Kayıt için burayı tıklayın




IX. asırda Bağdat; Bizans, İran ve Hint medeniyetlerinin kaynaştığı bir mozaik görünümündedir. Aynı zamanda, sosyal çalkantıların, isyanların fikir çatışmalarının da beşiğidir. Dönüşüm, her alanda kendini hissettirir.

Bu ortamda, Bağdat Okulu adını alan mistik bir hareket öne geçer ve asırlarca etkisini sürdürecek düşünce sisteminin temelleri atılır. Diğer tasavvuf okullarından çok farklıdır. En belirgin vasfı da, Allah ve insan meselesini ele alırken, delillere değil, tecrübeye ile amellere ağırlık verilmesidir. Ana konu Tevhid 'dir, o yüzden mensuplarına Tevhid Erbabı denir.

Sembolik ifadeler ve sufinin tasavvufi durumu üzerindeki tartışmalarla da yüzlerce yıl devam edecek  fikri oluşumun tohumları atılır.

İşte, Cüneyd-i Bağdadi, Nuri ve Şibli gibi isimlerin yanında, bu okulun en önemli temsilcisi olarak karşımıza çıkar.

Bağdat 'ta doğup yetişen İbn Muhammed Ebu'l Al- Cüneyd Kasım'ın soyu, İran 'da çok eski bir kasaba olan Nehavend'den gelir. Yakın kuşak dedelerinin Irak'a ticaret nedeniyle gelen tüccarlar olduğu, kendisinin de İpek tüccarı anlamına gelen "hazzaz" lakabıyla anıldığı bilinmektedir.
Dayısı, aynı zamanda da yetiştiricisi Seri de baharat ve tuz ticareti yapmaktadır.

Küçük yaşlarından itibaren ilim çevrelerinin içindedir Cüneyd...
İmam şafii 'nin öğrencisi olan Ebu Sevr'den fıkıh dersleri alır, Hasan ibn Arefe'den ve başkalarından Hadis dinler, şeri ilimlerde iyice yetiştikten sonra tasavvufa yönelip dayısı Serî  as Sakatî 'nin , Haris al- Muhasibî'nin, ve Ebu Hamza al- Muhasibî'nin sohbetlerine katılır.

Tasavvufla ilk teması, Seri'nin meclisinde olur. Şükür üzerine sohbet eden topluluğun önünde oyun oynadığı sırada birden bire Seri ona;

- Ey, çocuk, Şükür nedir diye sorar

O da,

- "Allah'ın nimetleriyle Allah 'a isyan etmemektir." diye cevap verince,

Seri,

"Korkarım ki, senin Allah 'tan nasibin dilin olacaktır." der.

Bağdat okulunun kurucu sayılan  Seri'nin öğretim yöntemi, Sokrat'a benzetilmektedir. O da diyalog yoluyla, tasavvuf üzerine düşüncelerini dile getirmiş, tartışmalar ve soru-cevap yöntemiyle çevresindekilerin gerekli sonucu bulmalarına yardımcı olmuştur.
Yeğeni ile arasındaki ilişki de Sokrates ile Eflatun'un ilişkisi gibidir. Herhangi bir yazılı eser bırakmamış, sözlerinin çoğu Cüneyd yoluyla bizlere ulaşmıştır.

Seri as- Sakatî'nin metoduyla yetişip olgunlaşan ve daha yirmi yaşındayken Ebu Sevr'in ders halkasında fetvalar vermeye başlayan Cüneyd-i Bağdadi'nin devrinin otoritelerinden ders almasının yanı sıra, yaşça kendisinden büyüklerde bile görülmeyen bir zekâ ve ilmî sorulara doğru cevaplar verme yeteneği, kısa zamanda ilerlemesine vesile olmuştur.

Bir gün, dönemin  en önemli fıkıh alimlerinden İbn- u Surayc'ın kendisine  sorduğu bir soruya birden fazla cevap verince,

İbn-u Surayc,

"Ey, Eba'l Kasım! Ben bu söylediğin cevaplardan üçü hariç, diğerlerini bilmiyordum, bunları bana tekrar et." der.

O da bu defa, başka cevaplar verir. İbn-u Surayc,
"Vallahi, bunları daha önce işitmemiştim, tekrar et" diye ısrar edince, yine farklı farklı cümleler dökülür ağzından...

Surayc'ın,

Bunları da daha önce duymamıştım, bari söyle de yazayım "teklifini:

"Eğer bunları ben söyleseydim, yazdırırdım." diye cevaplar.

Böylece, diline gelenlerin, kitaplardan ezberlenmiş bilgiler değil; Allah'ın Keremiyle dökülen sözler olduğunu bildirir.

O ilimi nereden aldığını soranlara da "Kırk yıl Allah 'ın huzurunda oturmamdan " yanıtını verir.

"Allah 'ın yeryüzüne çıkarıp insanların öğrenmesini mümkün kıldığı hiçbir ilim yoktur ki, Allah benim için de o ilimden bir pay ayırmış olmasın!" diyen Cüneyd, mükemmel bir kelam ilmi almasına rağmen, katı bir kelamcı olmamıştır.

Yaratıcıyı insanlara özgü sıfatlardan ve eksikliklerden tenzih etme konusunda tartışan bazı kelamcılara hitaben şunları söyler:

" Kendisinde kusur olması mümkün olmayanı, kusurdan tenzih etmek, kusurdur."

Diğer fırkaların görüşlerini sorularıyla çürüten ve bu gayeyle kitap hazırlayan İbn-u Kullab, aynı niyetle ona da bir adam gönderir ve  düşüncelerini sordurtur.

Cüneyd de;

"Bizim yolumuz, ebedi olanı zamanda olandan ayırmak, kardeşlerden ve yerimizden yurdumuzdan kaçmak;  olmuş ve olacak her şeyi unutmaktır." karşılığını verince,

Kullab,

"Bu öyle bir şeydir ki, biz onunla başa çıkamayız" der ve daha sonra bizzat sorduğu sorularına aldığı şaşırtıcı yanıtlar karşısında, Ebu'l Kasım Bağdadi 'nin ilimdeki üstünlüğünü itiraf eder.

Tasavvufu bizzat yaşamak, yaşadığını da sistemli  bir şekilde ifade etmek yoluyla ameli ve nazari tasavvuf yolunu açan Bağdadi'nin yerleştirdiği prensipler günümüze kadar gelen birçok hareketi derinden  etkilemektedir.
O, bilgisini ameliyle tamamlayarak,  tasavvufun kâl değil, hâl ilmi olduğunu bilfiil gösterir.

Denebilir ki, onu tanımadan ve anlamadan tasavvufu algılamak imkânsızdır.

Tasavvuf üzerine yaptığı şu tanımlar meşhurdur:

"Tasavvuf, hiçbir bağ olmadan tamamiyle Allah ile olmandır."

"Tasavvuf Hakk'ın seni senden öldürmesi ve seni kendisiyle diriltmesidir."

Allah'tan başka her şeyin ortadan kalktığı, kendisi dahil bütün eşyanın Kadim varlık karşısında yok olduğu şeklinde açıkladığı Tevhid anlayışını çok derinlere götürmüş, insanın ancak Tevhid hâlinin getirdiği sarhoşluktan (sekr) sonraki sahv (uyanıklık) hâline geçmekle tam kemâline erişeceğini söyleyerek birçok taşkınlığın önüne geçmiştir.".

Bunun tam tersini kabul eden, yani sekri, sahv'dan daha üstün bulan Beyazıd-ı  Bistami için:

"Ebu Yezid, hâlinin büyüklüğüne ve işaretinin yüceliğine rağmen, başlangıç hâlinden çıkamamıştır. Ondan kemâle ve nihayete delâlet edecek hiçbir söz işitmedim" der. Ama yine de ruhi yüceliğini takdir ederek  "Onun bizim aramızdaki durumu Cebrail'in diğer melekler arasındaki durumu gibidir" ifadesini kullanır.

Halk arasında çok sevilen ve popüler bir zat olan Ebu Yezid, tasavvufi bir teolojik sistem meydana getirmemiş, dini yaşayışı ve sezgisi ona, kendi duyular alemini, Allah'ın Vahdaniyeti şeklinde göstermiştir. Zira "en yüksek hâlinde bu dünya Uluhiyet kazanır; halbuki Cüneyd'in en yüksek hâlinde fâni dünya yok olmaktadır..."

Uyanıklığın cemiyete dönüp irşâd vazifesi için gerekli olduğunu düşünen Cüneyd, kendini öğretime ve eserlerine vermiş, birçok da talebe yetiştirmiştir. Bunların arasında, Curayri, Şibli, Hallac-ı Mansur, Ebû Saîd el Arabi, Ca'fer al-Huldi gibi önemli şahsiyetleri sayabiliriz.

Yazılı öğretimden çok, sözlü olanı tercih ettiğinden yazıları da dağınık risaleler halindedir, aynı zamanda derin fikirlerinin avam arasında yayılmasından hoşlanmadığı için, fazla eser vermekten kaçınmıştır.

Söylediği sözler, yaptığı tasavvufi tefsirler, klasik tasavvuf kitaplarında toplanmıştır. Kendisine atfedilen çok sayıda eserden bugün elimizde kalan, sadece Rasail ( mektuplar) dir. Bu mektuplar, İslam tasavvufu terminolojisinin gelişmesindeki seyri göstermesi bakımından da önemlidir.

Genellikle yazılarında kapalı bir uslup kullanması, fikrinin kelimelerle ifade edilemeyecek bir özellik taşımasındandır. Ayrıca,okuyucunun  durumunu da göz önüne aldığı için ihtiyatı elden bırakmaz,

"Lisanını zaptet, zamanının insanlarını iyi bil ve onlara bildiklerini söyle; bilmediklerini,anlamayacakları şeyleri söyleme. Zira bilmediğine düşman olmayan çok azdır" diyerek bunu başkalarına da tavsiye eder.

İtidal ve sadeliği hayatının her alanında sezilebilir. Ne yaşamdan kaçıp koyu bir zühde dalmış, ne de hayli yüklü olan servetinin yoluna engel olmasına izin vermiştir. Bazı sufilerin taşkın hallerine de sıcak bakmamış, ehli olmayanların eline sırların geçmesine razı olmamıştır.

Bütün dikkâtine,ılımlı  davranışlarına  rağmen,"küfür, dinsizlik ve zındıklık"la suçlanan Bağdat Okulunun diğer mensupları gibi, birçok defa suçlanır, karalanır,  iftiralara uğrar, hatta tutuklanır...

Bu da bilmediğine düşman olanların her devirde hiç değişmeden, görevlerini yerine getirdiğini gösteriyor.

Ne var ki, onlar tarihin karanlığına gömülüp unutulurken, fikir semamızın yıldızları kendiliğinden ışık vermeye devam ediyor.

Ne mutlu o ışıktan bir zerre alanlara ...

Ahmet F. Yüksel 
& Güliz Ok

 


Üst Ana sayfa e-mail