Füsûs-ül Hikem

254. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve bu hikmetin rûhu ve zübdesi Muhakkak emir, müessir ve müesserün-fîhe münkasimdir ve onlar iki ibâredir. Ve müessir her vechile ancak Allah'dır ve müesserün-fîh her vechile ve herhalde ve her hazrette ancak âlemdir. İmdi bir vârid vârid oldukda, her şeyi ona münâsib olan aslına ilhâk et! Zîrâ vârid, ebeden bir asıldan fer' olmak lâbüddür. Muhabbet-i ilâhiyye abdden nevâfilden oldu. İmdi bu, müesserün-fîh arasında bir eserdir. Hak, bu muhabbet-i İlâhiyyeden, abdin sem'i ve basarı ve kuvâsı oldu. Binâenaleyh bu, bir eser-i mukarrerdir ki; şer'an sübûtundan dolayı, eğer mü'min isen sen onu inkâr edemezsin (10)

Ya'nî bu "hikmet-i inâsiyye"nin (ihsana dair hikmetin) rûhu ve hülâsası (özü, esası) budur ki: Vücûd birdir; o da Hakk'ın vücûdudur. Ve bu vücûd bi-hasebi'l-i'tibâr (i’tibar bakımından) iki kısma münkasimdir (bölünmüştür). Birisi müessir (etken, aktif) ve diğeri müesserûn-fîhdir (etkilenendir, pasiftir). Binâenaleyh (bundan dolayı) "Allah" dediğimiz vakit, bu ibâre-i umûmiden (genel cümleden) yekdiğerine (birbirlerine) mütekâbil (karşılıklı, zıt) iki ibâre (cümle) olduğunu fehm ederiz (anlarız) ki, birisi mertebe-i fiiliyyeden (fiiller mertebesinden) ibâret olan müessir (etken) ve diğeri, mertebe-i infiâliyyeden (edilgenlik mertebesinden) ibâret bulunan müesserün-fîhdir. (fiili kabul edendir) Ya'nî bir mertebede kendisinden fiil sâdır olur (çıkar) ve diğer mertebede o sâdır olan (çıkan) fiili kabûl eder.

Misâl: Şahs-ı vâhid (bir kişi) sağ elinde bulunan bir akçeyi sol eline vaz' ettikde (koyduğunda), sağ el fiil-i vaz'ın (koyma fiilini) fâili (işleyen) ve sol el dahi bu fiil-i vaz'ın (koymak fiilini) kâbili (kabul eden) olur. Halbuki bu almak vermek vücûd-i vâhidde (tek vücutta) vukû' bulur (oluşur). Binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-ı vâhidde (tek vücutta) iki i'tibâr (değer) olur ki, birisi müessir (etken, aktif) olan i'tâ (vermek), diğeri müesserün-fîh (edilgen, pasif) olan ahzdir (almak, kabul etmektir). Şu halde müesserün-fîh (fiili kabul eden) dahi ayn-ı vücûd (tek vücut) olmuş olur.

Misâl-i diğer: İnsanın zâhiri (dışı (bedeni) ve bâtını (içi (ruhu) vardır. Zîrâ (çünkü) insanı târif etmek istediğimiz vakit "hayvân-ı nâtık" (konuşan hayvan) deriz. "Hayvân" onun zâhiri (dışı) ve "nâtık" (konuşan) bâtınıdır (içidir). İmdi insanın nefs-i nâtıkası (konuşan nefsi) ki, bâtını (içi) olduğu için görünmez; işte bu nefs-i nâtıka (konuşan nefs) insanın zâhirinde (dışında (bedeninde) müessirdir (tesir edendir). Çünkü insanın zâhiri (dışı) olan a'zâ (organlar) ve cevârihı (el, ayak gibi organları), nefs-i nâtıkanın (konuşan nefsin) hükmüyle müteharriktir (hareket eder, kımıldar).Meselâ insanın bâtını (içi (ruhu), "Haydi kalk, falan mahalle (yere) git; orada sana şu menfaat vardır" der. O kimse de kalkıp oraya gider. Bittabi' (doğal olarak) oraya cismiyle (bedeniyle) azîmet eder (gider).  İşte onun zâhiri (dışı) olan cisim (beden) müesserün-fîh (edilgen, fiili kabul eden) olur. Demek ki insanın vücüdu vâhidü'l-ayn (aynı, tek vücut) iken onda biri müessir (etken) ve diğeri müesserün-fîh (edilgen) olmak üzere iki i'tibâr (değer) vardır.

İşte bunun gibi, vücûd-i âlem (evrenin vücudu) Hakk'ın zâhiri (dışı) ve Hak, vücûd-i âlemin (evrenin vücudunun) bâtını (içi (ruhu) ve hüviyyetidir (hakikatidir). Ve her ikisi vâhidü'l-ayn (aynı, tek vücut) olan mertebe-i ulûhiyyetin (uluhiyet mertebesinin) iki i'tibârıdır (değeridir). Binâenâleyh (bundan dolayı) her vechile (yanıyla) müessir (etken) ancak Allah'dır. Ve her vechile (yönüyle) ve her halde ve cemî'-i hazrette (bütün mertebelerde) müesserün-fîh olan (fiili kabul eden) dahi, ancak âlem (evren) dediğimiz Hakk'ın zâhiridir. (dışıdır) İşte emr-i vücûdun (aslında) müessir (etken) ile müesserün-fîhe (edilgene) inkısâmı (ayrılması, bölünmesi) bu "hikmet-i inâsiyye"nin (ihsana dair hikmetin) rûhu ve zübdesi (özü) oldu. Zîrâ (çünkü) ancak bu inkısâm, (ayrılma, bölünme) Hak'la âlem (evren) beynindeki (arasındaki) münâsebeti (ilişkiyi) tefhîm eder (anlatır).

Suâl: Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a.) Fütûhât-ı Mekkiyye'den naklen Fass-ı Zekeriyyâvî'de (Zekeriyya bölümünde de) "Muhakkak eser, mevcûd için değil, ancak ma'dûm (yok) için vâkı' olur (gerçekleşir) ve her ne kadar mevcûd için olursa da ma'dûmun (yokun) hükmü hasebiyledir" buyurmuş idi. Halbuki burada eserin vücûd-i izâfi (gölge vücut) ile mevcûd olan âlem (evren) hakkında vâkı' olduğunu (gerçekleştiğini) beyan buyurur. (bildirir) Bu iki kelâm (söz) yekdiğerirıe (birbirlerine) muhâlif (aykırı, zıt) olmaz mı?

Cevap: Fass-ı Zekerîyyâvî'de (Zekeriyya bölümünde) misâl ile izâh olunduğu (anlatıldığı) üzere, eserin ma'dûm (yok) için olması mertebe-i ahadiyyete (Zat mertebesine) göredir. Zîrâ (çünkü) mertebe-i ahadiyyette (Zat mertebesinde) zât-ı ahadiyyenin (ahad olan Zatın) bütün nisebi (sıfatları) kendi zâtında mahv (harap) ve müstehlek, (tükenmiş) ve ma'dûmdur (yok olmuştur). Binâenaleyh (bundan dolayı) burada te'sîr, (etki) işbu (bu sebepten dolayı) niseb-i ademiyyenin, (açığa çıkmamış sıfatların) vücûda (varlığa gelmeye) isti'dâdları hasebiyle, sâhib-i niseb (sıfatların sahibi) olan Hak'tan vücûd taleb ettikleri (istedikleri) vakit, Hak tarafından "Kün!" (ol) kavlinin (sözünün) sudûrunu (çıkmasını) icâb etmekten (gerektirmekten) ibârettir. Ve "Kün!" (ol) kavlinin (sözünün) sudûrundan (çıkışından) ibâret olan eser (açığa çıkmış varlık, ilmi suret),  her ne kadar vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) için sâbit (mevcut bilinmiş) olur ise de, bu sübût (çıkış), ma'dûm (açığa çıkmamış, yok durumunda) olan niseb-i mezkürenin (adı geçen, anlatılan sıfatların) hükmü hasebiyledir. Buradaki te'sîr (etki) ise, mertebe-i vâhidiyyete (uluhiyet mertebesine) göredir. Ve Hak, vâhidü'l-esmâ ve's sıfâttır; (esması ve sıfatları bakımından vahiddir) ve bu mertebede ismi "Allah"dır. Ve bu mertebe-i ulûhiyyet (uluhiyyet mertebesi), fa’âl (etkin, aktif) olan cemi'-i esmâ-i ilâhiyyeyi (bütün ilahi esmayı) ve mertebe-i imkânda (olabilirlik, imkan mertebesinde) esmâdan münfail (edilgin, pasif) olan bilcümle (bütün) mezâhiri (görüntü yerlerini) câmi'dir (toplamıştır).  Binâenaleyh (bundan dolayı) burada te'sir (etki), esmâ-i fa'âleden (etken, aktif esmadan), mezâhir-i münfaileyedir (pasif görüntü mahallerinedir).  Böyle olunca iki kelâm (söz) yekdiğerine (birbirlerine) muhâlif (ters, aykırı) olmaz. Evvelki kelâm (söz) başka bir hakîkati ve ikinci kelâm (söz) ise. diğer bir ma'rifeti (ilmi, bilgiyi) müş'ir olmuş (bildirmiş, anlatmış) olur.

Îmdi sana bir vârid, ya'nî te'sîr-i Hak (Hak’ın tesiri) vârid olduğu (eriştiği) vakit, sen her şeyi kendi aslına ilhâk et (kat)!  Meselâ vücûd ve ilim ve kudret gibi kemâlât-ı ilâhiyye (ilahi kemaller) vârid olursa (ulaşırsa, vuku bulursa), bunlar hazret-i ilâhiyyeden (ilahi mertebeden) vârid olmuş (ulaşmış) olacağından, sen o kemâlâtı kendi aslı olan hazret-i ilâhiyyeye (ilahi mertebeye) ilhâk eyle! (kat (ver) Ve fakr (fakirlik) ve acz (güçsüzlük) ve açlık ve susuzluk gibi nakâis-ı kevniyye (kevni noksanlıklar)  vârid olursa, (ulaşırsa) bunlar âlem-i imkândan (imkan mertebesinden) vârid olmuş (gelmiş, erişmiş) olacağından sen, nakâyısı (noksanlıkları) kendi aslı olan âleme nisbet eyle (bağla)! Zîrâ (çünkü) vârid (gelen, ulaşan,Hakk’tan birime ulaşan herhangi bir tesir) ebeden (ebediyen, daimi surette) bir asıldan fer' (bir kısım, bölüm) olmak lâbüddür (lazımdır, gereklidir). Ya'nî vârid (gelen, vuku bulan), müessir (tesir eden şey) veyâ müesserün-fîh olan (tesiri kendi üzerinde kabul eden, tesirden etkilenen şey) aslî-i küllîden (küll’ün aslından, bütünün kendisinden) bir fer' (bölüm, kısım) olur; ve her ikisinin aslı dahi bâlâda (yukarıda) zikrolunduğu (anlatıldığı) üzere Hak'tır. Ve eğer "Hakk'ın müesserün-fîh (etkiyi kabul eden, etkilenen) olması nasıl olur?" diyecek olursan, hadîs-i kurb-i nevâfili (kurb-i nevafil hadisini) teemmül et! (iyice düşün) Zîrâ (çünkü) abd (kul) tarafından vâkı' olan (oluşan) nevâfil (nafileler, sıfatlar),  Hak'ta te'sir (etki) edip Hakk'ın mücib-i muhabbeti (sevgisinin icabet etmesi, isteğinin kabulü) olur. İşte Cenâb-ı Şeyh (r.a.) misâl olarak irâd edip (söyleyip) buyururlar ki: Muhabbet-i ilâhiyye (ilahi muhabbet,Hakk’ın sevgisi) abd (kul) cânibinden (tarafından) vâkı' olan (oluşan) nevâfilden (nafilelerden) münbais oldu (ileri geldi). Böyle olunca muhabbet-i ilâhiyye (Hakk’ın sevgisinin) vâridi (ulaşması), nevâfilden (nafilelerden, sıfatlardan) ibâret olan müessir (tesir eden) ile, Hak'tan ibâret bulunan müesserün-fîh (tesiri kabul eden) arasında hâsıl olan (oluşan) bir eserdir. Ve Hak bu muhabbet-i ilâhiyyeden (Hakk’ın sevgisinden) nâşi (dolayı), abdin (kulun) sem'i (kulağı) ve basarı (gözü) ve kuvâsı (güçleri, kuvveleri) oldu: Bu eser lisân-ı şer'in (şeriat dilinin) nâtık olduğu (konuştuğu) bir eser-i mukarrerdir (anlattığı bir eserdir, işaret ettiği şeydir) ki, sen şer'a (şeraite) imân etmiş isen bunu asla inkâr edemezsin ve eğer inkâr edersen sana mû'min  denmez, zîrâ (çünkü) şerîati inkâr etmiş olursun.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 30.01.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com