Füsûs-ül Hikem

251. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve bu, tenzîh hakkında nâzil olan âyetin a'zamıdır ve bununla berâber “kâf” sebebiyle teşbîhten hâlî olmadı. İmdi O kendi nefsine a'lem-i ulemâdır. Halbuki ancak bizim zikrettiğimiz şeyle kendi nefsinden ta'bîr etti. Ba'dehû "Senin Rabb'in olan rabb-i izzet vasf ettikleri şeyden münezzehtir" (Sâffât, 37/180) dedi. Halbuki onu ancak akıllarının i'tâ ettiği şeyle vasfederler.İmdi kendi nefsini onların tenzîhinden tenzîh etti; zirâ onlar bu tenzîh ile Hakk'ı tahdid ettiler: Bu da, bunun mislini idrâkten, ukûlün kusûrundan nâşîdir (6).

Ya'nî bu لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ (Şûrâ, 42/11) âyeti tenzîh hakkında nâzil olan (inen) âyetin, a'zamıdır (en büyüğüdür). Maahâzâ (böyle iken) edât-ı teşbih (benzetme edatı) olan "kâf' sebiyle teşbihden hâlî (boş, kayıtsız) değildir; nitekim bâlâda (yukarıda) îzâh olundu (anlatıldı).  İmdi Allah Teâlâ, Hakk'ın nefsini bilen ulemânın (alimlerin) a'lemidir (en alimidir). Ya'nî kendi nefsini kullarının ulemâsından (alimlerinden, bilginlerinden) elbette daha ziyâde (fazla) bilir. Halbuki Hak Teâlâ hazretlerinin kendi nefsinden beyân buyurduğu (bildirdiği) şey, ancak akıl ve vehim hükmüyle vâkı' olan (oluşan) tenzîh ve teşbîhten bizim zikrettiğimiz (anlattığımız) şeydir. Ondan sonra Hak Teâlâ    يَصِفُونَ سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا    (Sâffât, 37/180) ya'nî "Senin Rabb'in olan Rabb-i izzet halâikın vasf ettikleri şeyden münezzehtir" buyurdu. Halbuki halâik (mahluklar) O'nu ancak akıllarının ettiği vasıf (bildirdiği, tanımladığı) ile tavsif ederler (vasıflandırırlar, bilirler). Binâenaleyh (bundan dolayı) Hak Teâlâ kendi nefsini halâikın (mahlukların) akılları ile icrâ eylediği (yaptığı) tenzîhden tenzîh buyurdu: Çünkü akıl ile tenzîh edenler Hakk'ı tahdîd ettiler (sınırladılar, kayıtladılar).  Zîrâ (çünkü) akıllarıyla tenzîh edenler, "Hak cisim, cevher (asıllar. Özler,(maddeci filozoflar cevher olarak yalnız maddeyi kabul ederler.) Buradaki mana bu anlamda)  ve araz (sonradan meydana gelmiş, gelip geçici şey) ve sâire (diğer başka şeyler) değildir" dediler. Halbuki âlemde (dünyada) bunlar vardır.

Meselâ: Hak bir had (sınır) ile mahdûd olan (sınırlanan) cisimden münezzehtir (arıdır, temizdir, beridir), denildiği vakit: Hak bundan hâriçtir (bunun dışındadır), cismin hudûdu (sınırı) biter Hakk'ın hudûdu (sınırı) başlar, demek olur; zîrâ (çünkü) yekdiğerine (birbirine) muğâyir (aykırı, zıt) olan iki şeyin başka türlü temyîzi (ayrılması) mümkün değildir. Halbuki Hak hakkında tahdîd (sınır) mümteni'dir (olamaz, mümkün değildir). Belki cisim vücûd-i mutlak-ı latîfin (Hakk’ın sınırsız, kayıtsız nurların nuru olan vücudu) bi-hasebi's-sıfât (sayısız sıfatlarının) mertebe-i kesâfete (yoğunlaşması, koyu, yoğun mertebeye) tenezzülünden (inişinden) husûle gelen (oluşan) bir vücûd-ı izâfidir (göreli vücuttur, gölge vücuttur). Binâenaleyh (bundan dolayı) o latîf (şeffaf,nur) ile bu kesîf (koyu,madde) beyninde (arasında) bir hadd (sınır) ta'yîni (belirlenmesi) mümkin değildir. İşte bunun için Hak kendi nefsini halâikın (mahlukların) tenzîh-i aklîsinden (aklı ile yaptığı tenzihten) tenzîh etti ve Hakk'ın kendi nefsini böyle tenzîh etmesi, Hakk'ın kendi nefsini idrâk ettiği gibi, ukûlün (akılların) idrâk edememesinden nâşîdir (dolayıdır). Zîrâ (çünkü) ukûl-i beşeriyye (insanların aklı) nazar-ı fikrî (kendi fikri görüşleri)  ile mukayyeddir (kayıtlıdır). Hakk’ın nefsini ancak tecelli (ilham) ve keşf-i şuhûdi-i nûrî (kalbe ilham nurlarının akması dolayısıyle sırların açılmasına dayalı görüş) ile münevver olan (nurlanan) ukûl (akıllar) bilirler. Zîrâ (çünkü) bu gibi zevât (zatlar, kişiler) indinde (kendilerince, kendi inanışlarında) ma'lûmdur (bilirler) ki, teşbîh ve tenzîh ancak zâhir (görünür, dış) ve bâtın (gizli, iç) dediğimiz iki şe'n-i ilâhinin (Hakk’ın işlerinin) birbirine nisbeti (göreliği, bağıntılığı) i'tibâriyle (bakımından) söylenen sözlerdir. Yoksa teşbîh ile tenzih, Hakk'ın hakîkati için zâtidir (zatıyla alakalıdır); çünkü Zâhir ve Bâtın isimleri Hakk'ın şuûnât-ı zâtiyyesiidir (zatının işleridir) ve şuûnâtı (işleri) ise O'nun zâtının aynıdır; binâenaleyh (bundan dolayı) vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) hem tenzîhi ve hem de teşbîhi câmi'dir (kendinde toplamıştır).  Bu hakikati ise ancak mütehakkıkîn (hakikate erenler) zevkan (manevi zevk) ve şuhûden (görerek (manevi gözle) bilirler. Nazar-ı fikrî (fikri görüş) ile mukayyed (kayıtlanmış) olan ukûl, (akıllar) suâl (soru) üzerine sualler (sorular) ve bahs (iddia) üzerine bahisler (iddialar) îcâd edip (yaratıp) mes’eleyi içinden çıkılmaz bir hâle sokarlar.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 09.01.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com