Misyonerlerin Amaçları ve Çalışma Metodları


“Din, aşkın varlıkla (mutlak kutsal) ilgili iman halindeki inanç hükümlerinin kişinin ve toplumun hafızasında muhafaza edilmiş, davranış haline getirilmiş ve böylece kişiye ve topluma bir hayat biçimi sunan/sağlayan inanç ve normlar sistemi” olarak tanımlandığında, tanımın dindar ve dindarlığı da içerdiği anlaşılacaktır. Tanımdan hareketle “dindar din özelliği taşıyan her hangi bir dini kabul eden, benimseyen ve davranış haline dönüştüren kişi”, “dindarlık ise din özelliği taşıyan her hangi bir dinin kabulü, benimsenmesi ve davranış haline getirilme derecesi”ni ifade ettiğini söyleyebiliriz.

Tarihi varlık alanı içerisinde her hangi bir inanca sahip olmayan kişi ve toplum mevcut değildir. Ancak her inanç din değildir. Buna rağmen inançlardan bazılarının dini inanç haline dönüşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Zira inanma duygusu insanda doğuştan olduğu gibi sonsuzluk duygusu da insanda doğuştandır. Kişinin sonlu karşısında sonsuzu algılaması onda aşkın varlık veya kutsal varlık inancını da meydana getirmektedir. Ölüm karşısında aciz kalan insan öldüreni aradığında aşkın varlığa da ulaştığına inanmaktadır.

Latince “Missio” kelimesinden türetilen mission (misyon), sözlükte görev, yetki, bir kimseye bir işi yapması için verilen özel görev anlamına gelmektedir. Bu görev ve yetki dinî olabileceği gibi siyasi ve diplomatik de olabilir.

Misyon, genelde bir görevi yerine getirme işini üstlenen kuruluş anlamındadır. Özelde ise, Hıristiyanlığı, hıristiyan olmayan ülkelerde yaymak gayesi ile oluşturulan kuruluşlar, misyon olarak isimlendirilmektedir. Bu misyonlarda görev yapanlara misyoner denilmektedir. Misyonerlerin yaptığı faaliyetlerde Türkçe’de misyonerlik kelimesi ile karşılanmaktadır.

Misyon, misyoner ve misyonerlik; genel olarak evrensel bütün dinlerle, özel olarak hıristiyanlıkla ilgili kelimelerdir. Kendi dini inancını ve kanaatlerini bir yerde, bir ülkede yaymaya çalışan herkese misyoner denilmektedir. Onlar, başka dinden başka inançtan ve başka düşünceden olan insanları, mensubu oldukları dine veya düşünceye kazanma gayesi gütmektedir.

Dinler tarihinde misyonerlik, genel anlamda da kullanılmaktadır. Bu kullanımda dinler, misyonerliğe yer verip vermemelerine göre tasnif edilmektedir. Bu durumda dinler; misyonerli ve misyonersiz dinler diye iki gruba ayrılmaktadır. Misyonerli dinler belli sınırlar tanımayan, öğretilerini herkese ve her tarafa yayma gayesi güden dinlerdir.

Günümüze kadar Hıristiyan misyonerliği yedi aşamadan geçmiştir. Bu aşamaların her birinde döneme ve şartlara göre farklı metodlar takip edilmiştir. Bu yedi aşama, şöyle yedi dönemi teşkil etmektedir.

33-100 arası, Havariler Dönemi

100-800 arası, Kiliselerin kurulma dönemi

800-1500 arası, Orta çağ dönemi

1500-1650 arası, Reformasyon dönemi

1650-1793 arası, Reformasyon sonrası dönem

1700-1965 arası, Modern dönem

1965’ ten sonrası, Diyalog dönemidir.

İlk iki döneme, Hıristiyanlığı tanıtma ve tebliğ dönemi denilebilir. Üçüncü dönem İslamın sahneye çıktığı dönemdir. Bu döneme kadar, Hıristiyanlık karşısında daha güçlü bir din, bir ideoloji görmemiştir. Önceleri İslama sıcak bakan Hıristiyanlar, İslamın yayılması ve günden güne taraftarlarının artması Hıristiyan dünyasının İslam’a sıcak bakışında değişikliğe sebep olmuştur. Artık o tarihlerden sonra Hıristiyanlar İslama ve müslümanlara hasım gözüyle bakmaya başlamışlardır. Bu durum Türklerin müslüman olması ve Anadolu’yu fethetmesiyle farklı bir noktaya ulaşmıştır. Çünkü Anadolu Türklerle hem islamlaşıyor, hem de Türkleşiyordu. Türklerin Anadolu’yu fethetmesi ve İslam’ı batıya taşıması Hıristiyanları Türklere karşı cephe birliğine sevketmiştir. Ayrılmış ve bölünmüş Hıristiyanlar Türklere karşı kısa süreli de olsa bir birlik oluşturdu. Bu birliğin gayesi Türkleri ve İslâmî gelişmeyi durdurmak, Türkleri geldiği yere geri göndermekti. Bunun için onlar 174 yıl süren Haçlı seferlerini başlatmıştır (1096-1270).

Haçlı seferleri de Hıristiyanlara beklendiği sonucu vermemiştir. Bunun üzerin doğrudan Hıristiyanlığı yayma ve İslamı durdurma yönünde faaliyetler meydana gelmiştir. Bu faaliyetleri nasıl ve nerelerde olacağına dair görüşler ortaya atılmıştır. Bu gaye için Orta Asya ve Çin’ e kadar gidenler olmuştur.

1453 yılında da hıristiyan dünyasının kalesi ve Hıristiyanlığın yayılmasını sağlayan İstanbul Türkler tarafından fethedildi. Hıristiyan dünyasında bundan sonra silahla neticeye varmanın zor olacağı kanaati hakım olmaya başladı. Bunun neticesinde yeni yolların aranmasına gidildi. Çeşitli kongreler yapıldı. Bu kongrelerde değişik ülkelerde bulunan temsilcilerinin raporları değerlendirildi. Hem Türkleri durdurmak, hem kendi mensuplarının Hırsitiyanlığa bağlılığını devam ettirmek hemde yeni hıristiyanlar kazanmak için Arapça ve İslamı iyi bilen görevlilerin yetiştirlmesi amaçlandı ve bunun için okullar açıldı. Buralarda yetiştirilen misyonerler İslam ülkelerine özellikle Osmanlı Devleti’ nin değişik bölgelerine gönderildi.

Haçlı seferleri ile başlayan Hıristiyan-Müslüman ilişkisi, İstanbul’un fethiyle artmıştır. Bu dönemden sonra Batı Dünya’sında reform hareketleri olmuş, Hıristiyanlıkta bir çekişme ve rekabet dönemi yaşanmıştır. Bu dönem aynı zamanda Hıristiyan dünyasının canlanması da olmuştur. 1500-1650 arası olan bu dönem, Reformasyon Dönemi’dir.

1880 yılında misyonerlik faaliyetleri ile ilgili yayımlanan bir raporda; “misyoner faaliyetleri açısından Türkiye, Asya’nın anahtarıdır” denilmektedir. Esasen Asya’nın olduğu kadar, Doğu’nun, Uzakdoğunun, Ortadoğu’nun hatta İslam Dünya’sının anahtarı Türkiye’dir demek yanlış olmasa gerektir. Türk ve İslam Dünyası bakımından olduğu kadar Hıristiyan Dünyası içinde Türkiye büyük bir öneme haizdir.

Hıristiyan misyonerlerinin Türkiye’yi, özellikle Anadolu’yu hedef almalarının bir çok sebebi bulunmaktadır. Anadolu, Hıristiyan Dünya’sı için önemini her an koruyan bir konudur. Çünkü onlara göre, Hıristiyanlığın beşiği Anadolu’dur. Bügünkü Hıristiyanlığın mimarı Pavlus, Tarsusludur ve Anadolu’da Hıristiyanlığı yaymak için çeşitli yerleri gezmiştir.

Öte yandan Hıristiyanlığın hürriyete kavuştuğu ve nüvesinin atıldığı yer İstanbul’dur. Konstantin, Hıristiyanlığa serbestlik tanımasıyla eski roma inançlarına bağlı büyük bir kitlenin muhalefetiyle karşılaşınca, İstanbul’u merkez edinmiş ve Hıristiyanlık ondan sonra gelişmiştir. İmparator Justinyanus’un 529’da yaptırdığı ve “ seni de geçtim Süleyman” diyerek Hz. Süleyman’ın mabedi ile mukayese ettiği Ayasofya İstanbul’dadır. Bu mabed, Hıristiyan Dünyası’nın ilk görkemli mabedidir. Çeşitli konsiller yapıldığı, Hıristiyanlık “doğmaları”nın tesbit edildiği yerlerde Anadoluda’dır. (İznik, İstanbul, Efes, Kadiköy vs.).

Anadolunun ve Hıristiyanların yıkılmaz, fethedilmez kabul edilen İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi hiçbir zaman unutulmamıştır. Dün de unutulmamıştır, bu günde. Yıllarca bu yerlerin öyküleri nesilden nesile aktarılmış ve o yerlere sahip olma ideali işlenmiştir.

Batılının Türkiye ile niçin ilgilendiği yolunda çeşitli görüş ve tesbitler vardır. Bunlar; Hıristiyan Batı’nın “ehl-i salip” ruhuyla hareket ettiği, Türk Milleti’ni Anadolu’dan Orta Asya’ya geri göndermek niyeti taşıdığı ve menfaatini ön planda tuttuğu şeklinde özetlenebilmektedir.

Misyonerlerin müslümanlara yönelik faaliyetlerini şu temel prensipler göz önüne alınarak yapılmasında da benzer amaçlar vardır.

İslam Dini hakkında yanlış fikirler yaymak

Müslüman ülkelerdeki geri kalmışlık emarelerini abartarak, bunları İslamla irtibatlandırmak

İslam’ı kan şiddet dini olarak göstermek

İslam’ın üstün yönlerini eksiklik olarak sunmak

İslam’ı müslümanların kabiliyet ve dehasını körelmekle suçlamak

Diyalogun bir misyonerlik şekli olup olmadığı aslında ilim adamları arasında tartışmalı bir husustur. Ancak II. Vatikan konsülünde hem diyolog hem de misyonerlik hakkında tartışmalara yer verilmiş olması; bir taraftan bütün insanları hıristiyanlaştırmak misyonuna vurgu yapılırken, hıristiyan cemaatleri oluşuncaya kadar her bölgeye misyoner gtönderilmesi gereği üzerinde durulurken diğer taraftan diyalogun ele alınması, günümüzde misyonerliğin diyalog yoluyla olacağı şeklinde ki yorumlara yol açmıştır. En azından diyalogun gayelerinden birinin hıristiyanlığı yamak olduğu söylenebilir.

Bütün bu tesbitler olanlardan olması muhtemel olacaklara ait tahminlerdir. Bilim adamının görevi geleceğe yönelik hipotezlerini hale taşıyıp önceden bunları anlamak, açıklamak ve problemlerin çözümlerine ait yolları göstermektir. Temel hipotezimiz “Anadolu’da Türklük ve İslam tehlikededir” şeklinde olunca meseleyle ilgili çözüm yolları da önermek gerekir. İslamsız Anadolu’yu Türk Devleti olarak muhafaza etmek mümkün olmadığına göre, birinci görev devletin kendisine düşmektedir. Siyasallaşmayan dindar yetiştirmek için devlet din eğitimini yeniden programlamalıdır. İkinci görev fertlere düşmektedir. Fertler de neye inandıklarını; dinlerini bilmelidir. Bir toplumda milli, dini ve ekonomik refleksler güçlü olarsa o toplumu dışardan gelecek olumsuzlukların etkilemesi mümkün değildir.

Prof.Dr. Mustafa USTA
Mar. Ünv.İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
& Prof Dr. Zeki ARSLANTÜRK
Mar. Ünv.İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi

İstanbul -27.09.2005
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail