Muhyi'ddin Arabi 17 Ramazan 560 (1165) tarihinde Endülüs’ün  Mürsiye şehrinde doğdu. Sekiz yaşında babasıyla beraber İşbiliye (bugünkü Sevilla)- ya geldi. Henüz çocuk denecek yaşta kendisiyle görüşen İbn Rüşd, onunla görüştüğünden son derece memnun kalmıştı. Birçok şeyhlerden istifade eden İbnu’l-Arabi’nin ilk şeyhi, okuması yazması olmayan fakat maneviyatta çok ileri mertebelere yükselmiş olan Ebu Ca’fer al-‘Uryani’ dir. Bundan başka 55 şeyhten feyiz almıştır.

Arabi 590 (1194) yılında seyahate başlamış, Tunus’a gelmiş 591 (1195) te Fas’a geçmiştir. 595 (1199) da Kurtuba’da İbn Rüşd’ün cenaze merasiminde hazır bulunmuş, 597 (1201) de  Mağrib şehirlerinde gezmiş, ertesi yıl hac gayesi ile Mısır’a gelmiş, Kahire’de Takiyyu’d-din Abdurrahman’ın elinden Hızır’ın hırkasını giymişitir. Mısır’dan Kudüs’e geçmiş buradan da yaya olarak Mekke’ye varmış, 598 (1202) yılı hac farizasına yetişmiştir. İki yıl Mekke’de kalmıştır…

601 yılı hac mevsimi sonunda Anadolu hacılarının daveti üzerine onlarla birlikte Bağdad üzerinden Anadolu’ya gelmiştir. Malatya’da hacdan beraber geldiği Mecdu’d-din İshak’ın evinde kalan İbnu’l-Arabi, onunla beraber Konya’ya gitmiştir. Daha sonra Bağdad’a uğrayıp 602 (1205) te Kudüs civarında, 12 Şaban 603 (22  Mart 1207) de Mısır’da, 604 (1208) de Mekke’de bulunmuştur. 606 (1209) da Konya’da Risaletu’l-Envar’ı yazmıştır. İki yıl sonra 608’de Bağdat ve Halep’te bulunmuştur. 612 (1215) de Konya Aksaray’a gelmiş, aynı yılın Ramazan ayında Sivas’ta bulunmuştur. Daha sonra Malatya’ya gelmiştir. Burada dostu Mecdu’d-din İshak’ın oğlu Sadreddin Konevi’yi yetiştirmeye başlamıştır. Oğlu Sadu’d-din Muhammed 618 de burada doğmuştur. Nihayet 627 yılında Şam’a yerleşmiştir.638 (16 Ekim 1240) tarihinde 78 yaşında iken vefat etmiş, Kasiyun Dağı eteğinde bulunan türbesine defnedilmiştir.

Dörtyüzden fazla eser veren İbnu’l Arabi, ilmini doğrudan doğruya Allah’tan aldığını söylemektedir. Ona göre kendisinin hiçbir iradesi yoktur. Kendisi Allah’ın kapısında boynu bükük, O’nun emrine muntazır durmakta, o kapıdan ne sızarsa onu yazmaktadır. Kalbine gelen bilgileri yazmak hususunda o, muhtar değil, mecburdur.

İbnu’l-Arabi, sözlerinin Kur’an olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiştir. “Bu, bundan dolayı O’nun zikridir ve Kur’an’dır.”.

At-Tanazzulatu’l-Mavsılliyye’s,nde şöyle diyor: “Ruhu’l-Emin kalbime inince terkibim dağılıyor, bana zan, tahmin ve şüpheden uzak bilgiler veriyor.”. Burada inen meleğin Peygamber’e inen Cebrail olmayıp sadece bir melek olduğunu, bütün melekler emin olduğu için kendisine gelen meleğe Ruhu’l-Emin dediğini ve asla Peygamberlik iddiasında bulunmadığını söylüyor.

İbnu’l-Arabi, kendisine Hatemu’l-Velaye ünvanını vermiştir. Nasıl Hz. Peygamber, peygamberliği tamamlamışsa o da veliliği tamamlamıştır. Peygamberimizin bir teşbihi vardır: “Ben peygamberler arasında tıpkı bir ev yapıp bir tek kerpici eksik gelen adama benzerim. İşte, o kerpiç benim. Benden sonra Peygamber yoktur.” İşte İbnu’l-Arabi de kendisini velayet evinin duvarına konan son kerpiç sanmaktadır.

Fususu’l-Hikem’de 27 peygamberden her birine bir fasıl ayırmıştır. Kendi ifadesine göre bu kitabı Hz. Peygamber (s.a.v.) 627 yılı Muharreminin son on gününde yani kendisi 65 yaşında iken Şam’da kendisine vermiş ve faydalansınlar diye bunu insanlara duyurmasını emretmiştir.

Bilginler O’nun hakkında üç gruba ayrılmıştır:

1 ) Birinci gruba göre İbnu’l-Arabi büyük bir alim, bir mürşid-i kamildir. Yazdığı kitaplar, onun kudretinin büyüklüğünü gösterir. Gerçekten O şeyh-i ekber denmeye layıktır. Kadi Şihabu’d-din Ahmed az-Zebidi, Cemalu’d-din Muhammed al Kirmani, Mecdu’d-din Firuzabadı, Şeyhu’l-İslam İbn Kemal bu görüşte olan bilginlerdendir.

2 ) İkinci gruba göre İslamın itikadi, ameli ve ahlaki esasları Kur’an, Sünnet ve büyük müctehidlerin icmaiyle sabittir. Gerçek mutasavvıflar ve bütün bilginler dini tabirlere riayet edegelmişlerdir. Yanlış telakkilere, sapıtmaya sebep yazılar ve sözler kabul edilemez. Hele zarurat-ı diniyye  denilen Allah’ın ezeliliği, yaratıkların sonradan oluşu gibi inanç sorunlarına aykırı sözler söylemek, İslam ile ilgiyi kesmektir.

Muhy-i’d-din Arabi kuvvetli bir bilgindir ama dini ölçülere aykırı sözleri vardır. İbnu’l-Arabi, bütün akidelerin doğru olacağını, bütün putların bir parça tanrılığa sahip bulunduğunu, tanrılık iddia edenin davasında doğru olduğunu, Fir’avn’in tertemiz gittiğini, mescitte cünüp ve hayz halinde durmanın mubah olduğunu iddia etmekle dinden çıkmıştır. İbnu’l-Arabi’nin en kuvvetli muhalifi İbnu Teymiyye’dir.

İslam aleminde muhalifleri çok olmakla beraber, İbnu’l-Arabi’nin fikirleri geniş bir yayılma alanı bulmuştur. Muhalifi olan bilginler dahi onun fikirlerinin etkisinden kurtulamamışlardır. İbnu’l-Arabi’nin en çok muhalafete sebep olan görüşleri özetle şöyledir:

- 1- Adem Fasssında: “O’nu tesbih ederim ki O, tıpa tıp insanın kendi kendine nisbeti gibidir.”

- 2- “İnsan ezeli, sonradan olmuş (hadis), daimi, ebedi neş’edir.”

- 3- “Biz Hakkı ne ile niteledikse biz de o niteliğin aynıyız, Hak da kendisini bizimle niteledi. Ne zaman O’nu görsek, kendimizi görürüz; ne zaman O bizi görse kendisini görür.”

- 4- İsmail ve Eyyub Fassında ve Futuhat’ta: “Kafirler nardan çıkmazlarsa da sonunda azap kendilerine tatlı olur. Cehennemin ateşinden, kızgın sudan zevk alırlar; nasıl cennettekiler ebedi nimetten lezzet alıyorlarsa.”

- 5- Musa Fassında ve Futuhat’ta: “Fir’avn mü’min olarak öldü, tahir ve mutahhar (tertemiz) olarak ruhu alındı. O’nun  “Alemlerin Rabbi nedir?” diye Hakk’ın hakikatinden sorması doğrudur.”

- 6- Musa Fassında: “Yüce melekler dolaylı olarak unsurlardan yaratılan bütün yaratıklardan üstündür. İnsanlık rütbe itibarıyla yersel ve göksel meleklerden üstündür. Yüce melekler de “Böbürlendin mi, yoksa yücelerden mi oldun?” .... tanrı nassının ifadesi gereğince bu insan türünden üstündür.”

- 7- Futuhat’ta : “O Allah’ı tesbih ederim ki icadettiği eşyanın aynıdır.”

- 8- Nuh Fassında: “Hakikat ehli yanında tevhid de tenzih, tecrid ve takyidin aynıdır. Allah’ı tenzih eden, ya Rabbi bilmiyor veya edebi az, gafildir. Zira Hak, bütün yaratıklardan meydana çıkmıştır. Her kavramda görünen O dur. Teşbih edip Hakk’ı kayıtlı ve sınırlı gören, O’nun mabud olduğunu bilmeyen, tenzih etmeyen de böyledir. Teşbih ile tenzihi birleştirenlerdir ki Hakk’ı gereği gibi bilmişlerdir. Yalnız bir tarafı görmek eksikliktir.”

- 9- Nuh Fassında: “Büyük bir tuzak yaptılar” ayetinde “Allah’a davet, çağırılan bir tuzaktır.” Birkaç satır sonra: Mekirlerinde dediler ki: “İlahlarınızı bırakmayın” eğer onlar tanrılarını bıraksalardı bunlardan terk ettikleri kadar Hakk’ı bilirlerdi. Zira Hakk’ın her mabudta özel bir vechi vardır.

3) Üçüncü gruba göre Şeyhi Ekber’e güzel zan beslemeli fakat kitaplarını okumamalıdır. İbnu’l – Arabi hakikaten büyük bir insandır. İbadet ve taat konusunda son derece gayret sahibidir. Eserlerinin çoğu da kitap ve sünnete uygundur. Ama İttihat ve Hulul’e dair yazıları da vardır. Bunları okumak zararlıdır.

İbnu’l-Arabi’nin, yanlış anlaşılan sözleriyle bilinen manayı kasdetmediğini pekiştirmek için şu misali verirler:

Bir gün müritlerinden biri onun şu şiirini okumuş:

Ey beni gören ve benim kendisini görmediğim! Ne kadar O’nu görsem, O beni görmüyor.

Dinleyen biri itiraz ederek demiş ki: “O’nun seni gördüğünü bildiğin halde nasıl görmediğini söylüyorsun?” Ibnu’l-Arabi, hemen şöyle demiş:

Ey beni suçlu gördüğü halde kendisini cezalandırıcı görmediğim: Ne kadar ben kendisini nimet verici olarak görüyorum da o beni tevbe edici görmüyor.

Bu da gösteriyor ki şeyhin sözünde zahir mana kastedilmemiştir.

İbnu’l-Arabi’nin savunucusu olan ve Futuhat’ı özetleyen Abdu’l-Vahab Şa’rani de şöyle diyor:

“Futuhat’ı özetlerken ehli sünnet mezhebine aykırı düşen birçok şeyler gördüm. Bunları muhtasara almadım. Ben sanıyordum ki bu attıklarım, Şeyh Muhyi’d-din’in kendi sözleridir. Nihayet bize değerli alim Şemsu’d-din Seyyid Muhammed ibn as-Seyyid Ebi’t-Tayyib al-Medeni (955/1548) geldi. Bu hususu onunla konuştuk. Bana Konya’da Şeyh Muhyi’d-din’in el yazması nüsha ile karşılaştırdığı bir nüsha çıkardı. Orada benim ehli sünnete muhalif bulup kaldırdığım şeylerden hiçbirini göremedim. Anladım ki bugün Mısır’daki nüshaların hepsi şeyhe iftira için ehli sünnet inançlarına aykırı şeyler sokulmuş, tahrif edilmiş bir nüshadan yazılmıştır. Onun Fususuna ve öteki kitaplarına da aynı şeyler yapılmıştır.”

İbnu’l-Arabi’nin devamlı sekir halinde yazdıkları, onun vahdet-i vücud görüşünü meydana getirmiştir. Bu görüşe göre alemde tek bir varlık vardır. Bu varlık Allah’a aittir. Alem, Allah’ın  isim ve sıfatlarının görünümlerinden ibarettir.

Keşfu’z-Zunun’da tasavvufi açıdan sadece Kehif suresine kadar bir tefsiri olduğuna işaret edilir. Genel tefsirciler metoduna göre yazılmış bir tefsiri de vardır denilir.

İbnu’l-Arabi, Konya Yusuf Ağa Kütüphanesinde bulunan mecmuadaki 9 ncu risalesinde kitaplarını sayarken bu tefsiri hakkında aydınlatıcı bilgi vermektedir.

Bu risaleden anlıyoruz ki Kehif suresine kadar olan tefsirinin adı “Kitabu’l-Cem’i va’t-Tafşil fi Esrari Ma’ani’t-Tenzil” dir.

Bu tefsirinde şöyle bir metod takib etmiştir: Her ayete üç türlü mana vermiştir. Önce celal makamından, sonra cemal makamından, sonra itidal makamı olan berzah makamından. Bu makam Hz. Muhammed’in olgun varisinin makamıdır:

“Ayeti celal ve heybet makamından alıyorum, üzerinde konuşuyorum, nihayet en güzel bir işaretle o makama getiriyorum. Sonra aynı şekilde cemal makamından alıyorum. Bu makam, birincisinin karşıtı olan makamdır. Ayet üzerinde cemal makamından konuşuyorum, sanki ayet özellikle o makamdan inmiş gibi. Sonra ayeti yeniden alıp kemal (berzah) makamından tefsir ediyorum. Bu tefsir, önceki vecihlere hiç benzemiyor. Bu makamda ayetteki harflerin ve kelimelerin; küçük harfler olan harekelerin diri sükunun ve ölü sükunun – tabii varsa- nisbetlerin, izafetlerin, işaretlerin ve benzeri şeylerin esrarından bahsediyorum. Bu ayeti bitirince ondan sonraki ayete geçiyorum.”

“Bu tefsirde başka hiçbir kimsenin tek kelimesi yoktur. Yalnız istişhad kabilinden bazı sözler alınmışsa da bunlar çok azdır.”

Malesef bu tefsir bugün elimizde yoktur. İbnu’l-Arabi’nin tefsiri diye bilinen tefsir ise onun değil, Abdurrazzak Kaşani’nindir. Goldziher, bu tefsiri, İbnu’l-Arabi’ye mal ederek onun hakkında fikir yürütmüş, hataya düşmüştür.

İbnu’l-Arabi, Kur’an ile onun Tanrı ehli dilinden tefsiri arasında bir fark görmemektedir. “Nasıl, Kur’an Allah’ın sözü olduğu için önünden ve sonundan onu hükümsüz kılacak bir şey gelmezse hakikat adamlarının tefsirlerini de hükümsüz kılacak birşey gelmeyecektir. Çünkü o tefsirler, onların kalblerine Allah’tan doğmuştur. Allah bazı kullarına bizzat ilhamıyla öğretmiştir. “Nefse ve onu düzenliyene, sonra da ona iyilik ve kötülüğü ilham edene and olsun” buyurmuştur. Nasıl kitabın aslı Allah’tan peygamberlerinin kalblerine indirilmişse manası da öyle bazı mü’minlerin kalblerine indirilmiştir. Böylece aslı gibi şerhi de Allah tarafından indirilmiş olur.. diyen İbnu’l-Arabi, zahir tefsiri inkar etmez. Zaten sufileri batınilerden ayıran en önemli fark, zahir tefsiri esas kabul etmeleridir. Şer’i nasların zahirini kabul eder. Futuhatın mukaddimesinde de buna işaret etmiştir:

“Peygamber (s.a.v.) in getirdiği gerek bildiğim, gerek bilmediğim her şeye inanıyorum. Ölüm, Allah’ın verdiği bir süreye göredir. O, ileri geri kalmaz. Buna kesin olarak şeksiz ve şüphesiz inandım. Yine inandım, ikrar ettim ki kabirde sual meleklerinin sorusu haktır. Kabir azabı haktır. Havz haktır, mizan haktır, amel defteri haktır, sırat haktır, cennet haktır, cehennem haktır, bir grubun cennette bir grubun da cehennemde olması haktır. Meleklerin ve peygamberlerin şefaati haktır...”

İbnu’l-Arabi, özellikle çok tesirinde kaldığı Sülemi ve Gazali gibi, batın tefsirlerin zahirle çatışmayacağına kanidir. Çok aşırı, hatta hayali denecek teviller yapmasına rağmen çok da muhafazakardır. Mezheb itibariyle zahiri olan İbnu’l-Arabi, zahiri fıkıh usulünü yazmıştır. Kur’an’ın, Kur’an’la ve sünnetle neshedilebileceğine kani olan İbnu’l-Arabi, şeriatte geçen kelimeler hakkında aynen şöyle diyor:

“Bir ayet veya hadis varidolduğu zaman asıl olan, onun Arap dilinde gösterdiği manayı almaktır. Şayet şeriatı kuran, onu asıl manasından başka manada kullanmışsa o zaman onu şariin kullandığı manada anlamak asıl olur. Bundan sonra o sözle başka bir haber gelirse artık Arap dilindeki manasında değil, sariin açıkladığı şekilde anlamak lazımdır. Şayet o lafız hakkında şariin, Arap dilindeki manasını kasdettiğine dair bir haber gelirse o zaman yalnız oraya mahsus olmak üzere kelimenin lugat manası alınır.”

“Allah yolunda öldürülenleri ölüdürler sanmayınız. Hayır onlar diri ve Rabları katında rızıklanmaktadırlar.” Ayetinde Ibnu’l-Arabi, mecazi bir mana aramaz. Şehitlerin diri olduğu hakkındaki zahiri manayı anlar: “Aramızda Zeyd ve Amr’in yaşaması gibi. Şehidlere ölü denilemez. Çünkü Allah bundan menetmiştir. Onlar diridirler ama halktan onları görecek gözü almıştır. Nasıl Allah, melekleri ve cinleri görecek gözü almışsa.”

Birçok yerlerde zahir manaya uymayan bir tefsir yaparsa “Bu işaret kabilindendir, tefsir kabilinden değil” tenbihinde bulunmayı ihmal etmez.

Futuhatın altmış sekizinci babında taharetin esrarından bahsederken şöyle diyor: “Allah zahiri batından, batını zahirden ayırmamıştır. Şer’i hükümleri yalnız bir tarafından alıp onların batıni hükümlerinden gaflet etmiyenler, ancak Tanrı adamlarıdır. Şeriatın zahir hükümlerini terk edip sırf batını kabul eden batıniler sapmış ve sapıtmışlardır. Keza sırf basit ve eksik bir anlayışla hükümlerin yalnız zahirini anlıyanlar da sapmışlardır. Ama yine de bunlar ötekilerden üstündürler, mutluluktan yoksun olmazlar. Tam mutluluğa erenler, ancak şunlardır ki zahir ve batını cemederler. Bunlar Allah’ı ve O’nun hükümlerini bilen alimlerdir.”  “Tasavvufi bilgilerde yükselebilmek için şeriat esastır.”

İbnu’l-Arabi, bütün şer’i hükümlerin zahir ve batın yönünü çıklayacak bir kitap yazmağa niyet ettiğini söyler ve Futuhatın 68 nci babından itibayen ibadetlerin iki yönünü izaha çalışır:

Ona göre Allah, her maddi şekle manevi bir ruh vermiştir. Her şeklin bir hakikati vardır. Buna dayanarak şeriatin zahirinden batınına geçmiştir. Çünkü Allah “Ey göz sahiplari ibret alın” demiştir. Yani gözlerinizle gördüğünüz suretlerden içlerinizdeki manalara geçiniz ki onları da basiretlerinizle göresiniz demektir. Bu ayet itibara teşvik etmiştir. Bunu yapmıyan zahir ehlinin akıllarını çocukların akıllarıyle bir tutan İbnu’l-Arabi, itibara dayanarak birçok şer’i meseleleri batıni yönden tefsir etmiştir.

Abdestin  ve gusulün zahirini, suların ahkamını anlattıktan sonra der ki:

“Su iki kısma ayrılır: Saf, latif su. Yağmur suyu saftır. Çünkü buharın sıkışmasından meydana gelmiştir. Öteki de bunun kadar latif olmayan sudur:

Kuyu ve ırmak suları. Bunlar taş ve topraktan kaynadığı için o kadar latif değillerdir. Şimdi birinci su, şer‘i olan leddüni ilmidir. İkinci su da sahih olan düşünce ve akıl ilimlerini gösterir. Düşünceden çıkan ilimler, akıl sahiplerinin karakterine göre değişiklik gösterdiğinden bunlar birinci ilim kadar saf değildir. Tadı değişir. Ama meşru leddünni, Tanrısal ilmin kaynakları değişse de tadı değişmez.

İbnu’l-Arabi’ye göre günah, azabın gelmesine sebeb olur. Azap imanın bulunduğu yere giremez. O halde mü’min günah işleyemez. Günah işlediği zaman imanın çıkması lazımdır ki Allah’ın belası olsun. İşte Hz. Peygamberin: “Kul zina ettiği zaman iman onun gönlünden çıkıp üstünde gölge gibi bekler, kul o işi bitirince iman ona döner.” hadisini bu açıdan tefsir ediyor:

“Bunun için dedik ki: Mü’min kul için taatle karışmamış bir günah olmaz. O: “Salih ameli kötü amele karıştırdılar” dan olur. “Belki Allah onları affeder.”

İbnu’l-Arabi’ye göre ağza su vermek, batınen “la iahe illallah” demektir. Bu, farzdır. İyilikle emir, kötülükten nehy ise bunların zıtlarından temizlenmektir. Buruna su çekip sümkürmek de batınen kibrinden kulluğa inmektir. Burun kibri temsil eder. “İşte burnuna su çekip sümkürmek, kulluğunu idrak ile kibri içinden çıkarmaktır. Yüzü yıkamak zahirde farzdır. Batında yüzü yıkamak, murakabe ve Allah’tan utanmadır. Allah’ın sınırlarını geçememedir. Yüzün sınırları, batına şeriatın sınırlarıdır. İnsan utanmayı gözüne götürdüğü gibi kulağına da götürmelidir. Allah’ın yasaklarından gözü yummak, utanmak gereği olduğu gibi işitmesi helal olmayan gıybet ve kötü sözlerden kulağı sakınmak da utanma gereğidir. Gıybet ve kötü söz  söylemek de helal değildir.”

Zekat lugatte temizlik manasına olduğundan İbnu’l-Arabi, zekatın verileceği sekiz sınıfı, sekiz organın temizlenmesi şeklinde anlar. Sadaka da bütün bedenin temizlenmesi anlamınadır.

Fûsus’ta çocuk Musa’nın sandığa konulması (Kasa Suresi 7nci ayet) ni şöyle anlatıyor:

“Musa’nın konulduğu tabut, nasutudur. Yemm, bu cisim vasıtasıyla düşünce ve duyu kuvvelerinden gelen ilimdir. Musa Yemm (nasuti vücud) e konuldu ki bu kuvveler çeşitli ilimlere vakıf olsun. Gerçi melik (kral), ruh ise de ruh, vücudu ancak cisim vasıtasıyla yönetir. Musa’nın annesinden başka kadından süt emmemesi de Musa’nın geldiği köke işaret eder. Bu kök onun gıdasıdır. (Bu onun yeni bir şeriat getireceğine işarettir).

İşaratu’l-Kur’an fi Alem’il-İnsan adlı eserinde her surenin enfüsi yönden neye işaret ettiğini, ruhundaki izlenimleri, nefs kuvveleri arasındaki çekişmeleri, ruhi yükseliş ve alçalışları izah eder, yani ayetleri insana tatbik eder. Ayetlerden aldığı ilhamla bir takım müşahedeler anlatır. Bakara Suresinde Adem’in yaratılışından bahsedilmektedir. O, Adem’in vücudunu tabuta benzetir. Ruh onun içine konmuştur: “Ben Tanrısal tabuta konmuştum, beni ruhani melekler yüklenmişlerdi” der. Bu melekler vücudun kuvveleridir. Ruh bu vücut karanlığında iken basireti açılınca elif lam mim sırrı anlaşılır.

“Sonra yıldırımlar, şimşekler çaktı, her taraf karanlık oldu, sakin de hayrete düştü. Ateş yakmak istedi, göz köroldu, kulaklar sağır oldu. “Kun: ol” gölgesine dayandı, olmadı. Nefsi daraldı..” Sonra nurlandığını, müşahededen sonra herkese hilafet verildiğini, ayak kürsilere verildiğini, istiva tamamlandığından isimler geldiğini, arzu edilen cennetin yaklaştığını anlatır.

İnsana verilen ayaklar, Arşı taşıyan Kürsi’dir. “Rahman’ın Arşa istiva etmesi”, insan vücudunun bu ayaklar üzerine binmesidir. Bu Kürsi (ayaklar) üzerine binen insan vücuduna yüce bilgiler inmiş, taş durumunda olan kemiklerden, vücuttan ağaçlar (kıllar), ırmaklar (kan damarları) fışkırmıştır. “Ve biz yüksekten alçağa inmişiz.” “Bildim ki babam, istivanın oğludur. Tabut meleklerine dedim ki: Ben ölmezden önce beni babama indirin. Zira ben onun hakkını ödemekle emredilmişim.”

Her surede böyle sure ile mütenasip sözler söyler ve sözü, sure sonundaki ayetle bitirir.

Şehid Ali Paşa Kütüphanesi 1341 numaralı mecmua, İbnu’l-Arabi’nin eserlerini ihtiva eder. Burada al-Makşadu’l-Esma fi’l-işarat fi ma vaka’a fi’l-Kur-ani bi lisani’l-Hakikati va’ş-Şeri’ati mine’l-Kinayat adlı eseri mevcuttur. Bu eserinde, isimler üzerinde durur, ayetleri vahdet-i vücud açısından tefsir ve te’vil eder:

“İsim müsemma’yı gösterir. İsim, müsemma’nın şeklidir. Rabb, ismin gerçeğidir. Tesbih edilen ve görünen O olduğu gibi gören de O’dur. Çünkü tesbih O’nun içindir. Bundan ötürü arif demiştir. Bu hakikat diliyle: “Siz başka değil, sadece isimlendirdiğiniz birtakım isimlere tapıyorsunuz.”a işarettir. İsim ruhtur, müsemma onun halidir. İsim olmasa puta ibadet edilmezdi. Puttaki isim, kendisinin değil, O’nundur. O halde isim, ma’budur. Böylece şirk kalkmış oluyor. Böylece Ibnu’l-Arabi putperestliği  meşrulaştırmış oluyor.

İbnu’l-Arabi’den sonra onun fikirleri geniş yankılar uyandırdı. Muvafıkları da, muhalifleri de onun fikirlerinden az çok etkilendiler. Vahdet-i vücud felsefesi tefsire hakim olduğu gibi dünyada geçmiş olayların kahramanlarını enfüste arama temayülü, özellikle revaç buldu. Necmu’d-din Daye, Sabred-din Konevi, Abdu’r-razzak Kaşani, Alau-d-devle Simnani gibi ünlü mutasavvuflar bu usulü devam ettirdiler.

Vahdet-i Vücud (varlık birliği) fikrini sistemleştiren mutasavvıf, Muhyi’d din İbnu’l Arabi’dir. Ondan önce de İslam dünyasında bu fikrin temellerini bulmaktayız. Özellikle Gazali’nin eserlerinde bu fikre çok yaklaştığını görmekteyiz ama onlarda bu fikir açıkça ortaya atılıp sistemleştirilmemiştir. İleri sürülen görüşler, fena fillah sınırını zorlamakta ise de henüz o sınırı pek aşmamaktadır. İbnu’-Arabi bu düşünceyi görüşlerinin temeli yapmış ve bunu bütün İslam tasavvufuna yaymıştır.

İbnu’l-Arabi’ye göre varlık, bir tek hakikatten ibarettir. Çeşitlenme ve çoğulma, dış duyuların meydana getirdiği zahiri bir şeydir. Allah mutlak varlıktır. O’nun varlığının sebebi yoktur. O, kendi zatiyle vardır. O’nu bilmek varlığını bilmektir. Zatının hakikatini bilmek mümkün değildir.

Allah ezelde vardı ve kendisiyle beraber hiçbir şey yoktu. Alemi yaratmak isteyince kendinde mevcut ve her şeyin aslı olan: kadimle kadim (eski), muhdesle muhdes (yeniden peyda olan) sıfatını kazanan Külli Hakikat’e, Allah’tan Heba denen bir hakikat tecelli etti. Bu, tıpkı yapılacak binanın, kağıt üzerine planını çizmeğe benzer. Sonra Yüce Allah, kendi nuriyle o hebaya tecelli etti. Bütün alem, bilkuvve bu hebada var idi. Hebada (Yokolucu) bulunan her şey, gelen bu tecelli nurunu kendi istidadına göre kabul etti. Bu nuru en çok alan da hebada bulunan Hakikat-i Muhammeddiyye idi. Buna akıl da denir. Böylece ilk varlığa çıkan şey, akıl yani Hakikat-i Muhammediyye oldu. Bu suretle Allah’ın tecellisinden heba ve hebanın tecellisinden alem meydana geldi.

Allah bizi şu belirli şekillerde yaratacağını, ezelden beri biliyordu. Eğer bizi bu şekilde bilmeseydi yaratmazdı. Bu şekli başka yerden de almadı. Çünkü kendisinden başka bir varlık yoktu ki oradan alsın. Demek ki kendi bilgisinde bizim bu şeklimiz vardı. Bizi ezeli bilgisiyle böyle bilmiştir. O halde biz, bilkuvve O’nda vardık. O’nun bizi bilmesinin aynısı olan bizim misalimiz (düşünce halindeki varlığımız, bir başka deyişle Allah’ın bizim hakkımızdaki bilgisi), kendi varlığıyla kadimdir. Çünkü bilgi O’nun sıfatıdır. Sıfatı da ezelidir. Allah, bizi yaratacağını sonradan bilmiş olamaz.

İbnu’l-Arabi’ye göre a’yan-ı sabite (ideler), yani Allah’ın bilgisi bakımından alem kadimdir. “Yoktan zuhura gelmiş değildir. Yoktan zuhura geldi demek, zatı zatında gizli iken iradesi ile a’yane (şekillere) geldi demektir. Zira ne yok var olur, ne de var yok olur. Zat denizinin inkılabından (çalkanmasından) alemler meydana gelmiştir”.

Allah bu dünyaları, isimlerini meydana çıkarmak için yaratmıştır. Çünkü makdursuz kadir; verme olmadan cömertlik; beslenen kimse olmadan rızık vericilik; yardım edilen bir şey olmadan yardım edicilik; rahmet edilen biri olmadan rahmet edicilik etkisiz kavramlardır.

İbnu’l-Arabi’ye göre kainat , Allah’tan çıkmıştır, fakat Allah ile aynı mahiyette değildir. Mümkün varlıklar, önce yok iken sonradan Allah’tan sadır olmuştur, fakat parçanın bütünden ayrılışı gibi bir ayrılışla var olduğu düşünülemez. Zira o takdirde bunlar varlıktan varlığa çıkmış ve böylece ezelde kendi kendisiyle kaim bir varlığa sahip olmuş olurlar.

Kainat, Allah’ın ilk tecellisinden meydana gelen ilk akla dayandırılmıştır. İlk akıl tektir. Fakat yapısında çokluk istidadı vardır. Bütün varlıkların suretlerini kendinde taşır. Buna kainatın ilkesini teşkil eden Levh-i Mahfuz da denir.

İbnu’l-Arabi’ye göre varlık bir daire teşkil etmektedir. Bu daire, Allah’ın bir görüntüsü veya O’nun aynıdır. Dairenin merkezi Allah’tır. Başında ilk akıl vardır. Bu, bütün yaratılanların aslıdır. Her şeyin sureti, tasarısı bunda mevcuttur. Bu suretler, şekillere konulmuştur. Nihayet yaratma devam edip insan türüne gelmiş ve en son insan yaratılmıştır. Varklık dairesinin sonunda insan bulunmaktadır.

İbnu’l-Arabi ve ondan sonrakilerin vahdet-i vücutçu tezlerine göre Allah’ın isim ve sıfatlarının bir tezahürü olan bu cihan, beş mertebede meydana gelmiştir. Allah’ın zatının ve sıfatlarının sonu olmadığı gibi cihanın da sonu yoktur. Çünkü cihan, Allah’ın isim ve sıfatlarının aynasıdır. Demek ki alemler de sonsuzdur. “O, her an başka bir şandadır” ayeti gereğince Allah’ta son yoktur. Allah, kudretinin yüceliğinden, bir kuluna aynı surette iki defa görünmez, iki kuluna da bir surette görünmez. Bütün bu sonsuz alemleri beş mertebe içine almaktadır:

Birinci mertebe, gayb-ı mutak (mutlak gizlilik) mertebesidir. Bu mertebeye lahut alemi, la teayyün alemi, itlak alemi, mutlak ama, mahz vücud, mutlak vücud, sırf zat, Ümmü’l-Kitab, mutlak beyan, basit nokta, gaybların gaybı gibi isimler de verilir. Bu mertebede ne isim, ne resim, ne sıfat, ne sıfatlanan vardır.
Bu mertebede asla şehadet alemi yoktur.
“İnsana hiç anılan bir şey olmadığı bir zaman gelmedi mi?” : “Allah vardı, kendisiyle beraber bir şey yoktu.”

İkinci mertebe, Ceberut alemi, ilk teayyün, ilk tecelli, akl-ı evvel, ilk cevher, Hakikat-ı Muhammediyye, izafi ruh, külli ruh, gayb-ı muzaf, kitabu’l-mubin mertebesidir. Bunlar hep aynı mertebeye verilen isimlerdir. Ümmül-Kitab mertebesinde toplu olan varlık, bu makamda açılmış detaylanmıştır.

Üçüncü mertebe, melekut alemidir. Buna misal alemi, hayal alemi, vahidiyyet, ikinci teayyün, ikinci tecelli, sidretu’l-munteha, emir alemi, küçük berzah ve tafsil alemi de denir. Bu alem, şehadet alemine yakın gayb-ı muzaf elemidir.

Dördüncü mertebe, mutlak şuhud mertebesidir ki buna şehadet alemi, mülk alemi, nasut alemi, his alemi, unsurlar alemi, felekler alemi, yıldızlar alemi denir. Şehadet aleminden başka alemlere gayb alemi de denir. Böylece başlıca iki alem olmaktadır: 1) Gayb alemi  2) Şehadet alemi.

Beşinci mertebe, bunların hepsini kendinde toplayan İnsan-ı Kamil mertebesidir. Önceki dört alem, Allah’ın İsm-i A’zamıdır. Bunların tamamı, Allah’ın zatını gösterir. Bu alemlerin tamamı, insanda da vardır. O halde insan-ı kamil bütün alemlerin özetidir. Nasıl İsm-i A’zam, Allah’ın bütün isimlerini kendinde toplamışsa, insan-ı kamil de bütün alemleri kendinde toplamıştır. Onun içindir ki Hz. Ali: “Sen kendini küçük bir cisim sanıyorsun. Oysa sende büyük bir alem toplanmıştır.” demiştir. Onun için Hz. Peygamber: “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı” demiştir.

İbnu’l-Arabi, bu noktaya geldikten sonra Tanrı ile kulu bir görmektedir. “Attığın zaman sen atmadın Allah attı.” Ayetinde: “Kulum, faili olmadığın şeyi yap. Yaptığın işin faili benim. Ben de ancak seninle yaparım. Çünkü onu kendi kendime yapamam, onu yapmak için sen lazımsın. Senin yapman için de ben lazımım”.  “Böylece işler bana ve Ona bağlı oldu. Ben de hayret ettim, hayret de şaştı. Hayret içinde hayret oldu.” Diyen İbnu’l-Arabi şöyle devam ediyor:

“Nice zamanlar olmuş ki şöyle demişimdir:

“Rab Haktır, kul Haktır, ah bilseydim,mükellef kimdir? Kuldur dersen o yoktur, Rabdır dersen o nasıl mükellef olur ?”

Nice zaman da şöyle demişimdir:

“Kendisinin yaptığı bir şeyi bana teklif etmesinde hayret ettim. Benim yaptığım bir iş yok (bende o iş hep)  O’(nun yaptığı) nı görüyorum. Ah bilseydim mükellef kim oluyor? Her yerde ancak Allah var, Ondan başkası yok.”

“Böyle söylemekle beraber bana denildi ki yap”.

İbnu’l-Arabi, “Doğu ve batı Allah’ındır. Nereye dönerseniz Allah’ın zatı oradadır.” Ayetinin gereği Allah’ın her şeyde tecelli ettiğini ileri sürüyor ve dolayısıyla her şeyde bir parça tanrılık görüyor. “Sakın bir düşünceye bağlanıp kalmayasın, o zaman çok şey kaybedersin. Sen bütün inançların heyulası ol. Zira Allah, yalnız bir inancın çevreliyeceği bir varlık olmaktan daha geniş ve daha büyüktür. Çünkü O, “Nereye dönerseniz Allah’ın vechi oradadır” diyor. Bir şeyin vechi, hakikatıdır. Anladın ki Allah, her vechin inniyyetindedir. Her inanç sahibi, inancında isabet etmiştir ve her isabet eden de sevab alır, her sevab alan da said dir ve her said ise kendisinden razı olunmuştur.”

İbnu’l-Arabi şöyle diyor: “Varlığın tamamı gerçekten birdir. Allah ile beraber başka bir şey yoktur. Bunun için “Kalbi olup kulak veren ve görene işaret edip

Allah vardı, kendisiyle beraber hiçbirşey yoktu” sözü ne güzeldir. Gören O’dur. O, şimdi, önce olduğu gibidir. Bu anda da O, O’dur. O zamanda da O, O idi. Sonra da O, O’dur. Şimdi biz mevcuduz, bizi var etti; gizli açığa çıktı ve açık gizlendi. Sonra yine açığa çıkacak, yine gizlenecek, böyle devam edip gidecektir. Kitap ve sünneti araştırırsan, ebedi olan Bir’den başkasını bulamazsın. O, O’dur. O, ebeden kaybolmakta devam etti. Gerçeğe eren bilginler şu noktada birleştiler ki Allah, bir şahsa bir surette iki defa görünmez. İşte bu, Hu (O) nun genişlemesidir. Ebu Talib demiştir ki: “Misli gibi bir şey olmayanı ancak misli gibi bir şey olmayan görebilir, başkası göremez. O halde gören, görülenin aynıdır.”.

İbnu’l-Arabi’nin vahdet-i vücud görüşü, her şeyi mübah kılan bir görüş değildir, dinin hükümlerine mutlaka uymayı gerekli gören bir görüştür. Zaten kendisi de zahiri mezhebine mensup, şer’i emirlerde son derece titiz ve sert bir mutassavvıftır. Onun Selçuklu sultanına yazdığı mektupta hıristiyan tebaa için yapmayı öğütlediği hususlar, bunu açıkça göstermektedir.

Vahdet-i vücud, Hint ve Yunan felsefelerinin Arapçaya çevrilmesi ve müslümanların diğer milletlerle teması sonucu İslam tasavvufuna geçmiştir, İslamın öz malı değildir. Hindistan’ın Veda mezhebinin esası panteizmdir. Onların Vedanta adlı kitaplarında yazılı olan şu sözler vahdet-i vücudun bir ifadesidir:

“İlk sebep, çoğalmak isteyerek çoğaldı. Kainat, Brahma’dan ibarettir. Zira ondan çıkar, onunla olgunlaşır, ona döner. Onun için Brahma’ya tapınmak lazımdır. Örümcek nasıl ağını kurup tekrar toplar, bitkiler nasıl topraktan çıkar, tekrar toprağa döner, insandan kıllar nasıl çıkar, büyürse kainat da değişmez olan Brahma’dan öyle çıkmıştır. Brahma’nın zati birliği hiç bozulmaz. Sebepler ve sonuçlar ondan ibarettir. Dalga, damla, köpük vs. gibi denizde meydana gelen şeyler, şekil itibariyle başka başka iseler de hakikat itibariyle birbirinin aynıdır. Brahma birdir, eşi yoktur. Varlıkta şekillenip görünmekle zatından ayrılmaz. O, ruhtur, ruh da odur. Su buza, süt yoğurda çevrildiği gibi Brahma da hiç bir aracıya muhtac olmadan şekilden şekle girer. Güneş birdir, fakat suya aksedince çoğalır. Yaratılmamış olan ilahi ruh da çeşitli suretlerde görünür.”

İşte felsefenin Arapçaya çevrilmesiyle birlikte bu fikir de İslam dünyasına geçmiştir. Fakat başlangıçta felsefeye iltifat etmiyen, bütün güçleriyle riyazata ve ameli tarafa yönelen ilk mutasavvıflar bu düşünceye sahib olmamışlar, ancak kendi tatbikatlarının bir sonucu olarak fena fillah düşüncesinin son sınırına kadar gelmişlerdi.

Bu fikir, İbnu’l-Arabi’nin tesiriyle tasavvufa iyice yerleşmiş, hemen her mutasavvıfta bunun izleri görünmeğe başlamıştır. Fakat bu görüşe karşı çıkan mutasavvıflar da vardır. Alliyyu’l-Kari, te’lif ettiği Vadet-i Vücud risalesiyle İbnu’l-Arabi’nin sistemine karşı gelmiştir. İbnu’l-Arabi’nin vahdet-i vücudunu en yüksek makam kabul eden Kaşani’ye karşılık, onun çağdaşı büyük müfessir mutasavvıf Alau’d-devle Şimnani ise bunu küfür telakki etmiştir. Bu yüzden ikisi arasında mektuplaşmalar olmuştur.

Ahmet F. Yüksel
Londra - 26.02.2000
http://afyuksel.com

KAYNAK: Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları
İşari Tefsir Okulu

 


Üst Ana sayfa e-mail