Zekâtın Mahiyeti
Zekât lûgat deyiminde temizlik, bereket, çoğalma, güzel övgü manalarını taşır.
Din deyiminde ise; "Bir malın belli bir miktarını, belli bir zaman sonra hak
sahibi olan bir kısım müslümanlara Yüce Allah'ın rızası için tamamen temlik
etmek (mülkiyetine geçirmek)tir."
Zekât, kulların kulluk görevindeki sadakatlerine delâlet eder. Bu yöndendir ki,
zekâta "sadaka"da denmiştir. Bununla beraber "sadaka" sözü, zekâttan daha
kapsamlı mana taşır. Vacibleri de, nafileleri de içine alır.
Zekât vermeye, "Tezkiye", zekât verene de "Müzekkî" denilir. Şahidler hakkinda
yapilan övgüye de "Tezkiye" dendigi bilinmektedir.
Zekât vermek farzdır. Peygamberimizin hicretlerinin ikinci yılında, oruçtan önce
farz kılınmıştır. İslâm'ın şartlarından birini teşkil etmektedir. Belli miktarda
bulunan nakid paraların ve ticaret mallarının üzerinden bir yıl geçince,
zekâtlarını geciktirmeden hemen vermek gerekir. Çünkü bu zekât mallarına
yoksulların hakkı geçmiş oluyor. Artık bu hakkı özürsüz olarak geciktirmek caiz
olmaz.
Diğer bir görüşe göre, zekâtın verilmesi geciktirmeli olarak farzdır. Sene
sonunda hemen verilmesi gerekmez. Zekât borcu olan kimse, bunu hayatta bulunduğu
sürece ödeyebilir. Ödeyemeden ölürse, o zaman günahkâr olur. Fakat doğru olan
birinci görüştür.
Zekâtın aşikâre verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bu şekilde verilmesi,
başkalarına bir örnek olur ve teşvîk yerine geçer. Kendisi hakkında, zekât
vermiyor diye, kötü bir zannı da kaldırmış olur. Zekât bir farz olduğu için,
bunun yerine getirilmesinde gösteriş olmaz. Nafile olarak verilen sadakalarda
ise, durum böyle değildir. Bunların gizli verilmesi ve gösteriş yapılmasına
engel olunması daha faziletlidir.
Zekâtın Teşriî Hikmeti
Zekâtın meşru olmasındaki hikmet pek önemlidir, herkese göre açık ve meydandadır
da denilebilir. Bir hadis-i şerifde söyle buyurulmuştur:
"Mallarınızı zekâtla koruyunuz, hastalarınızı sadaka ile tedavi ediniz, bela
dalgalarını da dua ve yalvarışla karşılayınız."
İşte zekât sayesinde mallar korunmuş oluyor. Sadakalar da, maddî ve manevî
hastalıklar için birer ilâç yerine geçiyor.
Doğrusu zekât ve sadaka verenlerin mallarında ve canlarında bir feyiz ve
bereket, bir sağlık ve afiyet yüz gösterir. Bunun çok üstünde olarak da,
kendileri Yüce Allah'ın rızasını kazanıp nice manevî mükâfatlara kavuşurlar,
nice manevî tehlikelerden kurtulurlar.
Zekâtın her yönden birçok yararları vardır. Bilindiği gibi, kalblerde pek ziyade
yer tutan mal ve mülk sevgisi, insanı yüksek duygulardan yoksun bırakır, insanı
bazan fena işlere sürükler. Zekât sayesinde ise kalbin bu zararlı duygusuna ve
meyline direnilmiş olur, nefis de cimrilikten kurtulmuş olur. Mal, başkasının
hakkından arındırılarak insanda şefkat ve hayırseverlik duyguları gelişir.
Başkalarını gözetme ve koruma gibi yüksek duygular meydana gelir.
Sonra zekât, sosyal hayatın huzur ve mutluluğuna, beraberliğine ve refahına
sebebdir. Yoksulları ve acizleri, kendi varlığından faydalandıran bir zengin,
cemiyetin en değerli ve sevimli uzvu (organı) sayılır. Fakirlerin ve muhtaçların
acılarını azalttığından, onların övgülerini, sevgi ve dualarını, kazanır. Mal
varlığı da hain ve hırslı gözlerin saldırısından güven içinde bulunur. Artık
böyle birbiri için hayır düşünen, yardımsever olup duacı bulunan bir cemiyet
içinde güzel bir yaşantı meydana gelmiş olmaz mı?
Bir de zekât vermek, güzel bir inancın eseridir. Böyle bir inanca sahib olan
kimse, bağlı bulunduğu cemiyet için zararlı olmaktan uzak, çok yararlı bir insan
olur. Çünkü kendi malından bir kısmını sadece Allah rızası için ayırıp fakir din
kardeşlerine veren ve, bundan dolayı onlardan hiç bir karşılık gözetmeyen bir
insan, artık çevresine yararlı olmaz mı? Böyle bir kimse hiç kendisine ait
olmayan şeylere göz dikip de başkalarının zararına çalışır mı? Başkalarının
ellerindeki mallara saldırır mı?
Bununla beraber zekât Allah'ın nimetlerine karşı bir şükran görevidir. Zekât
veren müslüman şöyle düşünür. Elde ettiğim bu varlık, bana Yüce Allah'ın
ihsanıdır. Nice insanlar vardır ki, daha güçlü ve daha bilgili oldukları halde
bu mal varlığından yoksun bulunuyorlar. Bunun için ikram ve ihsanı sonsuz olan
Yüce Allah'ın nimetlerine karşı şükretmek gerekir. İşte bu şükür, farz olan
zekâtın ödenmesiyle yerine getirilmiş olur.
Şu da düşünülmelidir ki, insanın elde ettiği nimet üzerinde, onun bulunduğu
çevrenin çok yönlü etkisi vardir. Eğer o zengin böyle bir çevrede yaşamamış
olsaydı, bu mal varlığını kazanabilecek miydi? İşte bu da bir nimettir. Bu
nimete karşı da şükür, o çevredeki yoksul ve perişan insanlara karşı yardımda
bulunmakla olur. Zekât ve sadakanın verilmesi de, böyle bir yardımı
gerçekleştirir.
Zekâtın Farz Olmasının Şartları
Bir kimseye zekât'in farz olması için onda şu şartların bulunması gerekir:
1) Zekât verecek kimse, müslüman, hür, akla sahib ve büluğ çagına ermiş
olmalıdır. Buna göre, müslüman olmayanlar, köle ve cariyeler, mecnunlar ve
çocuklar zekât vermekle yükümlü değillerdir. Gayri müslimler zekât vermekle
mükellef değillerdir. Öyle ki, (Allah korusun), bir müslüman bir müddet hak
dinden çıkıp ondan sonra tevbe ederek Allah'dan mağfiret dilese, dinden çıkış (irtidat)
zamanında zekât vermek ona farz olmayacağı, gibi, irtidatından daha önceki
zamana ait zekât borçları da düşmüş olur. Çünkü zekâtın farziyetinde İslâm şart
olduğu gibi, bekasında da şarttır.
Kölelerle cariyelere gelince, onlar aslen bir mala sahib olamayacakları için,
zekât vermeye ehil değillerdir. Kendilerine ticaret için izin verilse de, yine
hüküm aynıdır.
Mecnunlara gelince, bunlarda iki durum düşünülebilir. Birincisi, doğuştan beri
mecnun (deli) bulunmaktır. Bunların bu durumu devam ettikçe, onlar zekâtla
yükümlü olmazlar. Fakat bunlar büluğ çağına erdikten sonra iyileşip düzelseler,
sağlığa kavuşmalarından itibaren zekât vermekle mükellef olurlar. İkincisi,
büluğa erdikten sonra bir müddet mecnun olmaktır. Bu durumda bunların cinnetleri
(delilikleri) bütün bir yıl devam ederse, bu yil için zekât vermeleri onlara
farz olmaz. Çünkü bu durumda onlardan yükümlülük düşmüş olur. Fakat bu yıl
içinde bir iki gün gibi kısa bir zaman iyileşecek olsalar, zekât vermeleri
onlara farz olur.
Bu mesele İmam Muhammed'e göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, yılın çoğunda sağlık
üzere bulunmadıkça, o yılın zekâtı gerekmez."
Baygınlık hali ise, zekât verme mükellefiyetine engel değildir.
Çocuklara gelince, bunlar akılları başlarında olarak büluğa ermedikçe, zekât
vermekle yükümlü olmazlar. Onun için bunların mallarından velileri zekât
veremez. Bunların zekât vermeleri büluğ çağına ermekle başlar. Bir sene sonunda
yerine getirilmesi gerekir.
(İmam Şafiî'ye göre çocukların ve delilerin mallarından zekât verilmesi gerekir.
Bunu velileri mallarından öderler. Çünkü zekât mala gereken bir haktır. Küçüklük
ve noksanlık bu hakkın varlığını gideremez. Özürde de durum böyledir.) Bize göre
zekât malî bir ibadettir. Bunlar ise ibadetle mükellef değillerdir.
2) Zekât verecek kimse, temel ihtiyaçlarından ve borçlarından başka nisab
miktarı veya daha fazla bir mala sahib bulunmalıdır. Bu miktar malı bulunmayana
zekât farz olmaz.
"Nisab", şeriatın bir şey için koymuş olduğu belli bir ölçü ve miktar demektir.
Şöyle ki: Zekât vermek için altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki
yüz dirhemdir. Koyun ile keçinin nisabı kırk koyun veya keçidir. Sığır ile
mandanın nisabı otuz ve deveninki de otuz beşdir.
Temel ihtiyaçlar: Bundan maksad, oturacak ev ile eve gerekli olan eşya, kışlık
ve yazlık elbise, gerekli silâh ve aletler, kitablar, binek hayvanı, hizmetçi,
köle veya cariye, bir aylık doğru kabul edilen başka bir görüşe göre, bir yıllık
nafaka demektir. Borç karşılığı olarak elde bulunan para da böyledir.
3) Zekâtı verilmesi gereken mal, gerçekten veya hüküm bakımından artıcı
bulunmalıdır. Böyle olmayan mallardan zekât gerekmez. Nisab miktarından fazla
olması hükmü değiştirmez.
Gerçekten artıcılık, ticaret veya doğurma ve üreme yolu ile olur. Ticaret için
kullanılan herhangi bir eşya ve hayvan zekâta bağlı olduğu gibi, dölünü veya
sütünü almak için, yılın çoğunu kırlarda otlayarak idare eden ve "Saime" adını
alan havyanlar da zekâta bağlıdır. İleride anlatılacaktır.
Hüküm itibariyle artış da, çoğalmaya ve artmaya elverişli bulunan ve sahibinin
veya vekilinin elinde olan altın ve gümüşteki geçerliliktir. Altın ve gümüşün
maddeleri ile ihtiyaçlar giderilemez. Bunlar ticarette kullanılmak ve malların
değiştirilmesinde vasıta olmak yolu ile ihtiyaçları karşılar. Bu yönü ile
bunlar, yaratılış bakımından artmaya ve ticarete mahsustur. Onun için elde
bulunan altın ve gümüş paralar, külçeler ve süs eşyaları, kendileriyle ticarete
niyet edilmese veya bunlar nafakaya ve ev satın alınmasına harcanmak üzere
saklansa bile, nisab miktarına ulaşınca zekâta tâbi olurlar.
4) Zekâtın gereği için, tam bir mülkiyet bulunmalıdır. Bir malın mülkiyetiyle
beraber onun elde de bulunması gerekir. Onun için bir kadın mehrini eline
geçirmedikçe, onun zekâtı ile yükümlü olmaz. Çünkü o mehre (nikâh bedeline)
malik ise de, onu eline geçirmiş değildir.
Yine, elinde rehin mal bulunan bir kimseye, rehinden dolayı zekât gerekmez.
Çünkü rehin, bir borç karşılığıdır. Bunda malikinin ele geçirip sahib olma hakkı
yoktur.
Satın alınıp da henüz ele geçirilmemiş bulunan bir mal, ele geçmiş hükmünde
olarak zekâta bağlıdır. Bu nisaba girer ve ondan zekât vermek gerekir.
Yolculuk halinde bulunan kimse de, malının zekâtını vermekle yükümlüdür. Her ne
kadar o, malını elinde bulundurmuyorsa da, vekili aracılığı ile onu kullanmaya
gücü vardır.
5) Zekât gerekmesi için, bir mal üzerinden tam bir yıl geçmiş bulunmalıdır. Buna
"Havl-i havelân" denir. Çünkü bu zaman içinde artış ve çoğalma gerçekleşir,
döllenme ve üreme olur. Mevsimlerin değişmesiyle ihtiyaçlar ve fiyatlar değişir.
Şöyle ki: En az nisab miktarında olmak şartı ile artmaya elverişli bir mal
üzerinden tam bir kamerî yıl geçip son bulmadıkça ona zekât gerekmez. Nisab
miktarı hem senenin başında, hem de sonunda bulunmalıdır. Bu miktarın sene
ortasında azalması, zekâtın verilmesine engel olmaz. Aksine olarak sene içinde
artan mal da, sene sonunda diğer mal ile beraber zekâta tâbi olur.
Örnek: Bir kimsenin (1364) senesi başında temel ihtiyaçlarından fazla iki yüz
dirhem gümüş miktarı artıcı bir malı olup mal, sene sonuna kadar devam etse,
bundan beş dirhem zekât vermek gerekir. Bu mal, sene ortasında yüz dirheme
indiği halde, sene sonunda yine iki yüz dirhem miktarına çıkmış bulunsa, yine
beş dirhem zekât gerekir.
Sene başında en az iki yüz dirhem miktarı iken, sene içinde ticaret, bağış ve
miras gibi sebeblerle dört yüz dirhem miktarına çıkıp sene sonuna kadar devam
etse, on dirhem miktarı zekât gerekir. Fakat böyle bir mal, sene başında yüz
doksan dirhem miktar iken sene sonunda iki yüz veya üç yüz dirhem miktarına
çıkmış bulunsa yahut sene başında iki-üç yüz dirhem miktarı iken, sene sonunda
yüz doksan dokuz dirhem miktarına düşse, zekât gerekmez. Ancak iki yüz dirhem
olduğu günden itibaren devam edecek olan bir yıl sonunda yine aynı miktara veya
daha fazlasına erişecek olursa zekât gerekir.
İmam Züfer'e göre, nisab miktarı, senenin başından sonuna kadar bulunmalıdır.
(İmam Şafıî'ye göre, saime denilen hayvanlarda da hüküm böyledir. Fakat ticaret
mallarında nisabın yalnız ticaret mallarinda sene sonunda tam bulunması
lâzımdır. Sene başında ve ortasında nisabın noksan olması, zekâtın verilmesine
engel olmaz.)
Zekâta bağlı bir mal üzerinden bir yıl geçtikten sonra bu mal artacak olsa, ana
paraya bağlı olarak yıl sonunda zekâta girer.
Zekâtın Sıhhâtının Şartı
Verilen bir zekâtın sahih olabilmesi için, zekâtı verirken veya onu ayırırken
niyetin bulunması şarttır. Bu esastan şu meseleler doğar:
1) Zekâtı fakire verirken veya zekât için bir mal ayırırken bunun zekât olduğunu
kalb ile niyet etmek gerekir. Dil ile söylenmesi gerekmez. Öyle ki, bir malı
fakire zekât niyeti ile verirken bunun bir bağış veya bir borç olarak
verildiğini dil ile söylemek zekâta engel değildir.
2) Bir mal fakire niyetsiz olarak verilince bakılır: Eğer mal henüz fakirin
elinde bulunuyorsa, zekâta niyet edilmesi yeterlidir. Fakat elinden çıkmış ise,
niyet edilmesi yeterli değildir.
Yine, bir kimse, bir adamın malından onun adına zekâtını verdiği zaman, o kimse
buna rıza gösterirse bakılır: Eğer o mal fakirin yanında mevcut bulunuyorsa, bu
zekât sahih olur; değilse olmaz.
3) Zekât vermede vekilin niyeti değil, müvekkilin niyeti geçerlidir. Onun için
bir kimse, zekâtını vermek için bir adamı vekil tayin etse, zekât olarak
vereceği malı teslim ettiği zaman veya o malı vekil fakire vereceği zaman zekâta
niyet etmesi gerekir. Vekilin niyeti yeterli olmaz. Bu vekil, müslüman
olabileceği gibi, bir gayri müslim (Zimmî) de olabilir.
4) Zekât vermek niyetinde olan bir kimse, bunun için bir mal ayırmaksızın zaman
zaman fakirlere bir şeyler verdiği halde, zekâta niyet etmek hatırına gelmese,
bu verdikleri zekâta sayılmaz. Fakat fakire böyle bir mal verirken: "Bunu niçin
veriyorsun?" diye sorulacak soruya, düşünmeksizin hemen "zekât olarak veriyorum"
diyebilecek bir durumda ise, bu niyet yerine geçer.
5) Bir kimse fakirlere bir gün sadaka verdikten sonra: "Şu süre içinde verdiğim
sadakaların zekâtımdan olmasına niyet ettim," demesi yeterli olmaz.
6) Bir kimse elinde bulunan bir malı zekâta niyet etmeksizin tamamen sadaka
olarak verse, bunun zekâtı kendisinden düşmüş olur. İster nafile sadakaya niyet
etmiş olsun, ister olmasın, hüküm aynıdır. Fakat verilen bu mal ile bir nezre
veya başka bir vacibe niyet etmiş olursa, bu mal o niyete göre verilmiş olur.
Verilen bu mala düşecek zekâtı ayrıca ödemek gerekir.
7) Bir kimse, üzerine zekât düşen malının bir kısmını bir fakire bağışlasa, buna
isabet eden zekât kendisinden düşer.
Örnek: Bir zengin, bir fakirde olan yüz bin lira alacağını o fakire bağışlasa,
yalnız bir yüz bin liranın zekâtını vermiş olur. Burada zekâta niyet edip
etmemek eşittir. Bu yüz bin lirayi diğer mallarının zekâtına sayamaz.
Yine, fakir olmayan bir borçluya bir mal bağışlansa, bununla ne o malın ve ne de
başka mallarının zekâtı verilmiş olmaz. Sahih olan görüşe göre, bu bağışlanan
mala düşen zekâtın da ayrıca verilmesi gerekir.
Zekata Bağlı Olan Mallar
Mallar, "Emval-ı batine - Emval-i zahire (kapalı ve açık mallar)" adı ile iki
kısımdır. Nakid paralarla evlerde ve mağazalarda bulunan ticaret malları
"emval-ı batine (kapalı mallar)"dır. Saime denilen (yılın çoğunu kırlarda
otlayarak beslenen) hayvanlar ile bir kısım arazi gelirleri ve madenler, yer
altındaki hazineler ve gümrüklere uğrayan ticaret malları "emval-ı zahire (açık
mallar)"dendir. Bunların hepsi de belli bir ölçüde zekâta bağlıdır.
Batınî malların zekâtını vermek, sahiblerinin din anlayışına bırakılmıştır. Bu
zenginler, bu tür mallarının zekâtını diledikleri fakirlere ve muhtaçlara
verebilirler.
Zahirî (açıkta olan) malların zekâtlarını (vergilerini) belli ölçüler içinde
devlet, özel memurlar aracılığı ile toplayarak belli yerlere harcar. Bu
memurlara "Amil, Saî, Aşir" gibi adlar verilmiştir.
Önceleri, tüccarları yol kesicilerden ve saldırılardan korumak karşılığında bir
kısım zekâtlarını almak için uygun görülen yerlerde "Aşir" adı altında bir takım
memurlar görevlendirilmiş bulunuyordu. Bu memurlar, nisab miktarına ulaşan ve
üzerlerinden bir yıl geçmiş bulunan ticaret mallarından ve paralardan kırkta
birini müslümanlardan toplarlardı. Ancak bu malların sahibleri, daha yola
çıkmadan önce o malların zekâtlarını bulundukları yerde ödediklerini veya bu
mallar karşılığında borçlu bulunduklarını veya mallarının ticaret malı
olmadığını veya zekâtlarının başka bir "Aşir" tarafından alınmış olduğunu
söylerler ve bu ifadelerinin de aksi meydana çıkmazsa onlardan zekât alınmazdı.
Bu memurlar, tüccarların yanında bulunur ve çabuk bozulacak sebze, yaş hurma,
yaş üzüm gibi şeylerden zekât almazlardı; isterse kıymetleri nisab miktarından
fazla olsun...
İslâm ülkelerinde tacirler, ticaret malları için İslâm gümrüklerinde verdikleri
vergileri bu malların zekâtına sayabilirler.
Zekâta Bağlı Olmayan Mallar
Bir kimse, hem kendi ihtiyacını ve hem de geçimleri kendi üzerine olan
kimselerin ihtiyaçlarını karşılayan ve temel ihtiyaçlar adını alan şeylerden
zekât vermez. Oturulan evler, evlerin lüzumlu eşyaları, giyinip kuşanmaya ait
elbiseler, silâhlar, binek hayvanları, hizmet için kullanılan köle ve cariyeler
bir aylık veya bir yıllık yiyecek ve içecek şeyler, ilim sahiblerinin birer
cildden veya takımdan ibaret kitabları, sanatçıların birer takım aletleri temel
ihtiyaçlardan sayılır. İşte bunlar nisab ölçüsüne girmezler.
Ticaret için olmayan fazla miktardaki ev eşyasından kitablardan, sanat
aletlerinden ve yine ihtiyaçtan fazla olan elbiselerden yenilenecek ve içilecek
şeylerden, altın ve gümüşten başka süs eşyalarından, yakut, zümrüt, inci ve
elmas gibi ziynet eşyalarından da zekât vermek gerekmez. Çünkü bunlar (hakikaten
veya hükmen) artıcı değillerdir. Ancak bunlar temel ihtiyaçlar dışında olup
kıymetleri en az nisab miktarına ulaşınca, sahibleri zengin sayılır. Her ne
kadar zekât vermekle yükümlü olmazlarsa da, kendileri zekât ve sadaka alamazlar
ve bunlar üzerine fıtır sadakası ile kurban kesmek vacib olur:
Bir kimsenin kendi malı olduğu halde elinden çıkıp da faydalanamadığı ve eline
bir daha geçmesi de düşünülemediği mallardan zekât verilmez. Bu mallara "Mal-ı
zimar" denir. Bu durumdaki mallar "nami = çoğalıcı" sayılamayacaklarından zekâta
bağlı olmazlar. İsbatı mümkün olmayıp inkâr edilen alacak paralar, zorla alınan,
çalınan, el konulan ve geri alınması umulmayan mallar, denize düşüp çıkarılması
mümkün görülmeyen mallar, kırda gömülüp yerleri unutulmuş geçer paralar ve
kaybolmuş diğer mallar bu kısımdandır. Bunlar elden çıktığı için ve bunlardan
yararlanılamadığı için, ele geçmedikleri müddetçe zekâta bağlı olmazlar. Fakat
bunlar tekrar ele geçince bakılır: Nisab miktarına ulaşır da zekâta bağlı
mallardan olursa, ele geçtikleri tarihten itibaren bir yıl son bulunca,
zekâtlarını vermek gerekir.
Örnek: Yıllarca inkâr edilip bir delil ile isbatı mümkün almayan yüz bin liradan
ibaret bir alacaktan dolayı bu geçmiş yıllar için zekât gerekmez. Fakat daha
sonra borçlunun ikrarı veya şahid ve sened gibi bir delille alacak isbat edilip
tahsil edilse, bu alacağın isbatı anından itibaren zekâta bağlı olur. Aradan bir
yıl geçince de zekâtını ödemek gerekir. Ancak para sahibinin zekâta tabi başka
malı da bulunursa, o zaman bunların zekâtı ile beraber, o ele geçirilen malların
da zekâtını vermek gerekir, bunlar üzerinden bir sene geçmesi beklenilmez.
(İmam Züfer ile İmam Şafiî'ye göre, bu tür malların geçmiş yılları için de zekât
gerekir. Çünkü mülkiyet vardır.)
İnsanlara borçlanıp da, onlar tarafından ödenmesi istenen bir borcun
karşılığında aynı miktarda borçlunun elinde geçer para veya ticaret malı veya
saime hayvan bulunursa, bu zekâta tabî olmaz. Ödünç alınmış paralar, yok olmuş
eşya bedeli, zevcelere ödenecek mehir paraları, geçmiş yıllara ait zekât
borçları, hep bu borç kısmındandır. Bunun için bir kimsenin temel
ihtiyaçlarından başka elinde nisab miktarı geçer parası veya ticaret eşyası
bulunduğu halde, bu miktara denk borcu bulunsa, kendisine zekât farz olmaz.
Bir kimsenin nisabdan fazla malı olduğu halde, bir miktar da borcu bulunsa
bakılır: Eğer bu mevcut malından borcu çıktıktan sonra nisabdan noksan olmamak
üzere bir malı kalırsa, yalnız bu malın zekâtı gerekir. Fakat nisab miktarından
(iki yüz dirhem gümüş kıymetinden) az bir şey kalırsa, bundan zekât gerekmez.
Bir kimsenin yüz bin lira fazla parası olduğu halde, geçmiş yıllardan üzerinde
kalmış zekâttan yüz bin lira borcu bulunsa, kendisine bu yüz bin lira için zekât
gerekmez; çünkü bunun karşılığı kadar borç vardır. Fakat zekâttan kırk bin lira
borcu olursa, geri kalan altmış bin liranın zekâtını vermek gerekir.
Zekât, Allah'ın hakkı olmakla beraber, verilmediği takdirde, en büyük idareci
tarafından istenilip verilmesi gereken yerlere harcanabilir. Bu bakımdan da
zekât, insanlar tarafından istenecek borçlardan sayılır. Adaktan, keffaretten,
fıtır sadakasından ve hac farzından dolayı olan borçlar ise böyle değildir.
Bunların ödenmesi insanlar tarafından istenemez. Bunun için, bu gibi borçların
bulunması, eldeki mevcut malların zekâta bağlı olmasına engel olamaz.
(İmam Şafiî'ye göre, nisab miktarı artıcı (nâmi) bir mala sahib olan, bunun
karşlığında borcu olsa da, yine zekâtla yükümlü olur. Çünkü zekâtın vacib
olması, nisab miktarı olan artıcı (nâmi) mal sebebiyledir. Bu borçlu ise, buna
sahiptir. Hür bir insanın borcu, onun kişiliği üzerine yüklenir. Hemen onun
elindeki mala yüklenmez. Bunun içindir ki, bu malını istediği gibi kullanma
hakkına sahiptir. Borç ile zekât ayrı ayrı haklardır. Birinin bulunması,
diğerinin gerekli olmasına engel değildir.)
Bizce, borçlu fakirdir. Nisab miktarı fazla malı yoksa, kendisine zekât
verilmesi bile caizdir. Zekât vermek ise, zengin olana farzdır.
İnsanlar tarafından istenen bir borcun zekâta engel olması, bu borcun geçer
paradan olması veya başka eşyadan bulunması itibariyle eşittir. Aynı zamanda
borç müddetinin girmiş olup olmaması da eşittir, hükmü değiştirmez. Ancak bu
borç, zekât vacib olmadan önce, insanın üzerine geçmiş bulunmalıdır. Yoksa bir
malın zekâtını vermek vacib olduktan sonra, gelecek olan bir borç, geçmiş zekât
borcunu düşürmez.
İmam Ebû Yusuf'a göre, insan üzerine yüklenen bir borç, zekâtın vücubuna
(gerekli olmasına) engel olmazsa da, İmam Muhammed'e göre engel olur.
Bir borca kefil olan kimsenin, kefil olduğu borca denk malından zekât vermesi
gerekmez. Bu kefalet, borçlunun emriyle olsun veya olmasın eşittir. Çünkü kefil
de borçlu demektir.
Bir borç herhangi bir şekilde düşünce, ona denk olan malın zekâtı için sene başı
bu düşüş tarihinden başlar. Örnek: Bir kimsenin temel ihtiyaçlarından başka
nisab miktarı nâmi (artıcı) bir mali bulunduğu gibi, o kadar da borcu bulunsa,
kendisine zekât gerekmez. Fakat bu borç kendisine, bağışlansa, bu bağışlama
tarihinden itibaren bir sene geçince, bu nisab miktarının zekâtını vermek
gerekir.
Bu mesele, İmam Azam'a göredir. İmam Muhammed'e göre, bu halde o malın üzerinden
bir sene geçmiş olunca zekâtı gerekir. Borç düştükten sonra bir yıl geçmesine
lüzum yoktur.
Geçer para (nakit), ticaret eşyası, saime denilen hayvanlardan ayrı ayrı
nisablara sahib olan bir kimsenin bir miktar borcu olsa, bu borcuna temel
ihtiyaçlarından (ev gibi) biri karşılık tutulamaz. Zekâta bağlı olan mallarından
dilediğini karşılık tutar ve diğerlerinin zekâtini verir. Ancak bu mallardan
bazısının zekâtı devlet tarafindan tahsil edilmiş olursa, o zaman önce borcuna
karşı geçer paraları karşılık tutulur. Geçer paralar yetişmezse, ticaret eşyası
karşı tutulur. Bu da yetmezse, zekâtı az olan hayvanları karşılık tutmak
gerekir. Nisab miktarı veya daha fazla bir şey kalırsa onun zekâtı verilir.
Ticaret için değil de, yalnız kiralarını almak üzere insanın mülkiyetinde
bulunan evlerden, dükkanlardan, gelir getiren tesislerden, kaplardan,
aletlerden, makinelerden ve nakil vasıtalarından zekât gerekmez. Ancak bunların
kira ve gelirlerinden toplanan paralar nisab miktarı olur da karşılığında borç
bulunmazsa, toplanan para üzerinden tam bir yıl geçince veya zekâtı verilecek
diğer para ve eşyalara ilâve edilmekle zekâta tâbi olurlar.
Ticaret için olmayan atlar, iki İmama göre (İmam Muhammed ve İmam Ebû Yusuf),
saime olsun veya olmasın, dişilerle erkekleri karışık olsun olmasın zekâta tâbi
değildirler. Fetva da buna göredir. İmam Azam ile İmam Züfer'e göre, bu atlar
saime olur da; dişileri ile erkekleri karışık bulunursa, bunlar zekâta tâbidir.
Bunlarda nisab aranmaz. Bunların sahibi, kıymetlerinin kırkta birini zekât
olarak verir. Bir görüşe göre de, her at başına bir dinar (altın) veya on dirhem
gümüş verir. Önceleri bir dinar altın, on dirhem gümüşe denk bulunuyordu. Bu
zekâtı devlet tahsil etmez. Yükümlü olan kimse, bu zekâtı dilediği fakire
verebilir.
Ticaret için olmayan sırf erkek atlar, saime olsun olmasın, İmam Azam'a göre de
zekâta tâbi değillerdir. Fakat saime bulunan sade kısraklar için İmam Azam'a
göre zekât gerekir. Çünkü bunlara kaçak erkek atların karışması ihtimali vardır.
Bununla beraber İmam Azam'dan başka bir görüş de rivayet edilmiştir.
Merkeb, katır, av için öğretilmiş köpek ve pars, ticaret için olmayınca, zekâta
tâbi olmazlar, isterse saime olsunlar... Çünkü bunların saime olmaları pek
azdır. Çok az olan şeye ise değer verilmez.
Yük hayvanları ile çifte koşulan hayvanlar, kesilip etleri yenmek veya damızlık
için ahırlarda ve kırlarda beslenen hayvanlar ve ayrıca en az altı ay ahırlarda
yemle beslenen "alûfa" adındaki hayvanlar zekâta tabi değildir.
İmam Malik'e göre, bunlar da zekâta bağlıdırlar. Çünkü zekât, mülk ve maliyet
itibariyledir. Zekât buna şükür olarak verilir. İşte bu hayvanlarda da mülk ve
maliyet vardır.)
Haram mal için zekât verilemez. Böyle haram bir mala sahib olan kimse, o malı
asıl sahibine geri vermesi gerekir. Yoksa fakirlere sadaka olarak verilmesi
gerekmez. Fakat haram bir mal, helal bir mala karışmış olur da, aralarını
ayırmak mümkün değilse, hepsinin zekâtını vermek gerekir.
Zekât zimmete değil, malın aynına bağlı kalır. Onun için bir mal, zekâtı
verilmek icab ettikten sonra helâk olsa, zekâtı düşer. Fakat o mal başkasına
bağışlanmak veya onunla bir ev alınmak suretiyle harcansa, zekâtı düşmez, onun
zekâtını ödemek gerekir.
Zekât için ayrılmış olan bir mal, ziyana uğrasa zekât düşmez. Fakat zekât için
ayrılan bir mal fakirlere verilmeden para sahibi ölse, bu para varislerine miras
kalır.
Zekâttan borcu olan kimse ölünce, bu borcu vasiyet etmemiş olursa; onun
terekesinden bu para alınamaz. Onun malı varislerine geçmiş olur. Varislerden
ehil olanlar, isterlerse, ölünün bu borcunu kendi hisselerinden bağış yoluyla
verebilirler.
Çok kimselerin zekâtlarını vermeye vekil olan kimse, bunlardan aldığı zekât
mallarını birbirine karıştırmaksızın fakirlere vermesi gerekir. Onları birbirine
karıştırdıktan sonra verirse, kendi adına sadaka vermiş olur ve o zekât
mallarını ayrıca ödemesi gerekir.
Ehli Hayvanlara Ait Zekâtlar
Ehli hayvanlar, koyun, keçi, sığır, manda, deve ve at olmak üzere altı cinstir.
Bunlardan, senenin yarısından çoğunu kırlarda ve mer'alarda otlayıp geçinmek
şartı ile sütlerini almak, üretmek ve semizletmek için beslenen hayvanlara "Saime"
denir. Bunun çoğulu "Sevaim"dir.
Bu mer'alarda ve kırlarda altı ay ve daha az bir zaman otlayıp bu maksadlarla
beslenen hayvanlar "Saime" sayılmadığından zekâta bağlı değillerdir. Yine yalnız
binilmek veya yük taşımak yahut kesilip etleri alınmak için mer'alarda az çok
bir müddet otlatılan hayvanlar da zekâta tabi değildir. Ticaret için olan
malların hükmü ise aşağıda yazılıdır.
Saime denilen hayvanlardan, cinslerine göre, senede bir defa olmak üzere belli
bir zekât alınır. Şöyle ki:
Koyun ve Keçilerin Zekâtı
Saime olan koyun ve keçinin zekât nisabı kırktır. Bunlar kırktan az ise,
zekâtları yoktur. Bunlar kırk koyun olunca, bir koyun zekât verilir. Kırkdan
sonra yüz yirmi bir koyuna kadar zekât yoktur. Yüz yirmi bir koyundan ikiyüz bir
koyuna kadar iki koyun zekât verilir. İki yüz bir koyundan dört yüz koyuna kadar
üç koyun verilir. Tam dört yüz koyun için de dört koyun zekât verilir. Bundan
sonra her yüz koyun için bir koyun verilir. Yüzü doldurmayan koyun sayısı zekâta
bağlı olmaz. Zekât olarak verilecek koyun bir yaşını doldurmuş olmalıdır, sahih
olan budur.
Keçi de koyun gibidir. Bunlar bir cins sayılır. Bunlar, nisabı doldurmak için
birbirlerine ilâve edilirler. Böylece otuz koyun ile on keçiden bir koyun zekât
gerekir. Bunların erkekleri ile dişileri zekât hesabı bakımından eşittir. Zekât
olarak verilecek hayvan erkek de, dişi olabilir.
Karışık olan koyun ve keçilerden hangisi daha fazla ise, ondan zekât vermek
sünnettir. Eğer bunlar eşit ise, mal sahibi dilediği cinsten zekâtı verir. Fakat
bu hayvanların hepsi aynı cinsten olursa, o cinsten zekâtın verilmesi gerekir.
Mevcut olan koyunlar yerine keçiden veya keçiler yerine koyundan zekât veremez.
Sığır ve Mandaların Zekâtı
Saime olan sığırlarda zekât nisabı otuzdur. Bundan azı için zekât gerekmez. Otuz
sığırdan kırk sığıra kadar zekât olarak iki yaşına basmış erkek veya dişi bir
buzağı verilir. Kırk sığırdan altmış sığıra kadar, üç yaşına girmiş erkek veya
dişi bir dana verilir. Tam altmış sığır olunca, birer yaşını bitirmiş iki buzağı
verilir. Sonra her otuzda bir buzağı ve her kırkta bir dana verilmek suretiyle
hesab edilir.
Örnek: Yetmiş sığır için bir buzağı ile bir dana zekât verilebileceği gibi,
seksen sığır için de iki dana, doksan sığır için üç buzağı, yüz sığır için bir
dana ile iki buzağı ve yüz on sığır için de dört buzağı veya üç dana vermek
arasında sahibi serbestir. Çünkü bunda dört otuz ve üç kırk vardır. Daha çok
sayılar için de bu şekilde işlem yapılır.
Zekât verme bakımından sığır ile manda arasında fark yoktur, bunlar bir cins
sayılır. Bunlar karışık olunca birbirlerıne ilâve edilirler. Yirmi sığır ile on
manda bulunsa, bunlar için iki yaşına girmiş bir buzağı zekât verilir. Bu iki
cinsten hangisi fazla ise, zekât o fazla cinsten çıkarılır.. Her iki cins eşit
bulunursa, değerleri az olan cinsin en iyisinden veya değeri yüksek olan cinsin
düşüğünden zekât verilir. Sığırlar değer bakımından düşükse, bu sığırların en
iyi buzağılarından zekât verilir ve bu şekilde denge sağlanmış olur.
Develerin Zekâtı
Saime olan develerde zekât nisabı beştir. Beşten az olan develerde zekât yoktur.
Birer yaşını bitirmiş beş deve için bir koyun zekât verilir. Beşten ona kadar
bağışlanmıştır. On deveden yirmi beş deveye kadar her beşde bir koyun verilmesi
gerekir. Tam yirmi beş deve için de, iki yaşına girmiş bir dişi deve yavrusu
verilir. Otuz beş deveye kadar başka bir şey verilmez. Tam otuz altı deveden
kırkbeşe kadar da üç yaşını bitirmiş bir dişi deve verilir. Kırk altı deveden
altmışa kadar da, dört yaşına girmiş bir dişi deve verilir. Tam altmış bir
deveden yetmiş beş deveye kadar da beş yaşına girmiş bir dişi deve verilir.
Yetmiş altı deveden doksana kadar da, üçer yaşına girmiş iki dişi deve vermek
gerekir. Tam doksan birden yüz yirmiye kadar da, dört yaşına girmiş iki dişi
deve verilir. Yüz yirmi deveden yüz kırk beş deveye kadar da, böyle dört yaşında
iki deve ile beraber her beş devede de bir koyun verilir. Yüz kırk beşden sonra
da, fıkıh kitablarımızda açıklandığı ölçülerle zekâtları verilir.
Zekâtları verilecek develerin erkek ve dişi olarak karışık bulunmaları veya arab
ve acem develeri olmaları fark etmez. Ancak zekât olarak verilecek develerin
orta değerde dişi olması şarttır. Erkek deve verildiği takdirde, kıymeti
itibariyle verilir.
Sene başında nisab miktarında bulunan saime hayvanlara, sene içinde bağış, miras
ve satın alma gibi yollarla aynı cinsten bir kısım saime hayvanlar eklenecek
olsa, sene sonunda bunların tümünden zekât vermek gerekir.
(İmam Şafiî'ye göre, bu eklenen kısım nisab miktarına ulaşsın veya ulaşmasın,
mülkiyete geçme tarihinden itibaren bir yıl geçmedikçe zekâta tâbi olmaz.)
Saime bulunan hayvanlar arasındaki kör ve zayıf hayvanlar da nisab hesabına
girer. Fakat bunlar zekât olarak verilmez.
Saime olup da henüz birer yaşını doldurmamış olan kuzulardan ve sığır, manda,
deve yavrularından da zekât vermek gerekmez. Bu, İmam Azam ile İmam Muhammed'e
göredir. İsterse sayıları nisab miktarından çok fazla olsun. Fakat bu yavrular
arasında kendi cinslerinden büyük hayvanlar bulunursa, bu büyüklere bağlı olarak
onlar için zekât gerekir. Meselâ: Sene başından sene sonuna kadar bir koyun ile
otuz dokuz kuzu bulunsa, sene sonunda bu koyun zekât olarak verilir. Bunlardan
bir kuzu verilmesi yeterli olmaz.
Yine, yirmi dokuz sığır yavrusu ile bir tane sığır bulunsa, iki yaşına girmiş
bir buzağı vermek gerekir.
Yine, dört deve yavrusu ile bir tane de iki veya üç yaşına girmiş deve bulunsa,
bir koyun verilmesi gerekir. Eğer sene içinde veya sene çıktıktan sonra bu yaşlı
hayvanlar ölecek olsa, geride kalan kuzu ve yavrular için yine zekât vermek
gerekmez.
İmam Ebû Yusufa göre, böyle yaşlarını henüz doldurmamış hayvanlardan nisab
miktarına ulaşan olursa, zekât gerekir. Böylece kırk kuzu için bir kuzu zekât
verilir.
(İmam Şafiî Hazretlerinin de görüşü böyledir.)
Saime olan hayvanlarda iki nisab arasındaki miktar, ittifakla zekât dışında
kaldığından bundan dolayı zekât gerekmez. Zekâta bağlı olmayan bu iki nisab
arasındaki hayvanlar helâk olduğu takdirde de, bunların helâki İmam Azam ile
İmam Ebû Yusuf'a göre zekâta tesir etmez. Fakat İmam Muhammed ile İmam Züfer'e
göre, bunlar helâk olunca, zekât da o nisbette düşer.
Meselâ: Bir kimsenin altmış koyunu bulunsa, bunlardan kırk koyun için yalnız bir
koyun zekât gerekir. Bunlar yüz yirmi koyuna ulaşmadıkça geri kalan yirmi koyun
için zekât gerekmez, bunlar zekâttan müstesnadır. Bu durumda bu altmış koyundan
on veya yirmi koyun telef (helâk) olsa, yine geri kalan kırk koyun için İmam
Azam ile İmam Ebû Yusufa göre, bir koyun zekât ödenmesi gerekir. Fakat İmam
Muhammed ile İmam Züfer'e göre, böyle altmış koyundan on veya yirmisi telef
olsa, zekât da o nisbette azalır. Şöyle ki:
On koyun telef olunca, bir koyunun altıda biri, yirmi koyun telef olunca, bir
koyunun altıda ikisi nisbetinde zekât miktarı azalmış olur.
Ticaret Mallarının Zekâtı
Her nevi ticaret malları zekâta tâbidir. Ticaret malları, uruz denilen mallardan
ve kumaşlardan olabileceği gibi, buğday, arpa, pirinç benzeri ürünlerden ve
demir, bakır, kalay gibi ağırlık eşyalarından, koyun, deve ve at gibi
hayvanlardan, ev, dükkân ve han gibi gelir getiren mallardan da olabilir.
Ticaret (alım-satım) için olan akarların kira bedelleri de ticaret malı sayılır.
Bu ticaret için olan mülklerden alınan gelirlerde ticaret niyeti olması şart
değildir.
Sene başında nisab miktarına ulaşan (kıymetleri en az iki yüz dirhem gümüş veya
yirmi miskal altın bulunan) ticaret mallarının zekâtı için, sene sonundaki
kıymetlerine itibar olunur ve bu kıymetlere göre zekât verilir. Bu kıymetler
nisab miktarından aşağıya düşerse, zekât verilmez. Sene ortasında azalıp
çoğalmalarının bir tesiri olmaz.
Ticaret için olan hayvanlarda da, hayvanların sayısına veya saime olmalarına
bakılmaz. Her halde bunların kıymetleri esas alınır.
Ticaret mallarının sene sonundaki kıymetleri, bulundukları yerdeki piyasaya göre
takdir edilir. Bu fiyat biçmede sahibleri serbestir. Dilerlerse bu kıymetleri
altın ile ve dilerlerse gümüş ile takdir ve tayin edebilirler. Fakat bunlardan
birine göre nisab miktarında bulunduğu halde, diğerine göre nisaba ulaşmasa,
nisaba ulaşan değere göre zekâtı vermek gerekir. Meselâ: Bir ticaret malının
kıymeti iki yüz dirhem gümüşe eşit olduğu halde, yirmi miskal altına eşit
olmayıp bundan eksik olsa, nisab bulunduğuna göre hesaplanarak o malın zekâtı
verilir.
Ticaret niyeti, ticaret işi ile beraber olmalıdır. Böyle bir işten soyutlanmış
olan bir niyetle bir mal, ticaret için olmuş olmaz. Buna göre, bir insan bir
malı satın alırken veya satmak için birine verirken ticarete niyet etse, o mal
ticaret için olur.
Fakat bir kimse, kendisine miras bırakılan, bağışlanan veya vasiyet gibi bir
yolla geçen mal hakkında ticareti niyet etse, yalnız bu niyetle o mal ticaret
için olmaz. Bu mesele İmam Muhammed'e göredir. Fakat İmam Ebû Yusuf'a göre, bir
kimse kendisine bağışlanan veya vasiyet edilen bir malı ticaret niyetiyle kabul
etse, o mal ticaret için olmuş olur. Çünkü ticaret mal kazanmak için yapılan bir
sözleşmedir. Bir kimsenin kabulü bulunmadıkça, mülküne girmeyecek olan bir şey
ise, onun kabulü ile bir kazancı olur. Artık onun bu işinde ticaret niyetinin
bulunması sahih olur.
Başlangıçta ticaret niyeti ile satın alınmamış olan bir takım eşya veya bir
miktar zahire benzeri mal, ileride satılmak üzere saklanırsa, bu bir ticaret
malı sayılmaz. Onun için bunun üzerinden bir yıl geçmekle zekâtı gerekmez.
Ölçülür, tartılır veya sayılır şeylerden olan bir ticaret malının kıymeti, sene
sonundan sonra artacak veya eksilecek olursa, buna bakılmaz. Ancak tam sene
sonundaki kıymetine bakılır, ona göre zekâtı verilir.
Örnek: Sene başından sonuna kadar yüz bin lira kıymetinde bulunan kırk kilelik
bir ticaret zahiresi, sene sonundan sonra yüz yirmi bin liraya çıksa veya seksen
bin liraya düşse, bu değişikliğe bakılmaz, tam sene sonundaki yüzbin liradan
ibaret olan kıymete göre zekât verilir. Buna göre, zekâtı, malın kendinden
kırkta bir nisbeti ile verilmediği takdirde, kıymeti olan yüz bin liradan aynı
kırkta bir nisbeti ile ödenir.
Ticaret malları bir yıl içinde kendi cinsleriyle veya başka cinslerle
değiştirilecek olsa, bir senelik müddet kesilmiş olmaz; yine sene sonunda
zekâtlarını vermek gerekir. Geçer paraların değiştirilmesi hakkında da hüküm
böyledir.
Örnek: Bir kimse sene başında en az iki yüz dirhem gümüş kıymetinde bir ticaret
malına sahib olsa veya bu değerde geçer parası olsa, sene ortasında bunlarla
başka bir ticaret malı aldığı zaman bakılır. Eğer elde olan bu mal sene sonunda
yine iki yüz dirhem gümüş kıymetinde veya daha ziyade ise, zekâta bağlı olur.
Ticaret için olmayan Saime hayvanlar, sene içinde gerek kendi cinsleri ve gerek
başkası ile değiştirilecek olsa, sene başından başlayan müddetin hükmü kalmaz.
Değiştirmek suretiyle ele geçen mal veya nakid üzerinden, değişme tarihinden
itibaren bir yıl geçmedikçe zekât gerekmez.
Örnek: Saime olan kırk koyun, sene içinde başkasına verilip bunların yerine yine
saime olan kırk koyun veya beş deve alınacak olsa, bunların alınışı üzerinden
bir yıl geçmedikçe onlardan zekât alınmaz. Çünkü saimelerden alınacak zekât,
onların ayinleri (bizzat kendileri) ile geçerli olur. Onlara karşılık alınan
saime hayvanlar ise, önceki saime hayvanların aynı değildir. Halbuki ticaret
mallarında bu ayniyet işine bakılmaz. Bunlarda geçerli olan sadece maliyettir.
Ticarette ise bu değişiklik istenen bir esas olup bu maliyete aykırı değildir.
Ancak bu saime hayvanlardan zekâtları verilmeden veya verildikten sonra geçer
para ile değiştirilecek olur da adamın yanında başka geçer paralar nisab miktarı
bulunursa, bu nakidler birbirine ilâve edilir. Bu nisab miktarı ana para
üzerinden bir yıl geçince, hayvanlardan ele geçirdiği paralar da buna ilâve
edilerek zekâtları toptan verilir. Nisab miktarı ticaret malı bulunduğu takdirde
de hüküm böyledir.
İmam Züfer'e göre, bu saime hayvanlar kendi cinsleri ile değiştirilirse, bu
değişiklik müddetin hükmüne engel olmaz. Yine aynı senenin sonunda zekâtlarını
vermek gerekir, değiştirme tarihine bakılmaz.
(İmam Şafiî'ye göre de, gerek kendi cinsleri ile, gerek cinslerinden başkası ile
değiştirilmiş olsunlar, müddet kesilmiş olmaz.)
Ticaret maksadı ile kırlarda, mübah mer'alarda beslenen ehli hayvanlar, saime
zekâtına değil, diğer ticaret malları gibi, kıymetlerinin kırkta biri
nisbetinden zekâta tâbi olurlar. Fakat sonradan yalnız sütleri veya dölleri
alınmak üzere saime olmalarına niyet edilecek olursa, o zaman saime zekâtına
bağlanırlar ve zekât başlangıcı bu niyet tarihinden başlayarak tam bir yıl
sonunda geçerli olur. Böylece sene sonunda zekâtları saime olarak verilir.
Mübah mer'alardan maksad, para ve kira karşılığı olmaksızın bütün insanların
hayvanlarını parasız otlatmalarına ayrılan yerlerdir.
Altın ile Gümüşün Zekâtı
Altın ile gümüş ister külçe halinde olsun, ister darbedilmiş olsun, bunlar hangi
maksadla bulundurulursa bulundurulsun, nisab miktarına ulaşıp da üzerlerinden
bir yıl geçerse, zekâta tâbi olurlar.
Altının nisabı yirmi miskaldır. Gümüşün nisabı iki yüz dirhemdir. Bir miskal
yirmi kırattır. Her kırat da beş arpa ağırlığıdır.
Bir şer'î dirhem ise, on dört kırattır. Bu halde on şer'î dirhem, yedi miskal
ağırlığına denktir.
Bir de örfî dirhem vardır ki, on altı kırattır. O halde yirmi miskal yirmi beş
örfî dirheme eşittir. İki yüz şer'î dirhem de yüz yetmiş beş örfî dirheme
eşittir.
Bazı fıkıh alimlerine göre, zekât ve fitre sadakası konusunda her beldenin örfi
dirhemi esas alınmalıdır. Buna göre gümüşün nisabı, iki yüz örfi dirhemden
ibarettir. Bu şekilde de fetva verilmiştir. Fitre konusuna bakılsın..
Yirmi miskal altının zekâtı, yarım miskal altın olduğu gibi, ikiyüz dirhem
gümüşün zekâtı da, beş dirhem gümüştür. Yirmi miskalden fazla olan altın dört
miskale ulaşmadıkça ve iki yüz dirhem gümüşten fazla olan miktar kırk dirheme
ulaşmadıkça, bu fazlalıklar için ayrıca zekât gerekmez. Ancak bu fazla miktar
ile beraber başka bir ticaret malı da bulunursa, o zaman bu fazla miktarlarla
hepsinin zekâtı verilir. Fakat altın ile gümeşten nisab üstünde fazla olan
miktar, kıymetçe dört miskala veya kırk dirheme eşit olursa, bu fazladan da
zekât gerekir. Bu mesele İmam Azam'a göredir. İki İmama (İmam Muhammed ve İmam
Ebû Yusuf) göre ise, böyle küsurların da ne olursa olsun, zekâtını vermek
gerekir.
Örnek: Bir kimsenin yalnız iki yüz otuz dokuz dirhem gümüşü bulunsa, İmam Azam'a
göre, yalnız iki yüz dirhem için beş dirhem zekât vermek gerekir. Küsur olan
otuz dokuz dirhem için zekât gerekmez. Bu küsur kırka ulaşmadıkça zekâtı yoktur.
İki imama göre, bu küsurlar için de kırkta bir nisbetinde zekât vermek gerekir.
Yine, bir kimsenin yalnız iki yüz yetmiş dirhem gümüşü bulunsa, İmam Azam'a
göre, iki yüz kırk dirhem için altı dirhem zekât vermesi gerekir, geri kalan
otuz dirhem için bir şey gerekmez. Fakat iki İmama göre, bu geri kalan kısım
için de zekât gerekir. Altın hakkında da hüküm böyledir.
Altın ile gümüşün nisablarında, bunlardan zekât verilmesi için, kıymetlerine
değil, ağırlıklarına bakılır. Bunda ittifak vardır.
Buna göre altından yapılmış bir tepsinin ağırlığı nisab miktarından az, meselâ
on dokuz miskal olduğu halde, kıymeti yirmi miskalden fazla bulunsa, ittifakla
zekâta tâbi olmaz. Ancak bununla beraber zekâta tâbi başka bir mal bulunur da,
tümü nisab miktarına ulaşırsa zekât gerekir.
Yine, iki yüz adet gümüş dirhemden biri ağırlıkça biraz noksan bulunsa, bunlara
zekât gerekmez. Fakat başka bir zekât malı bulunursa zekât gerekir.
Kendilerinde riba (faiz) uygulanmayan, şer'an ölçek ve tartı esasına bağlı
bulunmayan mallardan zekât verilmesinde kıymetlerine bakılır. Ağırlık ve
adetlerine bakılmaz.
Buna göre, üzerine zekât olarak orta durumda iki koyun farz olan kimse, bunların
kiymetlerini para olarak verebileceği gibi, bu ikisinin kıymetine denk iyi bir
koyun vererek de zekâtını ödeyebilir. Çünkü koyunları kıymete bağlı
mallardandır. Bunlarda riba (faiz) olmaz.
Fakat kendilerinde riba işlemi yürütülebilen mallarda böyle kıymete değil,
ağırlığa itibar edilir. Meselâ: Zekât olarak verilmesi gereken beş kilo bugday
karşılığında, dört kilo iyi cins buğday verilemez.
Yine, iki miskal altın yerine, bir miskal ağırlığında olup üzerindeki sanattan
dolayı, iki miskal kıymetinde bulunan bir altın verilemez. Çünkü bu durumda riba
(faiz) gerçekleşir.
Bu mesele, İmam Azam ile iki İmama göredir. İmam Züfer'e göre verilebilir. Çünkü
kıymetleri eşittir. Kıymetler eşit olunca, kul ile Yüce Allah arasında riba
düşünülemez.
(Riba'ya bağlı mallar için, kerahet ve istihsan bölümüne bakılsın)
Altın veya gümüşten yapılmış bulunan ziynet takımları ve süs eşyaları, tablolar
gibi maddelerden de, nisab miktarına ulaşınca zekât gerekir. Bu zekât kendi
cinslerinden olmayan bir mal ile ödeneceği takdirde, ağırlıklarına değil,
kıymetlerine bakılır. Bunda da ittifak vardır. Fakat kendi cinsleriyle ödeneceği
takdirde, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre, ağırlıkları esas alınır. İmam
Züfer'e göre kıymetlerine bakılır. İmam Muhammed'e göre de, fakir için daha
faydalı olan tarafa itibar edilir.
Örnek: Yirmi miskal ağırlığında bulunan bir altın bilezik, kendisindeki sanat
bakımından yirmi beş miskal kıymetinde bulunsa, bakılır: Eğer zekâtı gümüş gibi
başka bir cinsten verilecek olursa, ağırlığı olan yirmi miskale değil, kıymeti
olan yirmi beş miskale bakılarak zekâtını vermek gerekir. Fakat bunun zekâtı
kendi cinsinden olan altından verilecekse, İmam ile İmam Ebû Yusuf'a göre,
ağırlığı olan yirmi miskal altına göre verilmesi gerekir. İmam Muhammed ile İmam
Züfer'e göre, bu yeterli olmaz; altının kıymetine göre, değer farkı olan beş
miskalin de ayrıca zekâtını vermek gerekir.
Yine, İki yüz dirhem has gümüş için, dört dirhem has gümüş kıymetinde olan beş
dirhem karışık gümüş verilse, bu İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre yeterli
olur. Çünkü ağırlık bakımından istenen miktara eşittir. Fakat İmam Züfer ile
İmam Muhammed'e göre yeterli olmaz; çünkü kıymet bakımından istenen değerden
daha azdır.
Aksine olarak iki yüz dirhem karışık gümüş için beş dirhem karışık gümüş
kıymetinde dört dirhem saf gümüş verilse, bu İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göre
yeterli olmaz. Çünkü ağırlık esasına göre noksandır. Fakat İmam Züfer'e göre
yeterlidir; çünkü kıymet bakımından eşitlik vardır. Cenabı Hak ile kul arasında
riba düşünülemez.
Altın ile gümüşün ve ticaret mallarının nisabında, bunların bir cinsten olmaları
şart değildir. Onun için bir kimsenin bir miktar altını ile gümüşü ve bir miktar
da ticaret malı bulunur da, bunların tümünün kıymeti bir nisab miktarı olan iki
yüz dirhem gümüşe denk olursa, kırkta bir zekâtlarını vermek gerekir.
Her biri nisab miktarından noksan olan altın ile gümüş, İmam Azam'a göre, kıymet
bakımından birbirini tamamlayarak nisab aranır. İki İmam'a göre ise ağırlık
bakımından birbirini tamamlarlar.
Buna göre: Bir kimsenin yüz dirhem gümüşü ve yüz dirhem gümüş kıymetinde de on
miskal altını bulunsa, bunun için ittifakla beş dirhem gümüş zekât vermesi
gerekir. Fakat yüz dirhem gümüş ile yüz dirhem gümüş kıymetinde beş miskal
altını yahut elli dirhem gümüş ile yüz elli dirhem gümüş kıymetinde on miskal
altını bulunsa İmam Azam'a göre beş dirhem miktarı zekât gerekirse de, iki
İmam'a göre gerekmez; çünkü cüz bakımından nisabları noksandır. Fakat yüz elli
dirhem gümüş ile elli dirhem kıymetinde beş miskal altın bulunsa, yine ittifakla
zekâtları gerekir. Çünkü kıymetleri tam gümüş nisabına denktir. Bundan başka
birinin nisabı dörtte üç, diğerinin nisabı dörtte bir nisbetinde mevcut
olduğundan tamamı bir nisaba denk bulunmuş olur.
Yüz elli dirhem gümüşle beraber altmış veya seksen dirhem gümüş kıymetinde beş
miskal altın bulunsa, İmam Azam'a göre iki yüz dirhemin kırkta biri olarak beş
dirhem zekât gerekir. Küsurlar kırka ulaşmadığı için bunlardan zekât gerekmez.
İki İmam'ın görüşüne göre, bu küsurlardan dolayı da kırkta bir nisbetinde zekât
vermek gerekir. Küsurlarda bağış, iki İmam'a göre yalnız saime hayvanlara
mahsustur. Bu bağışlanan küsur, geçerli para ile ticaret eşyalarında olmaz.
(İmam Şafiî'ye göre, altın ile gümüş, nisabı doldurmak için birbirlerine ilâve
edilemez; çünkü cinsleri değişiktir. Bunların her biri için ayrı ayrı tam bir
nisab şarttır.)
Geçerli olan karışımlı paraların altınları veya gümüşleri, kendilerine karışmış
bulunan yabancı maddelerden daha fazla veya eşit bir halde ise, bunlar altın ve
gümüş hükmündedir, ona göre zekâtları verilir. Eğer bu paraların altın veya
gümüş kısmı, onlara karıştırılan yabancı maddelerden az ise, bunlar ticaret malı
hükmüne girerler. Sene sonunda kıymetlerine göre zekâtları verilir. Bunlarda
ticaret niyeti aranmaz; çünkü geçerli para yerindedirler.
Geçerli olan paralar veya ticaret malları altın ile gümüşten karışık halde
olsalar bakılır: Altınları karışan yabancı maddeden fazla olanlar altın
hükmünde, gümüşleri fazla olanlar da gümüş hükmünde olur. Buna göre nisab
miktarına ulaşınca, zekâta girerler. Böyle altın veya gümüşü, yabancı maddeden
daha fazla olan geçerli paralar ticaret malı olmayınca ağırlıklarına bakılır.
Eğer nisaba ulaşırlarsa zekâtları verilir, değilse verilmez. Ancak nisabdan az
olan bu gibi geçerli paralar yanında zekâta bağlı başka mal varsa, ona göre
zekât gerekir.
Para halinde geçerli olmayan altın ile gümüş, başka bir madenle karışık olunca
çoğunluğa göre hükmedilir. Altın veya gümüş yabancı maddeden fazla veya eşit
durumda ise, tümü altın veya gümüş hesab edilir. Eğer altın veya gümüş,
karıştırılmış yabancı maddeden az ise bakılır: Altın veya gümüş kısmı kıymetçe
nisaba ulaşırsa veya ulaşmadığı takdirde, zekâta bağlı başka mallar varsa,
onlarla beraber zekâtlarını vermek gerekir.
Bunlar ticaret mallarından ise, diğer maden kısmı da ayrıca nazara alınır.
Bunların altın veya gümüş kısmı, böyle nisab miktarına ulaşmıyorsa, hepsi
ticaret eşyası hükmünde olur. Bu halde ticaret mallarından ise, kıymetleri en az
iki yüz dirhem gümüşe denk olmalıdır ki, zekâta bağlı olsunlar. Yahut nisaba
varmıyorsa, kendileriyle beraber başka ticaret malı veya geçerli para mevcut
ise, bunlarla zekâta tâbi olurlar, değilse olmazlar.
Altın ile gümüş darbedilmiş geçerli para cinsinden olmamak üzere karışık bir
halde bulunursa, bakılır: Eğer yalnız başına olarak altın nisab miktarında ise
veya ikisi bir nisab miktarında olup altın gümüşe ağırlık veya kıymetçe üstün
veya eşit ise, hepsi altın sayılır. Ona göre zekât gerekir. Fakat altın nisab
miktarında olmayıp kendisine gümüş galip ise, o zaman hepsi gümüş sayılır.
Örnek: Altın yirmi miskal olduğu halde, gümüş iki yüz veya üç yüz dirhem
bulunsa, bunların hepsi altın sayılır (çünkü yalnız başına altın nisabı
gerçekleşmiştir. Bu esas alınır.) Yine, altın on miskal olduğu halde, iki veya
üç yüz dirhem gümüş kıymetinden daha değerli olsa, yine hepsi altın sayılır.
Fakat altın on miskal olduğu halde, gümüş kısmı yüz veya iki-üç yüz dirhem kadar
olup kıymetçe on miskal altından daha yüksek bulunsa, hepsi de gümüş sayılır.
Kâğıt Paralarla Banknotların Zekâtı
Kaime ve evrak-ı nakdiye denilen kâğıt paralar, istenilen zamanda bankaların
nakde çevirdiği ve bedellerinin alınabildiği banknotlar nakid para hükmündedir.
Çünkü bunların altın ve gümüş gibi piyasada kullanılması âdet haline gelmiştir.
Bunların karşılıkları gerçekten veya hükmen mevcut bulunmaktadır. Bunlar hazır
bir mal demektir ve bütün insanların servetini teşkil etmektedir. Bunlardan
yeterince elde bulunduranlar fakir değil, zengin sayılmaktadır. Bunlar sadece
bir alacak senedi yerinde değildir. Bunlardan hemen faydalanmak mümkündür.
Bunlar birer geçerli para ve değişim vasıtası olarak kabul edilmiştir. Bunlar
diğer paralar gibi istenilen zamanda harcanır ve değiştirilerek karşılığında
yarar sağlanır.
Onun için bunlar, geçerli para ve ticaret malları hükmünde olup kendi başlarına
veya diğer altın ve gümüş paralarla veya ticaret malları ile beraber nisab
miktarında olunca en az iki yüz dirhem kıymetine denk bulununca, sene sonunda
altın veya gümüş ile olan kıymetlerinin kırkta biri nisbetinde zekâta bağlı
olurlar. Bu zekât kendi cinslerinden de verilebilir.
Örnek: Kırk liranın zekâtı için bir lira zekât verilmesi caizdir. Aynı şekilde,
karışım halinde olup altın ve gümüşü az bulunan madenî paralarla sırf bakırdan,
nikelden veya deriden yapılarak geçerli durumda olan paralar hakkında da hüküm
böyledir.
Eğer bunlar, altın ve gümüş gibi nakid sayılmayıp zekâta bağlanmasalar, fakirler
zekât nimetinden mahrum olur. Birçok zenginler de, servetlerini bu gibi kâğıt ve
madeni paralara bağlayarak zekât gibi büyük bir nimetin sevabından nasipsiz
kalmış bulunurlardı. Böylece zekâtın farziyetindeki şer'î hikmet de ortaya
çıkmazdı.
Bankalara yatırılan ve belli müddetlerde alınabilen ve karşılığında senedleri
bulunup başkalarına devredilebilen asıl paralar da, ikrarla, senedle sabit borç
paralar hükmündedir. Onun için bunlar da nisab miktarında bulunup üzerlerinden
her sene geçtikçe zekâta bağlı olurlar.
İstenen Borç Paraların Zekâtı
Başkalarının üzerinde olup deyn (borç) denilen ve nisab miktarına ulaşmış
bulunan paralar zekâta tâbi olup olmama bakımından şöyle üç kısımdır:
1) Kuvvetli Alacak: Bunlar, borç olarak verilen paralar ile ticaret mallarının
bedeli olan alacaklardır. Bu alacaklar, borçlular tarafındarı ikrar edilince,
tahsil edildikleri zaman geçmiş senelere ait zekâtları da verilmek gerekir.
Şöyle ki:
Bir kimsenin iki sene müddetle üzerinde olup ikrar ettiği on bin lira borcu,
kendisinden tahsil edilinee, geçen o iki yıla ait zekâtı vermek gerekir. Bu
halde, bu on bin tira, kıymetçe bin dirhem gümüşe eşit olsa, bundan birinci sene
için 250 lira veya 25 dirhem gümüş zekât verilir. Geri kalan 9750 liradan da
ikinci sene için İmam Azam'a göre 240 lira veya 24 dirhem gümüş verilir ki, bu
miktar küsur kalan on beş dirhem hariç kalmak üzere 9750 dirhem kırkta birine
eşittir. İki İmama göre ise 243 lira 30 Kuruş zekât vermek gerekir. Çünkü küsur
kalan on beş dirhem de kırkta bir nisbetinde zekâta tâbidir.
Böyle kuvvetli bir borç olup da üzerinden sene geçmiş ise, bundan en az kırk
dirhem miktarı tahsil edilirse, bunun zekâtı hemen verilir. Bundan az tahsil
edilirse, hemen zekâtının verilmesi gerekmez. Ancak bu miktar borcu tahsil eden
kimsenin başka zekât malı varsa onunla beraber bunun da zekâtını verir. Fakat
böyle bir borç inkâr edilmekte ise, tahsil edildiği zaman geçmiş yıllara ait
zekâtı, İmam Muhamed'e göre gerekmez. Alacaklının, elinde sened veya şahid
bulunması bu hükmü değiştirmez. Çünkü her delil hakim için geçerli olmaz. Herkes
de dava açıp delillerini ortaya koyamaz. Sahih kabul edilen görüş budur.
2) Orta Alacak: Ticaret için olmayan bir malın bedelinden bir kimse üzerinde
kalan alacaktır. Ev kirasından bir kimse üzerinde kalan bir alacak veya eski bir
elbisenin verilmesinden dolayı karşılığında istenen bir para gibi. Bu gibi
alacaklar, borçlunun üzerinde kaldığı müddet geçecek yıllar için zekâta tâbi
olmazlar. Ancak tam nisab miktarı (iki yüz dirhem gümüş miktarı) tahsil edilince
zekâtı gerekir. Nisabdan az tahsil edilen için gerekmez. Yalnız sahibinin zekâta
tâbi başka malları varsa, o zaman nisab miktarını bulan bu mallar arasında bunun
da zekâtı verilir.
İmam Azam'dan, daha sahih görülen bir rivayete göre, bu kısım alacakların geçmiş
yıllara ait zekâtları gerekmez. Ele geçtikten sonra, üzerlerinden bir yıl
geçmedikçe zekâtları gerekmez. Eğer para sahibinin zekâta bağlı başka malı
olursa, o zaman hepsinin zekâtı verilir.
3) Zayıf Alacak: Bu, bir malın bedeli olmaksızın bir kimsenin üzerinde kalan
alacaktır. Varisin üzerinde kalan ve sahibine ödenmesi gereken vasiyet parası,
henüz ele geçmemiş diyet bedeli, kadının kocası üzerindeki mehir alacağı, boşama
anlaşması sonunda alınacak mâl bedeli gibi. Bu nevi alacakların geçmiş yıllar
için zekâtı gerekmez. Nisab miktarı ele geçip üzerinden bir yıl geçmedikçe de
zekâtları verilmez. Ancak az çok ne kadar tahsil edilirse, zekâtâ bağlı diğer
mallara ilâve edilirler. Böylece onların da zekâtı birlikte verilmiş olur. Bir
rivayete göre, bunlardan diyet ve kitabet bedeli müstesnadır. Bunlar ele
geçişlerinden itibaren zekâta girerler.
(İmam Şafiî'ye göre alacak, zekâtın ödenmesini geciktiremez. Ele geçmese de onun
zekâtını vermek gerekir. Çünkü borç verilmesi, hak sahibinin arzu ve isteği ile
olmuştur. Bu bakımdan fakirin hakkını geciktirmekte hakkı bulunmaz.)
Arazi Ürünlerinin Zekâtı
Arazi ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin cinsine göre değişir. Bu
miktar, zekât, sadaka, haraç ve icar bedeli mahiyetinde olur. Şöyle ki: Bugün
müslümanların ellerindeki arazi, başlıca şu dört kısma ayrılmıştır:
1) Öşür Arazisi: Fethedilen bir memleketin halkı kendi rızaları ile müslüman
olur da, ellerindeki arazi onların mülkiyetine geçirilirse veya bir memleket
kuvvet gücü ile fethedilip arazileri islâm mücahidlerine mülkiyet üzere verilmiş
olursa, bu gibi topraklar öşür arazisidir. Arab yarımadası bu çeşit arazidir. Bu
toprakların ürünlerinden onda bir veya yirmide bir nisbetinde "Öşür" adı ile
zekât alındığı için bunlara "Öşür Arazisi" denmiştir.
2) Haraç Arazisi: Bu, anlaşma veya üstünlük elde etmek suretiyle fethedilip
yerli bulunan gayri müslim halka veya diğer gayri müslimlere temlik edilmiş olan
topraklardır. Irak köyleri ve çevresi bu kısımdandır.
Bu çeşit araziden, ya ürününe göre veya uygun görülecek belli bir miktarda
(haraç) adıyla bir vergi alınır. Bu zekât değildir.
3) Sırf Mülk Arazisi: Memleket arazisinden olup Hazineye ait iken sonradan bir
bedel karşılığında bazı kimselere satılmış bulunan topraklardır. Bunların
ürünleri de, sahibleri müslüman olunca, zekât bakımından Öşür arazisinin
ürünleri gibidir.
Yalnız mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı olduğundan
bunların ürünlerinden ve ağaçlarının meyvalarından öşür vesaire alınmaz.
4) Memleket Arazisi: Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin
mülkiyetine geçirilmeksizin bütün müslümanların yararına bırakılmış olan
topraklardır. Bunlar bütün halk adına devlete ait olup kullanma hakkı halka tapu
ile verilegelmiştir. Bunların yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu
haklara sahib olanlar icarcı (kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri belli
hisse veya vergiler de, icar bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir
arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında zekât gerekmez. Çünkü öşür ile
haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir arazide toplanmaz.
Türkiyedeki arazi genellikle bu kısımdandır.
Arazi ürünlerinde İmam Azam'a göre nisab aranmaz. Buğday arpa, pirinç, darı,
karpuz, hıyar, patlıcan, yonca, şeker kamışı benzeri öşür arazisi ürünlerinde,
az da olsa çok da olsa, "Öşür" adı ile hisse alınır..
İki İmam'a göre, beş vask [Bir "Vask" altmış sa'dır. Bu da (62400) dirheme
eşittir. Bunun beş katı da yaklaşık olarak 950 kg.dır.] miktarı olmayan
ekinlerden ve insanların elinde bir sene kalmayacak sebzelerden öşür alınmaz.
Bir öşür arazisi yağmur veya ırmak, çay suları ile sulanırsa, ürünleri onda bir
nisbetinde "Öşür" zekâtına tâbi olur. Eğer dalya, dolap ve hayvan ile veya satın
alınacak sularla bütün sene veya senenin yarısından çoğu sulanacak olursa
yirmide bir nisbetinde öşür alınır.
Tohumlar, amele ücretleri ve diğer masraflar elde edilen üründen çıkarılmaz. Bu
ürünler üzerinden bir yıl geçmesi de gerekmez. Bir yıl içinde birkaç defa elde
edilen ürünlerin hepsinden aynı ölçülerle öşür alınır.
Öşürde esas arazidir, mal sahibi değildir. Bir öşür arazi vakf edilse, çocuklara
veya mecnunlara ait bulunsa, yine ürününden "öşür" alınır.
Öşür arazisindeki bal ve kudret helvasından da onda bir nisbetinde zekât alınır.
Ekilmeden başka bir işe yaramayan tohumlar ise, zekâta tâbi olmaz. Bunlar
ticaret için olursa, ticaret malı kısmına girip zekâtları verilir.
Zeytin ve susam tanelerinden öşür alındığı takdirde, sonradan elde edilecek
yağlarından tekrar öşür alınmaz.
Yine, öşrü verilen üzümler için sonradan tekrar zekât vacib olmaz.
Öşür arazisi ürünlerinden alınacak muayyen hisseler, ürünler tamamen yetişip
elde edildiği zaman alınır. Bundan önce alınmaz. Öyle ki, daha bitmemiş
ekinlerin ve belirmemiş olan meyvelerin öşürlerini vermek caiz değildir. Fakat
bunlar bittiği ve belirdiği zâman, sahibleri dilerse öşürlerini verebilirler.
Daha öşrü verilmemiş olan ekinlerden veya ağaç üstündeki meyvelerden
yenmemelidir. Bununla beraber öşrünü hesab edip ödemek niyeti ile yenilmesi
helal olur. Çünkü yediğini ödemiş olacaktır.
Öşür arazisi ürünlerinin öşrü veya memleket arazisinin icar bedeli zamaninda
verilmeyip sonradan zayi olsa veya sahibi ölse, bunu ödemek gerekir.
Mer'alardan ve çayırlardan biçilip toplanan otlardan, mübah kabul edilen
dağlarda yetişip kendiliğinden büyüyen kerestelik ağaçlardan, kamışlardan veya
kendiliğinden yetişmiş başka ağaçlardan, derelerden, avlanan balıklardan öşür
alınmaz.
Fakat dağlardan toplanan meyvelerden öşür alınacağı gibi, ağaçlık, kamışlık
edinilen yahut çayır elde etmek için su verilen öşür arazisinden ve müslümanlara
ait mülk araziden her yıl kesilip satılacak ağaçlardan, kamışlardan ve otlardan
da öşür alınır.
Yine, bu arazide bulunup kendisi ile ipek böceği beslenilen dut yapraklarından
öşür alınır, ipeğinden alınmaz. Bu ipek hayvana bağlıdır. İpek böceği öşre bağlı
olmadığından, onun bir parçası sayılan ipek de öşre bağlı olmaz.
Öşür arazisi ürünlerinden veya memleket arazisi ürünlerinden bir kısmı,
sahibleri tarafından ticaret maksadı olmaksızın anbarda saklanır da üzerinden
bir yıl geçtikten sonra satılırsa, bedelleri olan paralar nisab miktarı olsa
bile, bunlara zekât vermek gerekmez. Çünkü zekât, öşür ile veya kire bedeli ile
birleşmez. Ancak satılıp alınan bedeller üzerinden bir yıl geçerse, o zaman
zekât gerekir.
Yine bu ürünlerin sahibine bir ay veya bir sene yiyecek olmak üzere yetecek
miktardan fazlası nisab miktarına ulaşır da, ticaret niyeti ile saklanırsa,
üzerinden bir sene geçince zekâta bağlı olur.
Arazi Ürünlerinin Zekâtı
Arazi ürünlerinden devletçe alınacak miktar, arazinin cinsine göre değişir. Bu
miktar, zekât, sadaka, haraç ve icar bedeli mahiyetinde olur. Şöyle ki: Bugün
müslümanların ellerindeki arazi, başlıca şu dört kısma ayrılmıştır:
1) Öşür Arazisi: Fethedilen bir memleketin halkı kendi rızaları ile müslüman
olur da, ellerindeki arazi onların mülkiyetine geçirilirse veya bir memleket
kuvvet gücü ile fethedilip arazileri islâm mücahidlerine mülkiyet üzere verilmiş
olursa, bu gibi topraklar öşür arazisidir. Arab yarımadası bu çeşit arazidir. Bu
toprakların ürünlerinden onda bir veya yirmide bir nisbetinde "Öşür" adı ile
zekât alındığı için bunlara "Öşür Arazisi" denmiştir.
2) Haraç Arazisi: Bu, anlaşma veya üstünlük elde etmek suretiyle fethedilip
yerli bulunan gayri müslim halka veya diğer gayri müslimlere temlik edilmiş olan
topraklardır. Irak köyleri ve çevresi bu kısımdandır.
Bu çeşit araziden, ya ürününe göre veya uygun görülecek belli bir miktarda
(haraç) adıyla bir vergi alınır. Bu zekât değildir.
3) Sırf Mülk Arazisi: Memleket arazisinden olup Hazineye ait iken sonradan bir
bedel karşılığında bazı kimselere satılmış bulunan topraklardır. Bunların
ürünleri de, sahibleri müslüman olunca, zekât bakımından Öşür arazisinin
ürünleri gibidir.
Yalnız mülk evlerin çevresindeki mülk bahçeler, bu evlere bağlı olduğundan
bunların ürünlerinden ve ağaçlarının meyvalarından öşür vesaire alınmaz.
4) Memleket Arazisi: Vaktiyle müslümanlar tarafından fethedilip bir kimsenin
mülkiyetine geçirilmeksizin bütün müslümanların yararına bırakılmış olan
topraklardır. Bunlar bütün halk adına devlete ait olup kullanma hakkı halka tapu
ile verilegelmiştir. Bunların yalnız kullanma hakları belli kimselere aittir. Bu
haklara sahib olanlar icarcı (kiralayan) hükmündedir. Devlete verecekleri belli
hisse veya vergiler de, icar bedeli hükmündedir. Bundan dolayı böyle bir
arazinin ürününden öşür ve diğer bir nam altında zekât gerekmez. Çünkü öşür ile
haraç veya öşür ile bu hükümde bulunan icar bedeli bir arazide toplanmaz.
Türkiyedeki arazi genellikle bu kısımdandır.
Arazi ürünlerinde İmam Azam'a göre nisab aranmaz. Buğday arpa, pirinç, darı,
karpuz, hıyar, patlıcan, yonca, şeker kamışı benzeri öşür arazisi ürünlerinde,
az da olsa çok da olsa, "Öşür" adı ile hisse alınır..
İki İmam'a göre, beş vask [Bir "Vask" altmış sa'dır. Bu da (62400) dirheme
eşittir. Bunun beş katı da yaklaşık olarak 950 kg.dır.] miktarı olmayan
ekinlerden ve insanların elinde bir sene kalmayacak sebzelerden öşür alınmaz.
Bir öşür arazisi yağmur veya ırmak, çay suları ile sulanırsa, ürünleri onda bir
nisbetinde "Öşür" zekâtına tâbi olur. Eğer dalya, dolap ve hayvan ile veya satın
alınacak sularla bütün sene veya senenin yarısından çoğu sulanacak olursa
yirmide bir nisbetinde öşür alınır.
Tohumlar, amele ücretleri ve diğer masraflar elde edilen üründen çıkarılmaz. Bu
ürünler üzerinden bir yıl geçmesi de gerekmez. Bir yıl içinde birkaç defa elde
edilen ürünlerin hepsinden aynı ölçülerle öşür alınır.
Öşürde esas arazidir, mal sahibi değildir. Bir öşür arazi vakf edilse, çocuklara
veya mecnunlara ait bulunsa, yine ürününden "öşür" alınır.
Öşür arazisindeki bal ve kudret helvasından da onda bir nisbetinde zekât alınır.
Ekilmeden başka bir işe yaramayan tohumlar ise, zekâta tâbi olmaz. Bunlar
ticaret için olursa, ticaret malı kısmına girip zekâtları verilir.
Zeytin ve susam tanelerinden öşür alındığı takdirde, sonradan elde edilecek
yağlarından tekrar öşür alınmaz.
Yine, öşrü verilen üzümler için sonradan tekrar zekât vacib olmaz.
Öşür arazisi ürünlerinden alınacak muayyen hisseler, ürünler tamamen yetişip
elde edildiği zaman alınır. Bundan önce alınmaz. Öyle ki, daha bitmemiş
ekinlerin ve belirmemiş olan meyvelerin öşürlerini vermek caiz değildir. Fakat
bunlar bittiği ve belirdiği zâman, sahibleri dilerse öşürlerini verebilirler.
Daha öşrü verilmemiş olan ekinlerden veya ağaç üstündeki meyvelerden
yenmemelidir. Bununla beraber öşrünü hesab edip ödemek niyeti ile yenilmesi
helal olur. Çünkü yediğini ödemiş olacaktır.
Öşür arazisi ürünlerinin öşrü veya memleket arazisinin icar bedeli zamaninda
verilmeyip sonradan zayi olsa veya sahibi ölse, bunu ödemek gerekir.
Mer'alardan ve çayırlardan biçilip toplanan otlardan, mübah kabul edilen
dağlarda yetişip kendiliğinden büyüyen kerestelik ağaçlardan, kamışlardan veya
kendiliğinden yetişmiş başka ağaçlardan, derelerden, avlanan balıklardan öşür
alınmaz.
Fakat dağlardan toplanan meyvelerden öşür alınacağı gibi, ağaçlık, kamışlık
edinilen yahut çayır elde etmek için su verilen öşür arazisinden ve müslümanlara
ait mülk araziden her yıl kesilip satılacak ağaçlardan, kamışlardan ve otlardan
da öşür alınır.
Yine, bu arazide bulunup kendisi ile ipek böceği beslenilen dut yapraklarından
öşür alınır, ipeğinden alınmaz. Bu ipek hayvana bağlıdır. İpek böceği öşre bağlı
olmadığından, onun bir parçası sayılan ipek de öşre bağlı olmaz.
Öşür arazisi ürünlerinden veya memleket arazisi ürünlerinden bir kısmı,
sahibleri tarafından ticaret maksadı olmaksızın anbarda saklanır da üzerinden
bir yıl geçtikten sonra satılırsa, bedelleri olan paralar nisab miktarı olsa
bile, bunlara zekât vermek gerekmez. Çünkü zekât, öşür ile veya kire bedeli ile
birleşmez. Ancak satılıp alınan bedeller üzerinden bir yıl geçerse, o zaman
zekât gerekir.
Yine bu ürünlerin sahibine bir ay veya bir sene yiyecek olmak üzere yetecek
miktardan fazlası nisab miktarına ulaşır da, ticaret niyeti ile saklanırsa,
üzerinden bir sene geçince zekâta bağlı olur.
Madenlerin ve Definelerin Zekâtı
Yerlerin altında yaratılmış veya saklanmış olarak bulunan mallara "Rikâz" denir.
Yaratılmış olanlar madenlerdir. Saklanmış olan mallar da, definelerdir ki,
bunlara "Kenz" de denir.
Madenler üç çeşittir:
1) Ateşle yumuşayıp eriyebilenler. Altın, gümüş, bakır, kalay, nikel ve demir
madenleri gibi... Civa da bu kısma girer.
Öşür ve haraç arazisinde veya sırf mülk arazide veya sahralarda bu cins
madenlerden beşte bir nisbetinde devlet adına hisse alınır. Geri kalan kısmı,
sahibi varsa ona ait olur; yoksa bulanın olur.
Bu duruma göre, memleket arazisi içinde bulunan madenlerin de tamamen devlete
ait olması gerekir. Çünkü bunların sahibi, toplum adına devlettir. Fakat İmam
Azam'dan diğer bir rivayete göre, öşür arazisi ve haraç arazisi gibi bütün mülk
arazilerde bulunan madenler sahiblerine aittir. Bunlardan beşte bir (humus)
alınmaz.
2) Ateşle yumuşayıp erimeyen madenler: Kireç, alçı taşı, yakut, elmas, firuze
gibi maddeler. Bu gibi madenlerden hisse alınmaz. Bunların tamamı sahibine,
sahibi yoksa bulana aittir
3) Sıvı halinde bulunan madenler: Su, tuz, zift, neft (petrol) gibi. Bunlardan
da bir şey alınmaz. Bunlar tamamen arazi sahibine aittir.
Definelere gelince, bunlar da şöylece üç kısımdır:
1) İslâm definesi: Bu, üzerinde İslâm nişanı, tevhid kelimesi gibi bir alâmet
bulunan para ve eşyalardır. Bunlar yitik eşya hükmündedir. Bunlaırı bulanlar,
fakir iseler kendilerine harcarlar, değilseler ya fakirlere veya devlete
verirler.
2) Cahiliyet definesi: Üzerinde put resmi gibi cahiliyet devrine ait nişan
bulunan gömülü para ve eşyalardır. Bunların beşte biri devlete verilir. Geri
kalan kısmı arazi sahibine, arazinin sahibi yoksa bulana ait olur. Dağ ve sahra
gibi mülk olmayan yerlerdeki böyle definelerin de beşte biri devlete, geri
kalanı bulan kimseye ait olur. Bulanın zimmî olması da aynıdır. Bulma hakkına
sahib olur.
3) Şüpheli define: Üzerinde özel bir alâmet bulunmayan, müslümanlara mı, yoksa
müslüman olmayanlara mı ait olduğu bilinemeyen gömülü para ve eşyalardır. Bunlar
bir görüşe göre, "Cahiliyet definesi" hükmündedir. Diğer bir görüşe göre de,
yitik eşya yerinde sayılır.
Denizlerden çıkarılan incilerden, gömülmüş geçer paralardan, balıklardan ve
anberlerden zekât olarak bir şey alınmaz. Bu, İmam Azam ile İmam Muhammed'e
göredir. İmam Ebû Yusuf'a göre, denizden çıkarılan geçer paralardan, inciden ve
anberden beşte bir nisbetinde bir hisse alınır.
(İmam Şafiî'ye göre, altın ile gümüşten başka madenlerden zekât alınmaz. Altın
ile gümüşten de, nisab miktarından noksan olmamak şartı ile kırkta bir
nisbetinde zekât kılınır.)
Zekâtı Ödeme Yolları
Zekâta bağlı olan altın, gümüş, ekin, hayvanat ve ticaret mallarının zekâtlarını
bizzat kendilerinden (ayinlerinden) vermek caiz olduğu gibi, bunların
kıymetlerini vermek de caizdir. Burada mal sahibleri serbestir. Keffaretlerde,
nezirlerde ve fitrelerde de hüküm böyledir. Çünkü İslâm şeriatında mal
sahiblerine kolaylık gösterilmesi gerekli olmuştur. Bu ibadetin vacib
olmasındaki hikmet, fakirleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu hikmet, ise bu
malların kıymetlerini vermekle de gerçekleşir.
Bundan dolayı bir kimse, altının zekâtı için gümüş, zahire veya kumaş verebilir.
Saime olan hayvanlar için veya ticaret malları için de, nakden para verilebilir.
Ancak burada fakirler için daha faydalı olan yönü seçmek iyidir.
(İmam Şafiî'ye göre, üzerlerine zekât gereken şeylerin aynen kendilerinden
verilmesi lâzım gelir. Kıymetleri verilmez.)
Zekâtı gerektiren bir eşya veya alacak karşılığında diğer bir eşyayı zekât
vermek caiz olduğu gibi, bir borcu da ele geçirilemeyecek bir borç karşılığında
fakire bağışlamak caizdir. Fakat bir borcu, bir malın veya ele geçirilecek bir
borcun karşılığında zekât olarak bağışlamak caiz değildir. Çünkü borç, maliyet
bakımından maldan (ayinden) noksandır. Artık tam olan bir şey karşılığında
noksan olan bir şey verilemez. Ele geçirilecek bir borç da, ayin (mal)
yerindedir.
Bunun için bir kimse, elindeki üç lirasını veya üç lira kıymetindeki bir ticaret
malını, yüz yirmi liradan ibaret olan bir nakid mevcudu için veya birisinde
alacağı olan bu miktar para için zekât olarak verebilir.
Yine, bir fakirdeki alacağını o fakire tamamen bağışlasa, zekâta niyet etmiş
olsun olmasın, bu alacağın zekâtını vermiş olur. Fakat bu alacağının bir kısmını
bu fakire bağışlasa, yalnız bu bağışlanan kısmın zekâtı verilmiş olur. Tahsil
edeceği diğer paranın zekâtı verilmiş olmaz.
Yine, bir kimse bir fakirdeki alacağını, kendi elindeki bir malın zekâtı için o
fakire bağışlasa, bununla o malın zekâtını vermiş olmaz.
Yine, bir kimse bir fakirin üzerindeki alacağını diğer bir şahsın üzerindeki
alacağının zekâtı için o fakire bağışlasa, bununla o şahıstaki alacağının
zekâtını vermiş olamaz.
Bir kimse, fakir olan borçlusunu borcundan kurtarmak ve kendisi de elindeki
malların zekâtını kısmen olsun ödemek isterse, borçlusuna borcu kadar nakid bir
parayı zekât niyeti ile verir. Borçlu da eline geçirdiği bu para ile borcunu
alacaklısına öder.
Zengin bir kimsenin üzerindeki bir borç, üzerinden bir sene geçtikten sonra o
zengine bağışlansa, sahih olan görüşe göre, bu borcun zekâtı düşmez.
Bir kimse, bir adamdaki alacağını, elindeki bir malın zekâtına saymak üzere, bir
fakirin o parayı gidip almasına müsaade etse, bununla o zekât fakirin eline
geçmesiyle ödenmiş olur.
Toplanmış olan nisabları ayırmak caiz olmadığı gibi, ayrılmış nisabları toplamak
da caiz değildir. Şöyle ki:
Bir kimsenin seksen koyunu bulunsa, yalnız bir koyun zekât vermesi gerekir.
Yoksa koyunlar iki nisab miktarına ulaştığı için iki koyun zekât vermek
gerekmez. Fakat iki kişinin eşitlik üzere ortak seksen koyunu bulunsa, bunların
iki koyun zekât vermesi gerekir. Çünkü her ortağın nisab miktarı koyunu vardır.
Bunlar toplanamaz. Bu koyunlar, yalnız bir kişinin malı imiş gibi sayılamaz.
İki kişi arasında ortak olan kırk koyun veya yirmi miskal altın ise, zekâta
bağlı başka mallar bulunmayınca, zekât gerekmez. Çünkü ortaklardan hiç biri
nisab miktarına tek başına sahib değildir.
İki ortaktan birinin hissesi nisab miktarına ulaştığı halde diğerininki
ulaşmıyorsa, bu kimse zekât vermez. Nisaba malik olan verir. Birisinin koyunları
kırk, diğerinin koyunları yirmi tane bulunsa, birincisi bir koyun zekât verir,
ikincisi hiç vermez.
Aynı şekilde, zekât vermekle yükümlü olan bir kimse ile yükümlü olmayan arasında
ortak olan mallar hakkında da hüküm böyledir. Yükümlü olan zekâtını verir,
yükümlü olmayan ortak ise, hissesi miktarına göre zekâtını verir, diğerine
hissesinden zekât gerekmez.
Nisab miktarında olan bir malın zekâtı, daha sene dolmadan erkene alınarak
verilebilir. Çünkü vücuba sebeb olan nisab bulunmuştur. Sonradan ödenecek olan
bir borcu öne alıp acele ödemek esasen sahihtir. Bu fakirler için yararlı olan
bir iştir. Fakat nisab miktarında olmayan bir mal için, böyle zekâtın yıl
dolmadan önce verilmesi caiz değildir. Bu mal sonradan nisab miktarına ulaşmış
olursa, o andan itibaren bir sene sonunda ayrıca zekâtını vermek gerekir.
Önceden verilmiş olan zekât, bir sadaka yerine geçer.
(İmam Malik'e göre, zekât acele edilerek vaktinden önce verilemez. İbadetler de
aynı şekilde, vakitlerinden önce yerine getirilemez.
İmam Şafiî'ye göre, yalnız bir senelik zekât önceden verilebilir. Daha fazla
yıllar için önceden verilemez:)
Nisab miktarındaki bir malın birkaç senelik zekâtı birden verilebilir. Yıl
sonunda bu miktar mevcut bulundukça zekâtları verilmiş olur. Bu miktar azalırsa,
verilen fazla kısım sadaka yerine geçer.
Bir kimsenin meselâ, yüz lirası olduğu halde, önceden acele olarak iki yüz
liralık zekât verip de aynı yılda sahib olacağı diğer yüz liranın zekâtına ve
sahib olmadığı takdirde bu mevcut yüz liranın ertesi sene için olan zekâtına
sayılmasına niyet etse, bu niyeti caiz olur.
Bir kimsenin meselâ, bin lirası olduğu halde, iki bin lira sanarak ona göre
zekât verecek olsa, bu fazla verdiği zekâtı ertesi senenin zekâtına sayabilir.
Bir kimse, her ikisi de, ayrı ayrı nisab miktarında olan altın ve gümüşten
ibaret mallarından yalnız birinin adınâ zekâtını acele ederek önceden vermiş
bulunsa, bu zekât her ikisine sayılarak verilmiş olur. Çünkü bunlar, cinsleri
bir sayılıp birbirine ilâve edildiğinden böyle bir ayırım boşunadır. Onun için
bunlardan biri, yıl içinde helâk olsa, bu zekât tamamen diğeri için sayılmış
olur. Fakat hayvanlar hakkında böyle değildir. Bu cins hayvanların zekâtını
böyle acele olarak önceden vermek, diğerlerinin zekâtına sayılamaz
Bir kimse, malının zekâtından bir fakirin borcunu, fakirin izni ile ödeyecek
olsa, zekâtını vermiş olur. Fakat fakirin izni olmadan ödeyecek olsa, borç
düşer; fakat zekât verilmiş olmaz.
Bir kimse, usul ve füruundan olmayan ve yalnız akrabalık yönünden nafakası
üzerine düşen bir yetime, zekât niyeti ile elbise yaptırsa veya bir yiyecek
verse, zekâtı yerine geçer. Fakat böyle bir yetimi kendi sofrasına alıp
beraberce yedikleri yemeği zekâtına saymak isterse, bu İmam Ebû Yusuf'a göre
caiz olursa da, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre caiz olmaz. Çünkü bu halde
temlik bulunmaz.
Zekâtın, zekâta ehil olan kimseye temlik edilmesi (mülkiyetine geçirilmesi)
şarttır. Onun için fakirlere ikram olarak yedirilen yemek zekât sayılmaz.
Yine, bir hayır işine harcanan para zekâta sayılamaz. Zekât parası ile hac
yaptırılamaz, köle azad edilemez. Mescid, medrese, çeşme, yol, köprü
yaptırılamaz. Yine zekât parası ile ölülere kefen alınamaz veya borçları
ödenemez. Fakat bir fakir, aldığı zekât parasını kendi rızası ile bu gibi hayır
yollarına harcasa, bundan hem o fakir, hem de ona zekâtı vermiş olan şahıs sevab
kazanmış olur.
Yine, bir fakiri bir evde oturtmakla zekâta saymak caiz olmaz. Çünkü bu bir
temlik sayılmaz.
Zekâtın Verileceği Yerler
Zekât verilecek kimseler, müslüman fakirler, miskinler, borçlular, yolcular,
mükâtebler (sözleşmeli köleler), mücahidler ve amiller (zekât toplayıcıları)
olmak üzere yedi kısımdır. Şöyle ki:
1) Fakir: İhtiyacından fazla olarak nisab miktarı bir mala sahib olmayan
kimsedir. Bu kimsenin temel ihtiyaçlardan olan evi, ev eşyası ve borcuna denk
parası bulunsa da, yine fakir sayılır.
2) Miskin: Hiç bir şeye sahib olmayıp yemesi ve giymesi için dilenmeye muhtaç
olan yoksul kimsedir.
3) Borçlu: Bundan maksad, borcundan fazla nisab miktarı mala sahib olmayan veya
kendisinin de başkasında malı varsa da, alması mümkün olmayan kimsedir. Böyle
borçlu olan kimseye zekât vermek, borcu olmayan fakire vermekten daha
faziletlidir.
4) Yolcu: Bundan maksad, malı memleketinde kalıp elinde bir şey bulunmayan garib
kimsedir. Böyle bir adam yalnız ihtiyacı kadar zekât alabilir. İhtiyaçtan fazla
alması helal olmaz. Bununla beraber bu gibi kimselerin mümkün olunca borç
almaları, zekât almalarından daha iyidir.
Kendi memleketinde bulunduğu halde malını kaybeden ve böylece muhtaç durumda
kalan kimse de yolcu hükmündedir. Bunlar, sonradan mallarını ele geçirmekle,
almış oldukları zekât paralarından arta kalanı sadaka olarak fakirlere vermeleri
gerekmez.
5) Mükâteb: Bir bedel karşılığında azad edilmek üzere efendisi ile bir anlaşma
yapmış olan köle veya cariye demektir. Böyle borç altına girmiş olan bir köleyi
bir an önce hürriyetine kavuşturmak için ona zekât verilebilir. Fakat bir kimse,
kendi mükâtebine zekât veremez. Çünkü bunun yararı kendisine dönmüş olur.
6) Mücahid: Bundan maksad, Allah yolunda gönüllü olarak savaşa katılmak istediği
halde, yiyecekten, silâhdan ve diğer şeylerden mahrum olan kimse demektir. Böyle
bir kimseye, ihtiyaçlarını gidermesi için zekât verilebilir. Buna: "Fi
sebilillah infak (Allah yolunda harcama)" denir.
7) Amil: Bundan maksad, idareci tarafından meydandaki zekât mallarının
zekâtlarını toplamakla görevlendirilen kimsedir. Buna "Saî, tahsil dar"da denir.
Böyle bir görevliye, bu çalışması süresince, fakir olmasa bile, ailesinin ve
kendisinin ihtiyaçları için yeterince zekât verilebilir.
Yukarıda gösterilen yedi kısımdan her biri, zekâtın verileceği yerdir. Bir kimse
zekâtını bunlardan herhangi birine verebileceği gibi, bir kısmına veya tümüne de
dağıtabilir. Bununla beraber nisab miktarına ulaşmayan bir zekâtın, bunlardan
yalnız birine verilmesi daha faziletlidir. Çünkü bir ihtiyacı karşılamış
bulunur.
Bir fakire bir elden nisab miktarı zekât vermek caiz ise de, keraheti vardır.
Ancak fakirin borcu varsa veya kalabalık nüfusu olur da bu zekâtı onlarla
bölüştüğü zaman nisab miktarı kendilerine düşmezse, bunda kerahet yoktur.
Bir fakir bir zenginden malının zekâtını isteyerek mahkemede dava edemez. Çünkü
zekâtın o davacı şahsa verilmesi bir borç değildir. Aynı zamanda bu bir ibadet
olduğundan sahibinin din anlayışına bırakılmıştır.
Kimlere Zekât Verilir, Kimlere Verilmez?
Bir kimse, kendi zekâtını fakir bulunan zevcesine, usulüna (babasına, dedesine,
anasına ninesine...) ve füruuna (çocuklarına, çocuklarının çocuklarına...)
veremez. İddet beklemekte olan boşanmış zevcesine de veremez. Çünkü buna
vereceği zekâtın yararı kısmen de olsa kendisine ait bulunmuş olur. Oysa bu
yarar, tamamen kendisinden kesilmiş bulunmalıdır.
İmam Azam'a göre, bir kadın da zekâtını, fakir bulunan kocasına veremez. Çünkü
âdete göre, aralarında bir menfaat ortaklığı vardır. İki İmama göre, kadın fakir
olan kocasına zekâtını verebilir.
Temel ihtiyaçlarından başka nisab miktarı bir mala sahib olana da zekât
verilemez; çünkü bu kimse zengin sayılır. İhtiyaçtan fazla olarak elde bulunan
malın ticaret eşyası, nakid para gibi artan bir mal yahut ev ve ev eşyası gibi
artmayan bir mal olması fark etmez.
Fakat zengin bir kimseye, nafile şeklinde olan bir sadakanın verilmesi caizdir.
Bu yönü iledir ki, vakıfların sadaka kısmından sayılan gelirlerini vakfiye
senedi gereğince, zengin kimselerin almaları da helal bulunmuştur. Bu bir bağış
ve ikram yerindedir.
Haşim Oğulları ile bunların azadlılarına zekât verilemeyeceği gibi, öşür, adak,
keffaret benzeri diğer sadakalar da verilemez. Zekât ve bunun cinsinden sayılan
şeyler, insanların yıkantısı sayılır. Haşim oğullarının şeref ve kıymeti böyle
bir şeyi kabulden beridir. Bunlara ancak bir ikram ve hediye şekli ile sadaka
verilebilir.
Haşim Oğullarından maksad, Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin
amcaları Hazret-i Abbas ile Haris'in evlad ve torunlarından ve Hazreti Ali ile
kardeşleri Akıl ve Cafer'in neslinden gelenlerdir. Bu şahısların, ihtiyaçlarına
göre, Hazinenin ganimetler kısmından payları vardır. Bu paylarını almadıkları
takdirde, ihtiyaçtan kurtulmalan için, kendilerine zekât verilebileceğini
söyleyen fıkıh alimleri de vardır.
Kendisine zekât verilecek kimse, zekâtı alma zamanında zekât almaya ehil
bulunmalıdır. Bu ehliyetin sonradan kaybolması, peşin verilen zekâtın sıhhatına
engel olmaz.
Buna göre, bir malın zekâtı daha sene dolmadan bir fakire verildikten sonra,
sene henüz sona ermeden o fakir zengin olsa veya ölse, o malın zekâtını yeniden
vermek gerekmez ve böyle verilen zekât da geri alınamaz. Çünkü verilmesinden
beklenen sevab kazanılmıştır.
Bir kimse zekâtını, zengin bir erkeğin (büluğa ermemiş) küçük çocuğuna veremez.
Çünkü bu çocuk, babasının malı ile zengin sayılır. Fakat zengin bir kadının
fakir ve yetim olan ve babası müslüman olan çocuğuna zekât verilebilir. Çünkü bu
çocuğun nesebi, baba tarafından sabittir; anasının serveti ile zengin sayılmaz.
Yine, bir kimse zekâtını, zengin bir adamın fakir ve müslüman olan babasına veya
zengin bir adamın fakir ve müslüman olan (büluğa ermiş) büyük çocuğuna veya o
şahsın fakir ve müslüman bulunan zevcesine verebilir. Çünkü bunlar birer şahıs
olarak tasarrufa ehildirler, birbirlerinin serveti ile zengin sayılmazlar.
Zekât, müslüman olmayanlara verilemez. Çünkü zekât müslim olan fakirlerin
hakkıdır. Bir hadis-i şerifde: "Zekâtı, müslümanların zenginlerinden alıp
fakirlerine veriniz," buyurulmuştur. Bunun için müslüman olmayanlar zekât
vermekle yükümlü değillerdir. Bu ibadet, müslümanlara ait dinî ve içtimaî
(sosyal) bir görevdir. Bu göreve ortaklık etmeyenlerin bundan faydalanma hakları
olamaz.
Yalnız İmam Züfer, zekâtın zimmîlere (İslâm idaresi altındaki gayri müslimlere)
de verilmesini caiz görmüştür. Çünkü zekâttan maksad, bir ibadet yolu ile muhtaç
kimseleri ihtiyaçtan kurtarmaktır. Bu maksad da, fakir zimmîlere zekâtı vermekle
elde edilir. Bununla beraber nafile sayılan sadakaların zimmîlere
verilebileceğinde ittifak vardır.
Zekâtı akrabaya vermek daha faziletlidir. Şöyle ki: Önce muhtaç olan erkek veya
kız kardeşlere, sonra bunların çocuklarına, sonra amcalara, halalara, sonra
bunların çocuklarına, sonra dayılara, teyzelere ve bunların çocuklarına, daha
sonra akraba sayılan diğer yakınlara vermek daha faziletlidir. Bunlardan sonra
da fakir komşulara ve meslek arkadaşlarına vermekte fazilet vardır.
Zekâtı, malın bulunduğu yerdeki fakirlere vermelidir. Yıl sonunda başka
memleketlerdeki fakirlere gönderilmesi mekruhtur. Ancak kendilerine zekât
gönderilecek kimseler, akraba iseler veya malın bulunduğu yerdeki fakirlerden
daha muhtaç iseler, o zaman uzakta olan bu gibilere gönderilmesinde kerahet
olmaz.
Bununla beraber zekâtı, daha senesi dolmadan başka bir memlekete göndermekte bir
sakınca yoktur.
Bayramlarda ve diğer günlerde muhtaç olan hizmetçilere veya çocuklara veya müjde
getiren fakir kimselere verilecek bahşişlerin zekât niyeti ile verilmesi
caizdir.
Verilen bir zekât, fakir tarafından veya fakir olan çocuğun ve mecnunun velisi
veya vasisi tarafından alınmadıkça tamam olmaz.
Fakir olan bir bunağın veya büluğa yaklaşmışın veya paranın kıymetini bilip
aldanmayacak bir yaşta bulunan çocuğun zekâtı alması yeterlidir.
Bir kimse zekâtını vermek için araştırma yapıp zekâta ehil olduğunu anladığı bir
adama zekâtını verir de, gerçekten o adamın zekâta ehil olduğu meydana çıkarsa,
ittifakla bu zekât caiz olur. Aksine durumu anlaşılamaz veya zengin olduğu
sonradan meydana çıkarsa, İmam Azam ile İmam Muhammed'e göre, yine zekât geçerli
olur.
Fakat araştırma yapmaksızın ve zekâta ehil olup olmadığını hiç düşünmeden zekât
verilecek olsa, geçerli olursa da, zekâta ehil olmadığı sonradan meydana
çıkarsa, yeniden zekâtı vermek gerekir. Çünkü araştırma işinde noksanlık
yapılmıştır.
Zekâta ehil olup olmadığında şübhe edilen bir kimseye araştırma yapmaksızın
verilen zekât, geçerli olmamak tehlikesindedir. Eğer sonradan o kimsenin fakir
olduğu meydana çıkmış olursa, zekât yerini bulmuş olur, değilse olmaz.
Fitre Sadakası
Fitre sadakası, Ramazan ayının sonuna yetişen ve temel ihtiyaçlarından başka en
az nisab miktarı bir mala sahib bulunan her müslüman için verilmesi vacib olan
bir sadakadır. Buna yalnız "Fitre"de denir. Fıtrat sadakası, sevab için verilen
yaratılış ikramı demektir.
Fitre sadakasının vacib olması, zekâtın farz kılınmasından öncedir. Orucun farz
kılındığı yıla rastlar. Bu bir yardımlaşmadır, orucun kabulüne ve can çekişme
ile kabir azabından kurtuluşa bir yoldur. Yoksulların ihtiyaçlarını gidermeye,
bayram gününün sevincine katılmalarına bir yardımdır. Bu yönü ile fitre
sadakası, insanlık için bir hayır ve bir görevdir.
Fitre sadakası, Ramazan Bayramının birinci günü fecrin doğuşundan itibaren vacib
olursa da, bundan önce ve bundan daha sonra da verilebilir. Önceden verilmesiyle
fakirler bayramlık ihtiyaçlarını gidermiş olurlar.
(Üç İmama göre, fitre sadakası Ramazanın son akşamında güneşin batmasından
itibaren vacib olur. Bayramdan sonraya bırakılması ile bu sadaka düşmez, kaza
edilmesi gerekir.)
Fitre sadakası, nisab miktarı bir mala sahib olan her hür müslüman için
vacibdir, ister çocuk olsun, ister mecnun olsun...
Bunların velileri, bunların mallarından bu sadakayı vermezlerse, kendileri baliğ
olduktan veya iyileştikten sonra bu sadakayı ödemekle yükümlü bulunurlar. Bu
mesele, İmam Azam ile İmam Ebû Yusuf'a göredir. İmam Muhammed ile İmam Züfer'e
göre, bunlara fitre sadakası vacib olmaz. Bu gibilerin babaları veya vasileri bu
sadakayı onların mallarından verirlerse, onu ödemek zorunda olurlar. Bu sadakayı
onlar adına vermek, babalar üzerine vacib olur. Fitrelerini babalar kendi
mallarından verirler.
Bu nisabdan maksad, iki yüz dirhem gümüş veya yirmi miskal altın veya bunların
kıymetine denk bir maldır. Bu mal, temel ihtiyaçlardan (borçtan, oturulan evden,
ev eşyasından, bineceği at ve kuşanacağı silâhdan, ailesinin bir aylık veya bir
yıllık geçiminden) fazla bulunmalıdır. Bu fazla malların para veya ticaret malı
olması şart değildir. Bu fazla olan mal üzerinden bir yıl geçmesi de aranmaz.
İşte bu miktar bir mala sahib olan her müslüman için zekât almak veya vacib olan
sadakaları kabul etmek haramdır. Üzerlerine kurban kesmek de vacibdir.
(Üç İmam'a göre, Bayram günü ile bayram gecesine mahsus olmak üzere, kendisi ile
aile halkının yiyeceklerinden ve temel ihtiyaçlarından fazla fitre miktarı bir
mala sahib olan bir müslüman için fitre sadakası vacib olur.)
Ramazan Bayramının ilk günü fecrin doğuşundan önce vefat eden veya fakir düşen
veya fecrin doğuşundan sonra dünyaya gelen veya (İslâma giren) bir müslümana
fitre sadakası vacib olmaz. Fakat fecirden sonra ölen bir müslümana vacib olur.
Eğer vasiyet etmişse, terekesinin üçte birinden ödenir. Varislerin kendi
mallarından vermeleri de caizdir.
Nisab miktarı mal, fitre sadakasının vücubundan sonra telef olsa fitre düşmez,
çünkü verilmesi için önceden bir imkân hasıl olmuştu. Zekât ise böyle değildir,
onda kolaylığı gerektiren bir imkân gereklidir.
Ramazanda bir özür sebebiyle oruç tutamayan kimseye de fitre sadakasını vermek
vacibdir. Hasta, yolcu ve takatsız kalmış ihtiyar gibi...
Nisabâ malik olan bir mümin hem kendisi, hem bunak ve mecnun olan evladı, hem
küçük yaşta olan çocukları ve hem de hizmetinde bulunan köle ve cariyeleri için
fitre sadakasını vermekle yükümlüdür. Köle ve cariyeleri müslüman olmasalar da,
bunlar için fitre vermesi yine vacibdir. Fakat ticaret için olan köle ve
cariyelerden ötürü fitre vermek gerekmez. Çünkü bunlar zekâta bağlıdırlar. Bir
maldan hem zekât, hem de fitre vermek olmaz. Bunlar birleşmez.
Yukarıda açıklandığı gibi, İmam Muhammed'e göre, zengin olan çocuklar için de
fıtre sadakası vermek babalarının malına düşen bir borçtur.
Fakir bir çocuğun babası ölmüş olursa veya fakir düşerse, dedesi (babasının
babası) nisaba malik ise, çocuğun babası yerine geçer ve fitre sadakasını verir.
Bununla beraber sahih görülen bir görüşe göre, bu çocuk için fitre vermek dedesi
üzerine vacib olmaz.
Bir kimse, kendi zevcesinin ve akıl sağlığı yerinde büyük evlâdının fitre
sadakasını vermekle yükümlü olmaz. Çünkü bunlardan her biri kendi başına
tasarruf hakkına sahib mükellef kimselerdir. Onun için bunlardan her biri nisaba
malik ise, zekâtını kendi malından vereceği gibi, fitre sadakasını da kendi
malından vermekle yükümlüdür. Aynı zamanda sadakalarda bir ibadet manası vardır.
Koca, zevcesine ait bir ibadet görevini yüklenmek için evlenmemiştir.
Bir kimse, zevcesinin veya büyük yaştaki evlâdının fıtrelerini onların izinleri
ile kendi malından verecek olsa yeterli olur. Bunlar kendi idaresinde ve geçimi
altında bulundukları takdirde izinleri olmaksızın vermesi de yeterlidir. Çünkü
bu durumda âdet bakımından izin var sayılır. Aile arasında bulunan diğer
şahıslar hakkında da hüküm böyledir. Gerçek yönden veya âdet bakımından izin
gereklidir. Çünkü fitre sadakasında niyet bulunmalıdır, niyetsiz verilemez.
Böyle bir izin ise, niyet yerine geçer.
(İmam Şafiî'ye göre, zevcenin fitre sadakası, kendisi zengin olsa bile, kocasına
aittir. Kendilerine ücret tayin edilmeyen hizmetçiler hakkında da hüküm
böyledir.)
Bir kimse, kendi geçimi altında bulunsalar bile, babasının ve annesinin fitre
sadakasını vermekle yükümlü değildir. Baba fakir olduğu halde mecnun ise,
fitresini vermek zorundadır.
Fitre sadakası dört cins maldan belli bir miktarda verilir. Şöyle ki: Buğdaydan
yarım sa' (Irakî) ki, beş yüz yirmi dirhem verilir. Buğday unu ile kavutu da,
buğday hükmündedir. Arpadan, kuru üzümden ve kuru hurmadan da bir sa' (bin kırk
dirhem), verilir. Bunların yerlerine kıymetlerinin verilmesi de caiz hatta daha
faziletlidir. Fakat fakirlerin ihtiyacı bunların kendilerine daha çok ise, o
zaman kendilerini vermek daha iyi olur.
[Bir sa' (Irakî), 1040 Şer'i dirhemdir. 910 örfi dirhem eşittir. O halde 520
şer'i dirhem de 455 örfi dirheme eşittir. Küsurlara bakılmazsa, 1040 şer'i
dirhem 2917 kg'dır. 1040 örfi dirhem de (3.333 kg.) eder.
O halde, 520 şer'i dirhem 1.458 kg.'dır. 520 örfi dirhem de 1.667 kg.'dır.
Bir kg 357 şer'i dirheme ve 312 örfi dirheme eşittir. Bir kilo miktarındaki bir
şeyin, bir buğdayın fiatı elli lira kabul edilecek olsa, 1.667 kg. buğday
buğdayın tutarı 1.667 kg. Buğdayın tutarı, 1.667x50 = 83 lira 35 kuruş olur.]
Burada dirhemden maksad, zekât nisabında olduğu gibi, Şer'i dirhemdir. Bununla
beraber her beldenin örfde kullandığı dirhem ölçüsünü esas kabul etmek
gerektiğini söyleyenler de vardır. Örfi dirhem daha fazla olduğu için, fitre
sadakasını bundan vermek ihtiyata uygundur ve ziyade sevabı vardır.
(Üç İmama göre, fitre sadakası buğdaydan da bir sa'dır. Fakat bu sa'dan maksad,
Irak sa'yi değil, Hicaz sa'yi olan 6931/3 dirhem miktarıdır.)
Fitre sadakası için buğday, arpa, üzüm ve hurma birer değişmez ölçüdür. Çünkü
bunlardan maksad, fakirin bir günlük ihtiyacını gidermektir. O da bunlarla
karşılanır. Eğer belli bir para ölçü olarak gösterilmiş olsaydı, bu gaye elde
edilemezdi. Çünkü yiyeceklerin fiyatı zaman zaman değişmekte olduğundan, o belli
para bazı yıllar bu maksadı karşılar ve bazan da karşılayamazdı.
Fitre sadakası, zekât gibi niyet edilerek fakirlere temlik şekli ile verilir.
Yemek ikramı şeklinde verilemez. Bu niyet, malı ayırırken yapılabileceği gibi,
fakire verirken de yapılabilir. Ancak fakire bunu verirken fitre olduğunu
söylemek gerekmez.
Fitre sadakasını, aralarında zevciyet veya doğum bakımından ilgi bulunanların
birbirlerine vermesi sahih değildir. Bir kimse fitresini, fakir olan karısına,
babasına ve oğluna veremez.
Fitre sadakası, İmam Ebû Yusuf ile İmam Şafıî'ye göre, fakir olan zîmmîlere de
verilemez. Fetva da bu şekildedir. Çünkü bunun verilmesindeki maksad, bayram
gününde fakir müslümanların ihtiyaçlarını gidererek onların da bayrama sevinçle
katılmalarını sağlamaktır. Bu maksad, fitrenin zimmîlere verilmesi ile elde
edilmez. Bununla beraber, fitrenin zimmîlere verilebileceğini söyleyen alimler
diyorlar ki: Bu sadakadan asıl maksad, mutlak olarak fakirlerin ihtiyacını bir
ibadet niyeti ile karşılamaktır. Bu maksad, fakir zimmîlere verilmekle de
kazanılır. Çünkü onlara verilecek sadaka da bir ibadettir.
Bir kimse fitresini bir fakire verebileceği gibi, birkaç fakire de dağıtabilir.
Birçok kimseler de, fitrelerini birkaç fakire verebilecekleri gibi, bir fakire
de verebilirler.
Fakat bir görüşe göre, bir fitre birkaç kimseye verilemez.
Birkaç fitre, gerek aynen ve gerek kıymet olarak sahiblerinin izni ile
karıştırılmış bir halde fakirlere verilebilir. Her fitreyi diğerinden ayırmaya
gerek yoktur. Bununla beraber fitrelerin ayrı ayrı verilmesi ihtiyata daha
uygundur.
Fitre sadakası, yükümlünün bulunduğu yerdeki fakirlere verilmelidir. Başka
yerlere gönderilmesi mekruhtur.
"Eksiklikten ve fazlalıktan münezzeh ve yüce olan Allah, doğruyu daha iyi bilir
ve O'nun kereminin kemâlinden başarıya ulaştırması ve mükâfatlandırması umulur."
http://www.besmele.com/ilmihal/zekatkitabi.htm
|