3.Bölüm

Hâlen içerisinde yaşadığımız Senozoik Çağ ise son 65 milyon seneye verilen isimdir, %1,5’luk kısmı kapsar ve hakkında en çok şey bildiğimiz dönemdir. İlk canlıların 4 milyar sene kadar önce ortaya çıktıkları tahmin edilmektedir. En tipik ve ortak evrim merkezî sinir sisteminde cereyan ettiği için, bu sistemin gelişimi rehber alınacaktır. Canlılar âleminde aynı evrimsel koldan gelen gruplara, benzer genetik özelliklere (DNA yapısına) sâhip olan ve evrimsel açıdan akraba olan türlerin içerisinde bulunduğu evrimsel kollara filum (phylum) denir. Birkaç tip evrimin iç içe cereyan ettiği yazılır:

1. Filetik evrim: Yeni türlerin ortaya çıkmasına yol açan evrim. Fosillerde doğrudan gözlemlenebilen evrim budur. Bir popülasyon içerisindeki genetik çeşitlilik ne kadar fazlaysa, evrimleşme ihtimali de o kadar artmaktadır çünkü, “hayırlı” mutasyon ve eşleşmelerin gerçekleşmesi ihtimâli, “genetik havuzun” genişlemesiyle, daha da yükselmektedir.

2. Mozaik evrim: Tür içerisinde dış görünüşün değişmesi, mesela bedenin belli bir bölgesinin zamanla adaptif değişimlere uğraması ve bunun sonraki nesillere aktarılması. Kedigillerin muazzam sayıdaki alt-türlerinde bunun örneklerini görmek mümkündür.

2. Fenetik evrim: Türün ortamdaki özelliklere intibak etmesi çabası içerisinde ortaya çıkan veya tabiî etkilerin yarattığı evrim. Mesela, Bergmann Kuralı’na göne politipik sıcakkanlı türlerde alt-türlerin vücut cesâmetleri habitatın soğumasıyla artar (kutup balinalarını düşününüz); kezâ Allen Kuralı’na göre, sıcakkanlı türlerde habitatın ısısı yükseldikçe kulaklar, kuyruk gibi uzantı-organların cesametinde artma olur (filleri düşününüz) çünkü buralardan ısı atımı kolaylaşacaktır.

Tedricî ve nokta nokta evrim: Fenetik evrimin daha seçici ve özel şartlar altında oluşanıdır. Bâzı aniden ortaya çıkıp kaybolan türlerin böyle oluş mekanizmalarını ifâde eder. Bazı “yaşayan fosiller” buna istisnâ teşkil etmektedir: Lingula kabuklusu ismindeki bir kafadan bacaklı cinsinin yaklaşık 450 milyon senedir hayatını sürdürdüğü bilinmektedir. Bir sürüngen olan tuatara’nın da (sphenodon punctatus) takriben 200 milyon senedir pek az şekilsel değişikliğe uğrayarak hayatını idâme ettirdiği bilinmektedir. Mavi ve yeşil algler ise dünyanın en eski yaşayan organizmaları olarak ta Prekambrian Çağı’ndan beri denizleri süslemeye devam etmektedir. MERKEZÎ SİNİR SİSTEMİNİN EVRİMİ, Dünyanın oluşmasından yarım milyar yıl kadar sonra, günümüzden yaklaşık 4 milyar yıl önce, kabuk tabakasındaki ilkel okyanusların tuzlu sularında ilk organik moleküllerin gelişip bir nev’î zarla çevrelenecek şekilde bir araya geldikleri ve bu suretle oluşturdukları kozervat denen canlılık öncesi oluşumlardan da, ilk tek hücreli canlıların ortaya çıktıkları düşünülmektedir. Bu moleküllerin ortamdaki çeşitli gazları ve diğer kimyasal maddelerin ısı ve ışık enerjisinin etkisiyle oluştuğu fikrinin yanı sıra, panspermi diye adlandırılan, uzaydan bir göktaşı veya benzeri gök cismi üzerinde taşınarak gelmiş olabileceğini de iddia edenler mevcuttur. Eğer böyleyse bile, menşeini aldığı yerde de benzer süreç yaşanmış olsa gerekir. Bunların tek çizgili bir DNA’ya sâhip oldukları ve basit, iptidaî bir fotosentez mekanizması sâyesinde ultravioleden ve diğer dalga boylarındaki ışığın öldürücü etkilerinden kurtuldukları zannediliyor. Bu yarı-geçirgen ve küçük delikçikler ihtiva eden zarın, dış ortamın çok zehirli ve yıpratıcı vasfından dolayı, mikroorganizmanın iç dengesini koruyabilmek için geliştiği, bir yandan da çevredeki diğer organizmalar tarafından salgılanan çeşitli maddelerle seçici bir temas kurulmasını sağladığı, bu sâyede de ilk organik bilgi alışverişinin başladığı tahmin edilmektedir. Zamanla, gerek korunma gâyesiyle, gerekse çeşitli hayatî fonksiyonların sürdürülmesinde işbirliğinin hayatta kalmayı kolaylaştırmasının sonucunda, bu organizmalar kolonileşmeye başladılar; bu gelişmenin 3.5 milyar sene kadar önce gerçekleştiği düşünülmektedir. Çeşitli fosil incelemelerinde, bu tek hücreli organizmaların stromatolitler ismi verilen büyük yığınlar halinde kule gibi tabakalar oluşturdukları tesbit edilmiştir.

1. Hücreler arası bağlantı ve çekimin yürütülmesi ve çevreyle olan alışveriş başlıca üç yolla olmaktaydı: Kimyasal maddeler, vibrasyon ve basınç gibi fiziksel etkileşimler ve radyasyonun (ısı, ışık vs.) algılanması. İşte, zamanla hücrelerin zarlarında bu modaliteleri algılayacak özel yapılar gelişmeye başladı ki, bunlara reseptör denir. Mikroskopik plândaki bu evrim makroskopik olarak da cereyan etti. Denizlerin zarif süslerini oluşturan mercanların adaleyle nöron (sinir hücresi) arasında bir hücre yapılarının ve çeşitli reseptörlerinin olmasının yanı sıra, koloni hâlinde yaşamaları, evrimin her bir plânda devamlılık arz ettiğinin muhteşem bir numunesidir. İlk tek hücreli prokaryositler (çekirdeği bulunmayan ilkel hücreler) basitçe kendi DNA’larının kopyalarını imâl ederek çoğalıyorlardı. Dünya tarihinin ilk 1 milyar senesi boyunca atmosferin metan, amonyak ve karbondioksidden ibâret olduğuna, oksijenin ya hiç mevcut olmadığına ya da çok az bulunduğuna işâret eden pek çok bulgu mevcuttur. Muhtemelen bu canlılar oksijeni bir artık madde olarak çevreye yayıyorlardı ve benzer canlılar hâlâ denizleri süslemekte, O2 istihsâl etmektedirler. Denizlerde ortaya çıkan bu O2, atmosfere yayıldıkça, güneş kaynaklı radyasyonun etkisi sonucunda meydana gelen fotoşimik reaksiyonlarla ozon (O3) meydana geldi ve günümüzde bâzı kimyasal maddeler sebebiyle zarara uğrayan ve öldürücü ışınlara karşı doğal bir kalkan vazifesi gören ozon tabakası tâ o dönemlerde, yüz milyonlarca yıl zarfında oluştu. Bu sâyede hayat denizlerin daha üst tabakalarına tırmanabildi, sonunda da denizlerden çıkabilip çeşitlenebildi, O2’ye bağlı hayat formuna geçilebildi.

<devam edecek>

İstanbul - 05.02.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail