Kayıt için burayı tıklayın




“Okula gitmem neden gerekiyor babacığım?..”
Sert görünüşlü baba, sekiz yaşındaki oğlunu tepeden süzdü.
“Albert, kara cahil biri olarak mı büyümek istiyorsun yoksa?..”
“Kara cahil de ne demek?..”
İyi döşenmiş geniş salonun öbür ucundan bir kahkaha yükseldi. Baba ile oğul birlikte, büyük piyano başındaki anneye döndüler.
“Ah Hermancığım, bilmiyor musun, o oyunda Albert’le başa çıkamayacağını?” 
“Doğrusunu istersen ne demek istediğini anlayamıyorum” diye kekeledi kocası.
Eski bir Macar halk şarkısını çalmayı sürdüren Bayan Einstein,
“Haydi, haydi bilmezlikten gelme, bilmiyor muyum sanki, Albert’i soru sormaktan vazgeçirmek için, sorusuna soruyla yanıt vermek taktiğini! Ama görüyorsun ya, yürümüyor!”dedi.
Albert seğirterek annesinin yanına gitti ; tuşlar üzerinde kayan usta parmaklar ona bir anda ne sorduğunu unutturmuştu. Piyano şarkı söylüyordu adeta! İki tuşa sertçe vurarak  çalmasını noktalayan anne, taburesinde döndü, oğlunu kolları arasına aldı. Çocuğun koyu gür dalgalı saçlarının üstünden kocasına gülümsedi ;
“Görüyorsun ya, Albert’i soru sormaktan alıkoymanın bir yolu var;  benim müziğim!”
Baba da gülümsedi, bir şey demeye kalmadan, oğlan annesinin kucağında dönerek,
“Soru sormak kötü bir şey mi?” diye sordu.
Bu kez gülme sırası babasındaydı ;
“İşte bu da sana! Boşuna övünme, senin müziğinin de onu durduracağı yok.”
Anne kocasını duymazlıktan gelerek, oğluna döndü ;
“Soru sormanın hiçbir kötü yanı yok tatlım. Yeter ki soruların karşındakini küçük düşürmeye, ya da kırmaya yönelik olmasın!.”
“Ama ben öyle bir şey yapmıyorum anneciğim. Bilmediğim o kadar çok şey var ki, sorarak öğrenmek istiyorum, her şeyi öğrenmek istiyorum.”
Anne gururla gülümsedi ; baba ise biraz duraksamalı,
“Peki, dediğin gibi gerçekten her şeyi öğrenmek istiyorsan yavrum, okula neden gitmen gerektiğini nasıl sorabilirsin? Okul, soruların yanıtlandığı yer değil midir?”
diye araya girdi.
“Değildir babacığım!” dedi çocuk. “Yanıtlamak şöyle dursun, soru bile sordurmuyorlar insana. Okuldan hoşlanmıyorum. Hapishanedeymişim gibi sanki. Öğretmenler gardiyanlardan farksız; sıralar arasında gidip gelen gardiyanlar!”
Karı koca tedirgin gözlerle bakıştılar. Albert’in bu suçlamalarına ne diyebilirlerdi ki!...

İşte her şeyi sorgulayan bu çocuk, ileride büyük bilimsel atılımların yanı sıra özentisiz, erdemli bilge kişiliğiyle de tüm dünyanın ilgi odağı olacaktı. 

Albert Einstein, Almanya’nın Ulm kentinde dünyaya geldi. Musevi kökenli ailesi, kültürel etkinliklerle zengin bir yaşam içindeyken, onun ilk yıllardaki gelişimi kaygı vericiydi. İçine kapanık, arkadaşlarının arasına katılmaktan hoşlanmayan bu çocuk, özellikle konuşmasındaki gecikmeyle aileyi telaşa düşürmüştü. Mühendis amcasının yakın ilgisi olmasa, öğreniminden tümüyle vazgeçecekti. Ama, özellikle, Geometri ilgisini çekmişti.

Daha sonraları; “Geometrinin büyüsüne girmeyen kimsenin, kuramsal bilimde atılım yapması beklenmemeli” diyordu. 

Takvimler 1905 yılını gösteriyordu ;

Bern’de imtiyazlar dairesinde görevli bir genç adam vardı. Henüz yirmi altı yaşındaydı... 
“Albert” diye çağırırlardı onu...

Zorluklarla geçen tahsil hayatı geride kaldığında, hayata bakış açısıyla dünya çapında bir şöhrete ulaşmıştı.
“Sayın Einstein...” diye hitap edilmeye başlandı...

“Mekân dediğimiz şey, hariçte mevcut değildir. Bizim mekânda idrak ettiğimiz nesneler, aslında mevcudatın öz yapısından dış yapısına, yahut, dış yapısından öz yapısına doğru dizilme içinde bir bütündür ve zaman dahi bu diziliş içinde yer alan, birini ötekine göre kıyaslama metodundan başka bir şey değildir...”
şeklindeki ifadeleri, yerleşik düşünceleri alt üst etmişti.“Gördüğümüz objelerin, enerjinin yoğunlaşmış hali”  olduğunu açıklaması, yüzyıllar boyunca klasik fizikte kabul gören, maddenin, yapı taşlarının birleşimiyle meydana geldiği anlayışını çürüttü. Görülen nesnelerin, kütlesel yapılarının olmadığı ortaya çıktı. Madde, aslında enerjinin bir yoğunlaşma biçimiydi. Değişim tarzı ile formüle edilen enerjinin madde skalasındaki görüntüsü, görme aracına bağlıydı.

Aslında, bizim şu anda gördüğümüz nesnelerin veya boşluk diye algıladıklarımızın atom altı düzeyde birbirinden hiçbir farkı yoktur ve sınırla birbirinden ayrılmış da değildir. Bu, Tümel, sınırsız bir bütünlüğün varlığını da kanıtlar. Mistik eserlerde vurgulanan “Evren bilinçli ve canlı bir yapıdır; beş duyu kayıtlarıyla algılanan alemler gerçekte hayaldir” sözü, yıllarca evvel kendi hakikâtini bilen kişilerce tespit edilmiştir.

Einstein, bir nesnenin kütlesinin, belirli bir enerjiye eşdeğer olduğunu E=mc^2 şeklinde formüle etti. Bu formül, aynı zamanda o nesnenin durağan bir yapı olarak algılanamayacağının ispatıydı.  Yani madde değil, Evrensel Enerjinin varlığı söz konusuydu. 

Nükleer fisyon ve füzyon süreçlerinde çok büyük miktarda enerjinin serbest kalması da kütle ile enerjinin eşdeğerliliğini açık bir şekilde ortaya koymaktadır.(*1)  Bunun en iyi örneği Hiroşima’ya atılan atom bombasıdır.6 gramlık bombanın patlamasıyla 1 gramlık madde kaybı olmuş,sonuçta 10^21 erglik muazzam bir enerji oluşmuştur

Genel görecelik kuramı ile, uzayın yapısının matematiksel tanımını yapan Einstein, Evrenin sürekli uzay ile zamandan oluştuğunu ve karmaşık dört boyutlu bir eğri biçiminde olduğunu öne sürerken tahmin edilemeyecek güç düşüncelere yol açtı. “Uzay; artık düzlem değil , içinde barındırdığı cisimlerden etkilenerek kavisleşen bir yapıdır.” Bütün  deneylerin onayladığı gibi Einstein’ın evreni; eğilmiş bir uzay ile geometrik düzeni değiştiren bir çekimi, boyut ve kütlenin değişebilirliğini, farklı hızlarda hareket edenler için zamanın aynı hızda geçmediğini, kısaca ,hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını göstermektedir. (*2) Bunun açık anlamı ise, “zamanın mekâna ve hıza bağlı olarak değiştiğidir. Mutlak akan bir zaman düşünülemez; yalnızca bulunduğu mekâna ve hıza göre, kişinin zamanından bahsedilebilir. Örnek vermek gerekirse, Güneşte zaman daha ağır geçer. Işık hızına bizden daha yakın hızda hareket eden varlıklar için de zaman daha yavaş akacaktır.”

Rölativite teorisini denemek için, 1972’de iki Amerikalı araştırmacı, jet uçağıyla dünya çevresinde bir tur attı. Uçağa konan süper duyarlı dört atom saatinin, uçuş sırasında  yeryüzündeki sabit saatlere göre 50 nanosaniye geri kaldığı gözlemlendi. (1 nanosaniye; milyarda 1 saniye demektir. Fakat ; bir jet uçağının hızı da ışık hızına oranla, yok denecek kadar azdır. Jet uçağı, saatte 1800 Km. yol alsa, saniyedeki hızı 0.5 km.’dir. Işığınki ise, 300.000 km.’dir) Bu kadar düşük hızların bile zamanı yavaşlatmaya yettiği görüldüğünde, teorinin haklılığı açık seçik olarak ortaya çıkıyordu. 

Birçok bilim adamı Einstein’in çalışmalarını “anlaşılmaz ve inanılmaz” diye nitelendirirken, kuramları matematik açısından izleyenler dahi, böylesine ters düşen sonuçları kabul etmeye yanaşmadılar. Teorileri sınamak için pek çok deney yapıldı. Bunlar son derece pahalı ve yorucuydu, inanılmaz derecede duyarlılık gerektiriyordu. Ama, üç çeyrek yüzyılı aşkın süredir testten geçirilen İzafiyet Teorileri, her defasında gözlemlerle çok büyük ölçüde uyum sağlamıştır.

Artık, Einstein, istese de istemese de dünya çapında önemli bir kişi olarak kabul ediliyordu. Toplum, onu eşi bulunmaz bir bilim adamı olarak görüyor ve bu şekilde anıyordu.

1933 yılında Naziler Almanya’da egemenliği ellerine geçirdiklerinde onun yurt dışında olmasından faydalanarak, tüm varlığına el koydular. Kendi vatanından kopan bu bilim adamına ABD kucak açtı. New Jersey’de Princeton Yüksek Çalışmalar Merkezinde kaldı ve ömrünün sonuna kadar burada çalıştı.

O kendini şöyle tanıtıyor: “Ben tek koşulmak için yaratılmış bir atım. İşbirliğine ve ekip çalışmasına giremem. Hiçbir ülkeye, kişiye, arkadaş çevresine hatta kendi aileme tam bağlanamadım. Bu ilişkilerde daima bir mesafe kalmıştır. Kendime dönme, içime kapanma eğilimi giderek güçlendi. Bu tür soyutlama kişiye acı çektirir. Ama, başkalarının anlayış ve sempatisinden uzak kaldığıma pişman değilim. Kuşkusuz, kaybım olmuştur. Buna karşılık, başkalarının önyargılarından ve değerlendirmelerinden bağımsız kalabilme gibi bir kazancım var.”

Bu sıra dışı dahinin sırlarını çözmek için, ölümünden sonra, beyni üzerinde birçok inceleme yapıldı.

Yakın zamanlarda elde edilen bulgular sonucunda,
“Matematiksel mantıkla ilgili olduğu sanılan ve iki kulak hizasında yer alan bölümün, onun beyninde % 15 daha büyük; ayrıca beynin ön tarafından arkasına uzanan “sulcus”adlı kısmının onda, doğuştan kısa olduğu, böylece, o bölgede daha çok sinirin bağlantı kurarak birlikte daha kolay çalışabildiği bildirildi.  Bu veriler de, onun dahi olarak doğduğunu göstermekteydi. (*3)

Biz “Tanrı zar atmaz” diyen Einstein’in bilimsel olarak insanlık alemine büyük katkılarda bulunduğuna inanırken, özellikle maddenin beliriş biçimini saptamasına rağmen , madde ile mânâ arasındaki ilişkiyi çözemediğini, bütün oluşlara karşın, Tanrısallık kavramından kurtulamadığını tespit etmekteyiz. 

Ne var ki, bütün şartlarda dahi, gerçek referansa giden yolu inşa ettiği için onu insanlığa ışık tutanlar sınıfında değerlendiriyoruz.

Ahmet F. Yüksel
& Hasan Demir

http://afyuksel.com

09.11.2000

Kaynakça
1. Serway; Modern Fizik
2. Saadettin Merdin; Tanrıya Koşan Fizik
3. Hürriyet Gazetesi; Einstein‘in Farkı Beyniymiş, 19 Haziran 1999, Cumartesi.

 


Üst Ana sayfa e-mail