Füsûs-ül Hikem

262. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve bu, ancak dünyâda neş'et-i uhreviyyeden mahcûben bu neş'et-i dünyeviyyede oldukça vâkı' olur. Zirâ ârifler, onların üzerinde dünyâ ahkâmından cârî olan şeyden dolayı, onlar dünyâda gûyâ süret-i dünyeviyyede zâhir olurlar. Halbuki Allah Teâlâ onları, kendi bâtınlarında neş'et-i uhreviyyeye tahvîl etti. Bu lâbüddür. Binâenaleyh, onlar sûret ile mechûldürler; ancak Allah Teâlâ'nın, örtüleri basîretinden keşfettiği kimse için mechûl değildirler. Şu halde onlar idrâk etti. İmdi tecelli-i ilâhî haysiyyetinden, ârif billâhdan bir ârif yoktur, illâ ki o; neş'et-i âhiret üzre olduğu halde dünyâsında mahşûr ve kabrinden menşûr oldu. Böyle olunca o, bunda ba'zı ibâdına Allah'dan bir inâyet olarak, gürülmeyen şeyi gördü ve müşâhede olunmayan şeyi müşâhede etti (19)

Ya'ni bu tahayyür (şaşırma, hayrette kalma) veyâ Hakk'ı aklın hükmüne reddetmek (geri çevirmek (döndürmek), bu mevtın-ı dünyâda (dünya yurdunda) olduğu müddetçe vâkı' olur (gerçekleşir). Zîrâ (çünkü) bu mevtının (yerin) hükmüyle neş'et-i uhreviyyeden (ahiretle ilgili var oluşlardan) hicâb (perde) altında girmiştir. Dünyâ, müşâhedât-ı uhreviyyeye (ahiretle ilgili şeyleri görmeye) perde olur. Eğer dünyâda olduğu halde, ondan hicâb (perde) kalkıp neş'et-i âhirette (ahiret varlığında, ahirette var) olan şeye ıttılâ'-ı şuhûdi ile (görerek, haberli olmak suretiyle bilip) muttali' (bilmiş) olursa, tecelliden nâşi (dolayı) idrâk eylediği şeyde, artık aklın nizâ’ı (çelişkisi) kalmaz. Ve bu sûrette (şekilde) de ne Hakk'ı aklın hükmüne reddeder (geri döndürür) ve ne de hayrete düşer; zîrâ (çünkü) ârifler dünyâda sûret-i dünyevîyyede (dünyanın suretinde) sıfât-ı dünyeviyye (dünyevi sıfatlar) ile zâhir olurlar (meydana çıkarlar).  Onları gören ehl-i hicâb (perdeli kişiler), kendileri gibi  dünyâdan zannederler: çünkü yemek içmek ve uyumak ve teehhül (evlenmek) gibi bu neş'et-i dünyeviyyenin (dünya ile ilgili var oluşların)  ahkâmı (hükümleri) onların üzerinde cârîdir. (geçerlidir) Onun için Kur'ânı- Kerîm'de  وَتَرَاهُمْ يَنظُرُونَ إِلَيْكَ وَهُمْ لاَ يُبْصِرُونَ   (A’râf, 7/198) ya'nî “Yâ Habîbim (sevgili kulum),  sen onları, sana nâzar eder (bakar) görürsün, halbuki onlar görmezler” buyururlar. Zîrâ (çünkü) ehl-i hicâb (perdeli kişiler) olan küffâr-ı Kureyş (Kureyş kâfirleri), Fahr-i âlem (s.a.v.) Efendimiz'in süret-i müteayyenelerine (açığa çıkmış suretine, bedenine) nazar edip (bakıp) beşeriyyet (beşerlik, insanlık) husûsunda kendilerine müşâbih (benzer) görürler ve bâtın-ı Muhammedi'den (Muhammed’in ruhundan) bî-haber (habersiz) bulunurlar idi. Mesnevî:

همسرى   باانبيا   بر   داشتند                            كاوليارا   همچو    خود   بنداشتند                     

كفته   اينك   ما   بشر   ايشان   بشر   ما               وايشان   بستهء   خوابيم   وخور                       

اين   ندانستند   ايشان   از   عمى                        هست   فرقي   درميان   بي   منتها                   

اين   خورد   گردد  همه   بخل   و   حسد             وان   خورد    گردد   همه   نور   احد                

كار   پا كانرا   قياس   از   خود   مگير                گرچه  ما   ند   در   بنشتن   شير  و   شير

Tercüme: "Enbiyâ (nebiler, peygamberler) ile müsâvat (eşitlik) da'vâsında bulundular; evliyâyı (velileri) kendileri gibi zannettiler. Dediler ki: İşte bizde beşer (insan), onlar da  beşerdir (insandır). Biz ve onlar uyku ve taâma (beslenmeye) bağlanmışız. Onlar körlükten bunu bilmediler ki, arada nihâyetsiz (sonsuz) bir fark vardır. Bu yer, bütün buhül (cimrilik) ve hased (kıskançlık) olur; o ise yer, hep nûr-ı Ahad (ahad olan nur) olur. Pâk olanların işini kendine makıys tutma (kıyaslama, benzetme), zîrâ (çünkü) "şîr" (aslan) ve "şîr" (süt) tahrirde (yazılışta) birbirirıe benzer.”

Fakat ma'nâlarında azîm (büyük) fark vardır. Birisi gıdâ-yı latif (hoş, güzel gıda) olan "süt" ve diğeri "yırtıcı arslan"dır.  Binâenaleyh (bundan dolayı) onların zâhirleri (dış görünüşleri) sıfât-ı dünyeviyye (dünyevi sıfatlar) ile muttasıf (sıfatlanmış) olmakla berâber, Allah Teâlâ onları bâtınlarında (ruhlarında) neş'et-i uhreviyyeye (ahiret varlığına, ahiretine) tahvîl buyurdu (döndürdü). Ve onlar için bu mevtın-ı dünyâda (dünya yurtlarında) neş'et-i uhreviye (ahirete ait var oluş) üzerine zuhûr (meydana çıkmak) lâbüddür (gereklidir). Aksi halde ârif olmazlardı. İmdi mâdemki onların zâhirleri (dış görünüşleri) sıfât-ı dünyeviyye (dünyevi sıfatlar) ile muttasıftır (sıfatlanmıştır); bu halde onlar sûret i'tibâriyle (suretleri bakımından) nazar-ı ammede (halkın bakışında) meçhûldürler (gizlidirler). Halk onları bilemezler. Onları bilenler, basar-ı basîretlerinden (kalp gözlerinden), Hak Teâlâ hazretlerinin örtüleri keşfettiği (açtığı) kimselerdir. Bunları ancak onlar idrâk edebilirler. Binâenaleyh (bundan dolayı) tecellî-i ilâhî (ilahi tecelliler) haysîyyetiyle (bakımından) mevtın-ı dünyâda (dünya yurdunda) iken, neş'et-i âhiret (ahiret varlığı) üzre mahşûr (toplanmış) ve kabrinden menşûr (dağılmış) olmayan bir ârif-i billâh (Allah’ı Allah ile bilen) yoktur. Bu ârif-i billâh (Allah’ı Allah ile bilen), avâmın (halkın) görmediği şeyi görür ve müşâhede etmediği (seyretmediği) şeyi müşâhede eder (seyreder). Bu âlem-i dünyâda (dünya âleminde) iken ârifin neş'et-i âhiret (ahiret varlığı) üzre muaccelen (acele olarak, hemen) mahşûr (toplanmış) ve menşûr (dağılmış) olması, Allah Teâlâ'dan ba'zı ibâdına (kullarına) inâyettir (ihsandır, lütuftur) .

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 27.03.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com