Füsûs-ül Hikem

250. Bölüm

Asliye Tavşanlı
 

BU FASS-I  ŞERÎF  KELİME-İ  İLYÂSİYYE'DE  MÜNDEMİC     OLAN HİKMET-İ ÎNÂSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR

Ve bunun için evhâm, bu neş'et-i insâniyyede; galebede ukûlden daha kavî oldu.  Zîrâ âkıl, her ne kadar onun aklı, bâliğ olduğu şeye bâliğ olduysa da, onun üzerine vehmin hükmünden ve akl etti. şeyde tasavvurdan hâlî değildir. İmdi vehm, bu sûret-i kâmile-i insâniyyede sultân-ı a'zamdır. Ve şerâyi'-i münzele dahi onunla    geldi. Böyle olunca teşbîh etti ve tenzîh etti; tenzîhte vehm ile teşbîh etti ve teşbîhte de akl ile tenzîh etti. Binâenaleyh kül külle murtabıt oldu. İmdi tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâli olması mümkün değildir. Binâenaleyh Allah Teâlâ   لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ  (Şûrâ 42/11) dedi. Tenzîh ve teşbîh etti.   وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ  (Şûrâ 42/ 11) dedi; teşbîh eyledi (5).

Ya'nî vehm, müdrekât-ı akliyye (akılların idrakleri) üzerine tenzîh ve teşbîh ile hükm ettiği (karar verdiği) için, bu neş'et-i unsuriyye-i insâniyyede (insanın maddî yapısında) evhâm, (vehimler) ukûlden (akıllardan) daha kavî (güçlü, kuvvetli) oldu; zîrâ (çünkü) akılın (akıllı kişinin) aklı, ne kadar kemâle (mükemmelliğe, olgunluğa) vâsıl olursa olsun (ulaşırsa ulaşsın) yine vehme müntehî olur (en sonu vehme dayanır). Ve âkıl vehmin ahkâmından (hükümlerinden) kurtulma ve onun müdrekat-ı akliyyesi (aklının idrak ettiği şeyler) suver-i vehmiyyeden (vehmi suretlerden) mücerred (tecrid edilmiş, yalın, soyunuk) kalmaz. Binâenaleyh (bundan dolayı) vehm, bu sûret-i kâmile-i insâniyyede (yetkin-kemâle ermiş insan suretinde) sultân-ı a'zamdır (en büyük sultandır) ve şerâyi'-i münzele (inen şeriat hükümleri) mâdemki insan için geldi ve vehm dahi insan üzerinde sultân-ı a'zamdır (en büyük sultandır); şu halde şerâyi' (şeriat hükümleri) dahi vehmin hükmüyle nâzil oldu (indi). Böyle olunca hem teşbîh ve hem de tenzîh etti. Ya'ni şerâyi' (şeriat hükümleri) makâm-ı tenzîhte (tenzih mertebesinde) lisân-ı vehm (vehmin dili) ile teşbih eyledi. Zîrâ (çünkü) vehm ancak suver-i hissiyyede (hissedilen, görülen suretlerde) maânî-i cüz'iyyenin (bir kısım manaların) idrâkini i'tâ eder (verir). O vehm, (vehim) müşahhas (somutlaşmış) ve kendinin gayrinden (kendinden başkasıyla) müfârık (ayrılmış) ve cism ve cismâni (cisimle ilgili) veyâhut zamânî (zamanla ilgili) veyâ mekâni (mekanla ilgili) olmaktan münezzeh (arınmış, beri) olarak hâriçte (dışarda) bir vücûd tasavvur eder (düşünür); bu ise ayn-ı teşbîhtir (teşbihin ta kendisidir). Ve kezâ (böylece) şerâyi' (şeriat hükümleri) makâm-ı teşbîhte (teşbih mertebesinde) lisân-ı akl ile (aklının diliyle, aklıyla) tenzîh eder; zîrâ (çünkü) akıl, vehmin isbât eylediği (kanıtladığı, var dediği) gavâşi-i hissiyyeden (hissi perdelerden, görüntülerden) maâni-i külliyyeyi (bütün manaları) mücerred kılar (tecrid eder, soyutlar). Binâenaleyh (bundan dolayı) teşbîhin küllîsi (bütünü) tenzîhin küllîsine (bütününe) ve tenzîhin küllîsi (bütünü, hepi) teşbîhin küllîsine (bütününe, hepine) murtabıt (bitişik, rabt edilmiş) oldu. Ve binnetîce (sonuç olarak) tenzîhin teşbîhten ve teşbîhin tenzîhten hâlî (boş, kayıtsız) olması mümkin değildir. Zîrâ (çünkü) senin O'nu tenzîh ettiğin (mukaddestir dediğin) nakâyısın (noksanlıkların) kâffesi (bütün hepsi), O'nun merâtib-i kevniyyede (kevni mertebelerde) zuhûru indinde (açığa çıktığı anda) O’'nun için sâbittir. (mevcuttur) Halbuki bu teşbîhtir ve senin O'nu teşbîh edip O’nun için isbât eylediğin (kanıtladığın, vardır dediğin) kemâlâtın (tamlıkların, mükemmelliklerin) kâffesi (bütün hepsi) mertebe-i ahadiyyetinde (ahadiyet mertebesinde) O'ndan nefy olunur (atılır, yok edilir),  bu da tenzîhtir. Böyle olunca Hak Teâlâ Kur'ân-ı Kerim'de  لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ  (Şûrâ 42/ 11) buyurdu. Ve bu âyette hem tenzîh (yaratılmışlardan münezzeh kıldı) ve hem de teşbîh etti. (yaratılmışlara benzetti)

Şöyle ki: كَمِثْلِهِ  deki “kaf” zâid (ek, ilave) i'tibâr olunursâ, (sayılırsa) "O'nun misli (benzeri, tıpkısı) bir şey yoktur" demek olur. Bu ma'nâya göre mümâselet (benzeşim, benzeyiş) nefy olunduğu (atıldığı, olumsuzlaştırıldığı) için bu tenzîhtir. Ve eğer “kâf” zâid (ek, ilave) i'tibâr olunmayıp (sayılmayıp) “misl”' ma'nâsına alınırsa, ma'nâ “O'nun mislinin misli (benzerinin benzeri) bir şey yoktur” demek olur. Bu ise ayn-ı teşbîhtir; (teşbihin ta kendisidir) zîrâ (çünkü) evvel (önce) Hakk'ın misli (eşi, benzeri) isbât (vardır demek) ve ba'dehû (daha sonra) bir şeyin onun misline (benzerine, aynısına) benzemesi nefy (olumsuzlaştırmak, yoktur demek) olunur. İmdi isbât-ı misl, (benzeri vardır demek) teşbîh ve bir şeyin benzemesinin o mislden (benzerinden) nefyi (olumsuz yapmak (benzeri yoktur demek) tenzîhtir. Bu ise tenzîhte teşbîh ve teşbîhte tenzîh olur.

Ondan sonra Hak Taâlâ hazretleri وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ (Şûrâ, 42 / 11) buyurdu. Bununla da teşbîh etti; zîrâ (çünkü) bu kelâm işitildiği vakit, işiticilikte ve görücülükte Hakk'ın halka (yaratılmışlara) benzediği ma'nâsı anlaşılır. İşte bu teşbîhtir. (yaratılmışları Hakk’a benzetmektir) Fakat fehm-i havâssa (ariflerin anlayışlarına) göre bu âyet dahi hem teşbîhi ve hem tenzîhi câmi'dir (kendinde toplamıştır).  Teşbîhi câmi' olduğu (topladığı) zikrolundu. (anlatıldı) Tenzîhi câmi' olması (toplaması) dahi budur ki: هو  Zamîrinin evvelen (önce) zikri (söylenmesi) ve  سميع veبصير    kelimelerinin harf-i ta'rîf (tanım edatı) ile gelmesi "hasr" (kısıtlama, mahsus kılma) ifâde eder; ve bu surette ma'nâ  Semî' (işiten) ve basîr olan (görüp anlayan) ancak Hak'tır; başka semî' (işiten) ve basîr (gören) yoktur" demek olur. Bu da tenzîhtir.

Devam edecek

 

 
 
İzmir - 02.01.2007
asliye@hotmail.com
http://sufizmveinsan.com