki, onlar o sebeble mü'minîn tesmiye olundular. İmdi onlar vaktin ibâdıdır. Ve mütecellî olan Hakk'a kendisi için ilim olmayan münkir, onu câhil oldu ve nebîden ve resûlden ve vârisden ârif-i mükemmil olan ise ondan onu setretti. Böyle olunca resûl-i vaktin onlardan ictinâbından nâşi, resûl-i vakte ittibâ’an ve Allâh’ın    تُحِبُّونَ اللّه َقُلْ إِن كُنتُمْ     (Âl-i İmrân, 3/31) kavliyle onlara muhabbetinde tama'an, onlara o suverden ictinâb ile emreyledi (14).

Ya'nî emrin (işlerin) hakîkatini ilm-i İlahi (İlahi biliş) ve keşf-i rabbâni (rabbani açılımlar) ile anlayan zevât-ı kirâm, (muhterem, ulu kişiler) taştan,  ağaçtan ve ma'denden yaptıkları esnâma (putlara) ibâdet eden eşhâsın (kimselerin), bu sûretlerin a'yânına (açığa çıkmış suretlerine),  ya'nî vücûd-ı kesîf-i zâhirlerine (görünen madde vücutlarına) tapmadıklarını ve ancak o sûretlerden anladıklarını sultân-ı tecellînin (tecelli eden sultanın) hükmü ile bu sûretlerde mütecellî olan (görünen) Allâh'a ibâdet ettiklerini bilirler. Bunun böyle olduğunu bilmekle berâber, o ârifler ibâdet olunan esnâm (putların) sûretlerini inkâr sûretiyle zâhir olurlar (görünürler). Çünkü, onların ilimde olan mertebeleri, îmân etmiş oldukları resûlün (peygamberin) hükmüne tebean (uyarak), mecâli-i İlahiyyeden (İlahi aynalardan) bir meclâ (ayna) olan vaktin (çağın) hükmü muktezâsınca (gereğince) hareket etmelerini mûcib olur (gerektirir). Ve onlar resûle (peygambere) tâbi' oldukları (uydukları) için kendilerine "mû'minîn" tesmiye olundu (denildi) .Zîrâ (çünkü) onların tâbi' oldukları (uydukları) vaktin (zamanın) resûlü (peygamberi), getirdiği şerîat mûcibince (gereğince) o sûretlere tapanları inkâr etti. Ve ümmetini ilâh-ı mukayyedden (kayıtlı, sınırlı ilahtan), İlâh-ı mutlaka (sınırsız, kayıtsız ilaha) da’vet eyledi. Çünkü mukayyed (kayıtlı) her ne kadar min-haysü'l-hakîka (hakikâti itibariyle) mutlakın (kayıtsızın) aynı ise de, min-haysü'z-zâhir (zahiri bakımından) kendi mertebesinde mutlakın (kayıtsızın) aynı değildir. Binâenaleyh (bundan dolayı), isneyniyyet (ikilik) üzerine müstenid olan (dayanan) şerîat mûcibince (gereğince) elbette abede-i esnâmın (putlara tapanların) inkârı lâzım gelir. Binâenaleyh (bundan dolayı), ârifler (Hakk’ı bilenler) vaktin (zamanın) ibâdıdır (kuludur). Zîrâ (çünkü) Hak her bir vakitte bir tecellî (belirme) ile mütecellîdir (görünmektedir) ve vaktin (zamanın) resûlû (peygamberi), hükmü gâlib (üstün) olan o tecellî üzerine olduğu gibi, ona tâbi' olan (uyan) ârifler dahi, bu hükm-i gâlib (üstün olan hüküm) dâiresinde (sınırları içersinde) hareket ederler. Resûl (peygamber), halkı o vakitte tecelli eden (görünen) Hakk'a da'vet eder. Binâenaleyh (bundan dolayı) ârifler vaktin (zamanın) resûlüne tabi' olup (uyup, bağlı kalıp) onun şerîatı mûcibince (gereğince) abede-i esnâmı (putlara tapanları) inkâr etmekle berâber, min-haysü'l hakîka (hakikâti bakımdan) her mazharda (görüntü yerinde (birimde) Hakk'ı ârif olurlar. (bilirler) Ve emri (işleri) hakîkat üzre bilmeyen ve zâhir-i şerîata (şeriatin zahirine) tevessül ile (sarılarak) iktifâ eden (yetinen) mü'min-i münkir (inkarcı Müslüman) ise mezâhir-i esnâmda (putlarda) Hakk'ın zuhûrunu (meydana çıktığını, göründüğünü) bilmediği için, onlarda mütecelli olan (görünen) Hakk'ı câhil oldu (bilemedi). Ve nebi ve resûl ve onların vârisi (mirasçısı) cinsinden olan ârif-i mükemmil (kemale ermiş arif), takyîdden (kayıtlılıktan) ıtlâka (kayıtsızlığa) teveccüh (yönelme) isti'dâdını hâiz (sahip) olan kimseleri tekmil (kemale erdirmek) için, suver-i esnâmda (putların suretlerinde) mütecellî olan (görünen) Hakk'ı setr etti (örttü). Böyle olunca vâris (mirasçı) cinsinden olan  ârif-i mükemmil (kemale ulaşmış arif) esnâma  (putlara) ibâdet eden ehl-i hicâbın (perdeli kişilerin) o sûretlerden ictinâb etmelerini (uzaklaşmalarını) emretti. Çünkü vaktin (zamanın) resûlü (peygamberi) o sûretlerden ictinâb etti (çekindi, uzaklaştı) ve o sûretlerde Hakk'a ibâdet olunmak keyfîyyetini (hususunu) men' eyledi (yasakladı). Ve ârif-i mükemmil (kemale ulaşmış arif) dahi, Allâh'ın kendilerine muhabbet etmesine (sevmesini) tama' (çok arzu) ettiklerinden dolayı resûle tebean (uyarak) böyle yaptılar. Çünkü Allah Teâlâ:    قُلْ إِنكُنتُمْ  تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ    (Âl-i İmrân, 3/31) ya'nî “Ey nebiyy-i zî-şânım, de ki! Eğer siz, Allâh'a muhabbet ederseniz, bana  tâbi' olun; Allah Teâlâ sizi sevsin" âyet-i kerîmesinde muhabbet-i İlahiyyeyi (Allah’ın sevgisinin), ittibâ'-ı Resûl'e (resule bağlı olmakla) ta'lîk buyurdu (bağıntılı olduğunu gösterdi).

İmdi Resûl (a.s.) İlâha da'vet etti ki, ona muhtâc olunur ve icmâl haysiyyetinden bilinir ve müşâhede olunmaz. Ve "Basarlar O'nu idrâk etınez" (En'âm, 6/ 103) belki a'yân-ı eşyâda lutfundan ve sereyânından nâşî, "O basarları idrâk eder. "(En'âm, 6/103). İmdi ebsâr, kendilerinin eşbâhını ve suver-i zâhiresini  müdebbir olan ervâhını idrâk etmediği gibi, onu idrâk etmez. Binâenaleyh, o latîftir. Bevâtın ve zevâhiri habîrdir ve "hibret" zevktir ve "zevk" tecellîdir ve tecelî suverdedir. Böyle olunca, suver lâ-büddür. Ve Hak lâbüddür ve onu gören kimsenin kendi hevâsıyla ona ibâdet etmesi lâ-büddür, eğer anladın ise. Ve sebîlin kasdı Allâh'adır (15).

Ya'nî Resûl (peygamber) (a.s.) ümmetini İlâh-ı mutlaka (kayıtsız İlaha) da'vet etti. Ve onun da'vet ettiği İlâh öyle bir İlâh-ı mutlaktır (kayıtsız, sınırsız İlahtır) ki "Samed"dir, ya'nî her şeyin vücûdu (varlığı) ona muhtaçtır. Ve onun zâtı âlem-i tafsîl (detay âlemi) ve takyîd (kayıtlı) olan âlem-i mâddiyyâtta (madde âleminde) müşâhede olunmayıp (görünmeyip) icmâl (öz, özet) ve ıtlâk (kayıtsızlık) cihetiyle (yönüyle) bilinir. Ve onun kemâl-i letâfetinden (nurunun şeffaflığından) ve a'yân-ı eşyâda (açığa çıkmış varlıklarda) bu letâfetiyle (şeffaflığıyla) sereyânından (yayılmasından) dolayı "Gözler O'nu idrâk etmez" (En'âm, 6/103). Belki her şeyde letâfetle (şeffaflıkla) sârî olduğu (yayıldığı) için, "O gözleri idrâk eder." (En'âm, 6/103). Nitekim, insanın kendi cesedini ve kesîf (madde) olan sûret-i zâhiresini (madde bedenini) müdebbir olan (tedbir eden, idare eden) rûhu mevcûd iken, insanın gözü bu rûhu idrâk etmez. İşte, ebsârın (gözlerin) onu idrâk edememesi de böyledir. Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak latîftir (şeffaftır) ve zâhirleri (dışta olanları) ve bâtınları (içte olanları) habîrdir (bilendir . Ve letâfet (şeffaflık) ve hibrete (bilgiye) müteallik (ait) izâhât (geniş açıklama) Fass-ı Lokmânî'de (Lokman bölümünde) mûrür etti (geçti).  Ve "hibret" zevk ile hâsıl olur; (oluşur) ve "zevk" ise tecellîdir; ve tecellî dahi sûretlerde hâsıl olur (oluşur). Şu halde, Hakk'ın tecellîsi (görünmesi) için sûretlerin vücûdu (varlığı) lâzımdır ve sûretlerde mütecellî olmak (görünmek) için Hakk'n vûcüdu (varlığı) elzemdir (lüzumludur). Bu takdirde sûretlerde mütecellî olan (görünen) Hakk'ı onlarda müşâhede eden (gören) kimsenin kendi hevâsı (hevesleri) ve meyl-i nefsîsi (nefsi yönelimi) ile Hakk'a ibâdet etmesi iktizâ eder (gerekir). Ve'l-hâsıl  (kısaca) Latîfin müşâhedesi (seyredilmesi) onun tecellîsi (belirmesi, görünmesi) vâsıtası ile olur. Ve tecellînin (belirmenin) vukû'u (meydana gelmesi) için dahi bir mahall-i kesîf (maddeleşmiş yer) lâzımdır. O mahall-i kesîf (maddeleşmiş mahal) dahi sûrettir.

Misâl: Zihne mütebâdir olan (bir anda gelen) bir ma'nâ latîf (şeffaf) olduğu için basar-ı hissî (beden gözü) ile müşâhede olunmaz (görünmez); o ma'nâ bir mahall-i kesîfde (madde olan bir yerde) mütecellî olmak (görünmesi) lâzımdır. O mahall-i kesîf (madde yer) dahi kağıt üzerine mürekkeble nakşolunan (işlenen (yazılan) suver-i hurûf (harf şekilleri) ve kelimâttır (kelimelerdir). Suver-i kesîfe-i kelimât (kelimelerin kesif, koyu suretleri) ecsâd (gövdeler, cesetler) ve maâni (manalar) dahi onların ervâhı (ruhları) menzilesindedir. (derecesindedir) Mesnevî:

                 حبس آن صافي درين جاي كدر              كفت يا عمر چه حكمت بود سر     

                    جان صافي بستهء ابدان شده                 آب صافي در گلي پنهان شده   

                      معنئ را بند حرفي ميكني                   كفت تو بحث شكرفي ميكني      

                     بند حرفي كردهء تو باد را                     حبس كردي معنئ آزاد را        

Tercüme: "Rûm elçisi dedi: Ey Hz. Ömer, ne hikmet ve ne sır idi ki, o sâfî (arı, temiz, katıksız) olan rûh bu münkedir (bulanık) olan mahalde (yerde) habs (hapis) oldu. Saf olan su, çamurun içinde gizlenmiş, cân-ı sâfi (saf can) bedenlere bağlanmıştır. Hz. Ömer (r.a.) buyurdu: Sen derin bahs (konu) açıyorsun. Ma'nâyı hurûfa (harflere) rabt ediyorsun (bağlıyorsun). Âzâd (bağımsız, hür) olan ma'nâyı harf ve savt ile habsettin. Rüzgârı sen harfe bağladın".

İmdi (buna göre), mâdem ki sûret olmayınca latîf (şeffaf (nur) olan Hakk'ın müşâhedesi (görünmesi) mümkün değildir, o halde, sûrete bir meyl (eğilim, yönelme) lâzımdır ve o meyl ise hevâdır (hevestir). Binâenaleyh (bundan dolayı) ibâdet-i şuhûdiyye (görünen ibadet) ancak meyl-i nefsî (nefsin meyli, eğilimi) ile olur. Binâenaleyh (bundan dolayı) bir şeye ancak hevâ (heves arzu) ile ibâdet olunmuş olur.

Eğer bizim bu fass-ı münifte (kıymetli eserde)  beyân ettiğimiz (anlattığımız) hakâikı (hakikâtleri) anladın ise bu böyledir. İzâh-ı tarîk (gidilecek yolu anlatma) ve beyân-ı tahkîk (gerçeği açıklama) Allah üzerinedir. Ve yolun nihâyeti (sonu) cemi'-i esmâ-i İlahiyyeyi (bütün İlahi esmayı) câmi' olan (toplayan) mertebe-i ulûhiyyete (uluhiyet mertebesine (Allah’a) çıkar.

Cümâde'l-ülâ 336. 18 Şubat 334. Pazartesi gecesi sâat-i  ezânî 5.

Devam edecek

 

 
 
İzmir -11.09.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com