Önce bir modernleşme dalgası yayıldı. Bütün dünya, üstünlüğü sui generis kabûl edilmiş Batı medeniyetine tahvil ve istihâle etmeliydi. Akabinde etnosentrizmi ve mikro-milliyetçiliği kaşıyan post-modernizm piyasaya sürüldü. Hangi ekmeklere yağ sürüldüğü o kadar âşikâr ki, yoruma gerek yok. Maâlesef, kaçınılmaz bir diyalektik gelişme olarak, ırkçılığa varan bir Türk milliyetçiliği de hızla tırmanıyor. Şu cânım ülkede DPT’nin rakamlarına göre 105 civarında etnik grup var. Onları da kaşıyorlar zâten. Kürtçülükle başlayan bu kıvılcım varoşlardan başlayarak bir ateşe dönüşürse, sokaklarda eski komşular birbirlerini boğazlayacak, o alev herkesi yakacak. Bosna’da ne oldu, unuttuk mu? Hem bizim beceriksiz idarecilerimiz içeriden, hem kendi aralarında anlaşamasalar da bizim üzerimizdeki emellerini tevhid ettirmiş hâricîler dışarıdan bütün potansiyel yangınları körüklüyorlar. 20 milyon kişi açlık sınırının altında bu ülkede; gelecek nesillerimizi emanet ettiğimiz öğretmenler, üniversite hocaları ise sefâlet sınırının altında maaş alıyorlar. Ne güçlü arketiplerimiz var ki, hâlâ patlamıyoruz. ÜHBA da ellerini ovuşturarak patlayacağımız o günü bekliyor.

Ne oluyor yâhu demeye kalmadı ve bomba her anlamda patladı: Globalleşme! Hepimiz küreselleşecektik ve aynı ve dahi tek kültürlü dünyanın mutlu müreffeh üyeleri olacaktık.

Bu yazıyı yazdığım 02.04.2003 itibâriyle küreselleşmenin getirdiklerine bir göz gezdirelim: Dünyada 20 milyondan fazla insan göçmen durumunda. Afrika’da AIDS sâyesinde(!) silâhsız, bombasız bir mega-soykırım sürüyor ve ulus-aşırı şirketler buralara ucuz ilâç göndermeyi reddetmekte. Güneş’in yaklaşık 3 milyar sene sonra gerçekleşecek olan, Hidrojen yakıtını tükettiğinde beyaz bir cüce hâlini almadan önce geçici kızıl top hâlinde genişleyip etrafını mahvetme aşaması misâli, ABD her yere saldırıyor. Gözleri hem petrolde, hem medya, ilâç ve silâh sektörlerinin inanılmaz rakamlardaki kârlarına kâr katmasında, hem de Avrupa ve Çin’e karşı yeni bir teşekkülde.

Küreselleşmenin yerini küreyelleşme, huzurun yerini güvensizlik, âidiyet ve mensubiyetin yerini kimliksizlik aldı. Batı kültürünün aşırı bireyselciliği yalnızlığa ve yabancılaşmaya yol açtı. Gidin herhangi bir Avrupa kentine, yaşlı ve yalnız insanlar görürsünüz her tarafta. Âile, içtimaî dayanışma filân yoktur; her şey sisteme bırakılmıştır. Hyde Park’ta hepsi ayrı banklarda yapayalnız oturup köpeklerini seven kadınlar, adamlar doludur. Bizde ise hâlâ kaynaşıverir insanlar ama büyük kentlerimizde biz de Batı’nın tarzını yaşamaya başladık. Komşuluk, mahallelilik kalmaz oldu. Bir uçta yok mekânlarda (her yerde birbirinin âdeta aynı olan büyük havaalanları, İnternet ve siber-alan, büyük oteller, büyük siteler, büyük iş merkezleri) yaşayan süper zenginlerden oluşan homo ekonomicus’lar, öbür uçta sefil, aç, bî-ilâç, bî-mekân ve bî-çâre homo sapiens sapiens’ler. İki ucun da kendiliğinin (self) içi boşalmış.

Öte yandan tarihe baktığımızda, hiçbir müstebit devletin kabaca 70 seneden fazla yaşamamış olduğunu görüyoruz. ABD, önceden bal gibi bilip engel olmadığı Pearl Harbor baskınını vesile kılıp Japonya’ya iki atom bombası attığından beri müstebit olmuştur. Ayakta kalabilmek için de aynı oyunu oynayıp durmaktadır. 30 Mart 2003’de Hürriyet’te Murat Bardakçı ABD’nin bu çılgın oyunlara merakını ve İkiz Kuleler’in vurulması benzeri tedhiş plânlarının General Lyman Louis Lemnitzer tarafından nasıl tezgâhlanmaya kalkıldığını, o zamanki Başkan Kennedy’in bu hâinliğe nasıl mâni olduğunu açık açık yazdı (katli üzerindeki esrar perdesi hâlâ çözülememiş olan Kennedy). Bir şeyi daha yazdı: O ekipten Donald Rumsfeld hâlen ABD Savunma Bakanı!

Eğer bu 70 sene hesabım doğru ise, varın ABD’nin kaç senesi kaldığını hesaplayın…

 

Prof.Dr. M. Kerem Doksat
doksat@superonline.com
İstanbul - 08.04.2002
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail