'BEN'im ben...

Herkes gülüyordu ben doğunca, oysa ben ağlıyordum.. O zorlu yolculuk bir hayli yormuştu beni..

Neydi o yarış!.. İki yüz milyona yakın arkadaş peşimden koşturuyordu.. Nasıl oldu anlayamadım!.. Birden bire kayboldular... Ayrı bir mekanda buldum kendimi.. Bütünleşmiştim sanki.. Neyle, nasıl bilemiyorum ama eksik olan bir şey tamamlanmıştı.. Bildiğim bir yere idi yolculuğum..

Milimetrenin yüzde biri kadar olan hücreler aleminde buldum kendimi... On bin hücre bir araya gelince toplu iğne başı kadar yer tutuyormuş..(toplu iğneyi, hücreyi nerden biliyorsam..)

Bu hücreler fıkır fıkır, cıvıl cıvıl..

Besleniyor, ürüyor, kendini koruyor, bir süre sonra da ölüyor..

Yerinede yeni doğan hücreler....Ölenlerin yerine geçiyor..

Tek bir hücre dahi üretken fabrika sanki..

Organizma hücrelerden kurulmuş ama beyin hücresi ile karaciğer hücresinin görevleri farklı...

Ve birinin bir diğerinden haberi oluyor...

Hücreyi dış tesirlerden iki katlı duvar olan hücre zarı koruyor...

İçinde sıvı madde, protoplazma ve çekirdek var..

Çekirdeğin rölü ; Yönetim, denetim, koordinasyon, enformasyon merkezi, en son karar mercii...

Derinliğine girmeye karar verdim okyanus dediğim bu aleme..

Milimetrenin binde biri oldum... Hücre çekirdeğini gördüm..

Hücre içindeki en önemli eleman ‘canlı molekül’ grubu olan DNA lar. İnsandaki DNA lar 23 çift X şeklinde kromozon denilen yapı taşında sıralanıyorlar...

200.000.000 erkek tohum hücresi spermlerden sadece 1 tanesi kadın yumurtasında döllenerek, yani 23 erkek kromozom ile 23 kadın kromozomun birleşerek tek döllenmiş hücreyi oluşturmasıyla 46 kromozomlu insanın başlangıç noktası meydana geliyor. Bu hücre insanın anatomik yapısının temel taşı...

İrsiyetle ilgili tüm bilgiler, şeker hastalığından kalp hastalığına, saç, deri, şekil ve renginden, ahlak karakter ve davranış biçimine kadar her özellik bu çekirdeğin içine katlanmış...

Döllenmiş bu tek hücre çekirdeği çatlayarak, kromozomlar ikiye ayrılıyor. Sonra dörde sekize bölünerek çoğalmaya ve büyümeye başlıyor. DNA moleküleri ustaca görev bölümü yapıp, kimyasal bir okuma ile bir organın yapıcısı oluyor. Biri parmakları, diğeri böbreği, öteki kalp ve damarları bir diğeri beyni, bir ikincisi deriyi tamamlamak için olağanüstü bir hızla hiç şaşırmadan çalışıyorlar.

DNA molekülleri hep birbirini kopye ederek yeni hücreleri meydana getiriyor. Böylece hücrelerden dokular, dokulardan sistemler, sistemlerden organizmalar oluşuyor.

Bu boyutta ayrıca bakteriler de yaşar. Çok küçükler ama çeşitli hastalıklara ve ölümlere sebep oluyorlar.

Veba, difteri gibi bir çok hastalıklarda değişik yapıdaki bakterilerin rolü var. Antibiyotiklere karşı bir süre sonra bağışıklık gösteriyorlar. Böylece nesillerini devam ettiriyorlar. Bu bilincin kaynağı ???....

Milimetrenin yüzbinde biri...Sadece virüsler yaşıyor.. Canlı molekül gruplarının en küçük ölçeği.. Bazen cansız gibi davranırlar, canlılıklarına kendileri karar veriyor sanki.. Ajan gibi yabancı bir hücrenin içine girerek hücrenin yapısını değiştirerek kendine benzetiyor. Dışarda cansız gibi duran moleküler canlı hücreye girer girmez canlanıyorlar. Bu akıl, bu beceri, kurnazlık bu minik molekülerde nasıl biraraya gelip toplanmış..Mesela AİDS virüsü, HIV (insanda bağışıklık kazandırmayan virüs) sadece kanla bulaşıyor. Kan hücrelerini allak bullak edip hakimiyeti altına alıyor. Virüste hücre olmadığı için hücrenin nasıl çalıştığı niçin insanı hedef aldığı araştırılamıyor. İnsan vücudundaki tüm hücrelerin yapısını kendi özelliklerine benzeterek vücuda yayılıyor. Temiz hücreler hücreleri tanıyamıyor, onu düşman gibi değil bir dost gibi karşılıyor, sonuçta hücreler, içlerine giren bu casusun verdiği komutlara uyarak aynen virüslü gibi davranıyor ve diğer dost hücrelere de ‘dostmuş’ gibi gizlice girerek onları da kendilerine benzetiyor. Böylece tüm organizma virüsün egemenliğinde hayatiyet ve fonksiyonlarını yitirerek korkunç akıbete hazırlanıyor. Bu virüs gayri meşru ilişkilerin her türlüsünden bulaşıyor.

Bir milimetrenin milyonda biri boyutuna indiğimizde DNA molekülünün şekillendiği ve boyutlandığını görüyoruz. DNA molekülü iki sarmal şeklinde mekandan azami derecede faydalanarak merdiven biçiminde uzun bir molekül zinciri oluşturur. On basamağı vardır. Her basamaakta çifter çifter birbirine kenetlenmiş yine molekül grupları yer alır. DNA nın daha da içine girildiğinde atomik seviyede ilişkiler başlıyor.. Bu molekül hep kendi kendini AYNEN kopye ederek çoğalıyor. Atomlar cansız ruhsuz maddelerdir bu şuur nasıl hiç şaşmadan çoğalabiliyorlar...

Atomlardan kurulu boyuta girdik... Her madde atomlardan yapılmış.. Atomda ise merkezde çekirdek, çekirdeğin içinde Proton ve Nötron var. Çekirdeğin etrafında negatif yüklü küçük parçacıklar dönüyor.. Bunlara elektron deniyor. Çekirdek güneş, elektronlarda gezegenler gibi...

Bir atomu Dünya kadar büyütsek bir elektron elma kadardır. Atom çekirdeği ile yörüngelerdeki elektronlar arasındaki mekan atom boyutu ölçeğine göre 1/100.000 dir... Yani, elektronu 1cm. farz edersek çekirdek bu elektrondan 1000 metre ötede bulunacaktır. Peki arasında ne var?... Hiç..

Milimetrenin trilyonda birinde proton vardır. Aynı mekanda protonu meydana getiren Quark adında daha da küçük parçacıklar yer almıştır. Kuarkların bulunduğu yer milimetrenin bin trilyonda biri boyutundadır. Kuarklar maddesel, fiziksel, hacimli ve kütleli olan düşünülebilecek en küçük parçacıklardır. Kuarkları da birbirine bağlayan gluon denen kütlesiz parçacıklardır.

Kuarkların derinliğinde somut madde bitiyor, madde ötesi alem başlıyor. Mekan ötesi bu alemlerde uzay-zaman kavramları kalmıyor. Soyut boyutların hüküm sürdüğü alemler başlıyor. BİG-BANG ın oluştuğu yer... Soyut-somut sınırı.. Madde-mana sınırı... kuvve-fiil sınırı..

Vücudumda 100 trilyon hücre varsa her bir hücre de “ben”im özelliğimi taşıyorsa o hücre BEN değil miyim?

O hücreyi meydana getiren atomların çekirdeği içindeki kuark BEN değil miyim?..

O kuark’tan da ötede zaman ve mekan değerlerinin olmadığı tarifsizlik aleminde ben yok muyum?..

Big-bang’in başlangıcından beri bütün bu evrende ben yok muydum. Hatta evren ötesi evrenlerde öteki alemlerde...

Bu düşünceler içindeyken bir anda kendimi Dünya denilen mekan da buldum ve maddenin özüne yaptığım gezintiye, aksi yönde devam etmeye başladım...

Yerden yukarıya doğru yükselmeye başladım...

100 metrede şehri kuş bakışı seyrettim..

1000 metrede vahşi kuşları ve şehrin sadece ana caddeleri görülüyor...

10.000 metrede yani 10 km.de dağlar, ovalar göller göze çarpıyor...

100 kilometreye çıkarken 20.km.de ozon gazına rastladım. Güneşten gelen mor ötesi ışınların bir bölümünü yutan ve bu şekilde yer yüzündeki canlıların hayatını koruyan ozon...Bu yükseklikte atmosfet tabakası bitmiş oluyor.

1000 kilometrede Arz kürenin dev buz dağları ile kaplı kutuplar görünüyor.

10.000 kilometrede Dünyanın kendi etrafında döndüğü farkediliyor

100.000 kilometrede etraf kapkaranlık oldu Dünya ile ay arasının üçte biri...

Güneş görülüyor ama, ışığı uzay boşluğunda dağıldığından etraf zifiri karanlık.. Gece gündüz kavramı yok burada...Ay ve gezegenler görünüyor...

1.000.000 kilometreye şimdiye kadar hiçbir astronot gitmedi... Ay bir hayli geride...

10.000.000 kilometrede Dünya futbol topu gibi kaldı...Güneşle Dünya arası 150.000.000 kilometre olduğuna göre burası 1/15....

100.000.000.000 (yüz milyar) kilometreye gelince Voyager uzay aracının geçenlerde buradan geçmiş. 1977 senesinde gönderilmiş uzaya...

“Gönderildikten 10 saat sonra aya ulaştı, 80 gün sonra Mars’a geldi, 2 yıl sonra Jüpiter’e ulaştı, 4 sene sonra Satürn’den binlerce fotoğrafı Dünyaya yolladı... 1986 yılında Uranüs’e vardı. Neptün ve Pluton’u geçti, şimdilerde Güneş sisteminin dışına yöneldi, yoluna devam ediyor. Güneş sistemini terk ettkten sonra 40.000 sene daha yoluna devam edecek, yol üzerinde bir başka Güneşe rastlayacak, bu uzaklık 1 ışık yılı (9,5 katrilyon sene)...

26262 yılında OORT bulutları olarak adlandırılan çok sayıda küçük ölçekteki gök cisimlerinin arasına girecek... Bir milyon sene sonra da Güneşimizden 50 ışık yılı ötede olacak... Güle güle Voyager...”

Uzayın bu yüz milyar kilometrelik bölgesinde güneşimiz gibi güneşler Dünya gibi çeşitli büyüklükte gezegenler yer alır. Güneşten aldıkları ışığı yansıttıkları için parlak görünürler. Buradan 100 trilyon kilometre ötedeki yıldızları büyütme gücü yüksek teleskoplarla görürüz. Oralarda biri olsa da bizi gözlese, güneşimizi bizim gökyüzündeki yıldızları gördüğümüz gibi görecektir. Dünyamız farkedilmez bile...

100 000 000 000 000 000 000 kilometredeyiz !!!!!!!... Burası Samanyolu Galaksisinin merkezi...... Andromeda, bize en yakın olan Galaksi..Yalnızca 2,5 milyon ışık yılı... Bir ışık yılı 9,5 katrilyon kilometre idi...

10 000 000 000 000 000 000 000 kilometredeyiz, Dünyamızdan milyon kere milyon ışık yılı uzaktayız... Galaktik sistemlerin bulunduğu bölgedeyiz. Galaksiler birleşerek grup galaksiler ismini almışlar. Burada yıldızlar yakıtlarını süper nova patlamaları denilen bir olayla tüketerek aniden “patlarlar”... Tüm uzay projektörlerle aydınlanıyormuş gibi parıldar.. Bu parıldama yüzyıllar boyunca devam eder. Bu bölgenin en belirgin özelliği, galaktik sistemlerin çok büyük hızlarla uzaklaşmalarıdır.

Dr.Hubble, “Genişleyen Evren” teoremini fizikte ‘doppler olayı’ denilen bir prensiple açıklamıştı. Buna göre bir ışık kaynağı bize yaklaşırsa, kaynaktan çıkan ışık, dalgalar halinde yayılırken dalga boyu küçülür. Işık kaynağı bizden uzaklaşıyorsa, dalga boyu da büyür yani uzar.

İşte Hubble, yıldızlardan gelen ışınları, tayf çizgilerinde incelerken ; ışınların temsil ettiği çizgiler, kırmızı renge doğru bir kayma gösteriyordu. Kırmızı renk görünen ışık bandında en uzun dalga boyunu temsil ediyordu. Bu da demektir ki ; Işık kaynağı bizden uzaklaşıyordu. Yani yıldızlar, Dünyamızdan öylesine uzaklaşıyorlardı ki, gönderdikleri ışınların dalgaboyları tayf çizgilerinde kırmızı renge dönüşüyordu. Buna “red shift” adı veriliyor.

Red shift’te görülen bu aşırı değere neden olan nesneler ‘kuasar’ denilen yıldız gibi yıldızlardır. Evrenimizin en uzak sınırlarında yer alan kuasarlar, en parlak bir galaksinin verdiği ışık şiddetinin 100 kat fazlasını yayarlar. Uzaklaşma hızları ise neredeyse ışık hızına ulaşır...

1 000 000 000 000 000 000 000 000 000 metre gideceğimiz son nokta... Bu bölgeler grup grup galaksilerin de birleşerek salkım galasiler şeklinde büründüğü, korkunç boyutların hüküm sürdüğü, genişlik, büyüklük, uzaklık gibi anlamların olmadığı dev bir yumak, sanki üzüm salkımı...

Bizden 13 milyar ışık yılı uzaklıktaki kuasarlardan gelen ışık yakalanmıştı. Bu kuasarların kaçış hızı 270.000 km/sn. (ışık hızı 300.000 km/sn.) Ben eğer 13 milyar ışık yılı ötesini görüyorsam, evrenin ilk halini görüyorum demektir. Evrenin ilk halini gözlememiz, kuasarların daha o zamanlar varolduğunun açık bir göstergesi.

Başla son birleşiyor, son’un başı mı, yoksa başlangıcın sonu mu kavramları birbirine karışıyor. Şu an’dan itibaren 15 milyar yıl önceye gitmek demek, 15 milyar yıl önceki evreni görmek demekti. Kuasarlardan bizi ‘şimdi’ gözleyen biri olsa, bizim şimdiki halimizi de 15 milyar yıl ‘sonra’ görmüş olacaktı.

Burada hiç ışık vermeyen kendilerini göstermeyen gök cisimlere (Black Holes) kara delik diyorlar. Kara deliklerde korkunç bir çekim gücü var. Çekim o kadar kuvvetli ki kendinden yayılan ışığı bile yutuyor. Kara delikler aynı zamanda uzayı ‘delerek’ evren dışı evrenlerle ilişki kuruyor.

Uzayın ve evrenin sonsuzluğu içinde insanın muhteşem yerini biraz olsun hissedebildiysek, Muhammed İkbal ‘in söylediği sözü daha iyi anlayabiliriz;

”insana sığabilene kainat, kainata sığamayana da insan derim…”

T. Murat Çelik