Bir inanç:

Şiddetin başlıca iki temel kaynağı var. Bilgisizlik  veya  erdemsizlik...

Bilgisizlik: Şiddetin her durumda yarar sağlamayacağından habersiz olma...  Erdemsizlik: Güçlünün zayıfı ezmesini meşru görme... 

Erdemsizliğin başlıca iki temel kaynağı var:  Bilgisizlik veya bilgi-işlem yetersizliği (zihinsel arızalar)...

Erdemsiz davranışların altında çoğu kez, çağdaş-bilgi eksikliği yatar. Bilgi var olduğu halde erdemsizlik sürüyorsa, bir aklî işlev bozukluğu söz konusudur.

Zihinsel arızaları iyileştirmedeki zorluğun ise tek kaynağı var: Bilgisizlik...

Bir önerme:

Bir problem için en “doğru” ve  kalıcı çözüm;  denklemde yer alan dinamiklerin hiçbirini dışlamayan, ve her bir dinamiğe  maksimal  tatmin sağlayan  çözümdür.

Bir öngörü:

Sosyal nitelikli bir problem,  yukarıdaki tez gözönüne alınmaksızın çözüldüğü takdirde, çözüm kısa vadede ‘doğru’ sanılsa da;   dışlanan (veya tatminsiz kalan) dinamiklerin  her birinin  negatif-artışlı yeni fonksiyonları ile,  problemin gelecekte aynı surette ve daha da karmaşık biçimde masaya gelmesi kaçınılmazdır.

Bir saptama:

Maddi “nesne”lere ilişkin problemlerin çözümünde, yukarıdaki “yanlış çözüm”ün olumsuz sonuçlarının ortaya çıkması, çok uzun zaman  -bazen, binyıllar-  alır.  Çünkü denklemdeki “nesne”lerin “irade”si yoktur; dolayısıyla kendi yön ve eylemlerini bağımsızca belirleme, çözümün sonuçlarını etkileme ve yanlışlığı ortaya çıkarma olanağı söz konusu değil  -ya da ihmal edilebilir bir minimal düzeyde- dir. 

Fiziksel nitelikleri bilinen bir  bilardo masasında topun izleyeceği yola ilişkin problemin çözümü, Newton mekaniği bilgileri ile pekâlâ mümkündür.  Yani; ıstaka etkisinin yön ve şiddeti ile, topun dokunacağı diğer top ve bantların tepkisiyle oluşacak yön ve şiddet değişimleri, önceden hesaplanabilir. Bilardo toplarının kendi-bağımsız iradeleri ile bu sonucu etkilemesi gibi bir olasılık, ‘yok’tur.

“Canlı” nesnelere ilişkin problemlerde ise,  yanlış çözümlerin sonuçları, çok daha kısa sürelerde ortaya çıkar.  Canlı nesneler, denklemde hesaba katılması gereken ve “zekâ” adı verilen  bir özelliğe sahiptir.

Zekâ’nın bütüncül biçimine Akıl diyelim. Akıl’ın kaçınılmaz bir yan ürünü ise, (özgürlük oranı farklı konumlarda farklı ölçüler taşısa da) “özgür irade” denen bir parametredir.

Dışlanan -ya da yeterince tatmin edilmeyen- dinamikler, kendi farklı tercihlerini, kendi farklı zekâ, irade ve kuvvet oranlarında,  problemi –daha da karmaşık kılarak-  sürdüreceklerdir.  “Çözüm” sürecinde denklemden dışlanan dinamiklerin,  problemin  geri  dönüşünde ve “yine-birikme” sürecinde, yeniden denkleme dahil olmaları hem kaçınılmaz, hem de -eşyanın tabiatı gereği- ‘olmazsa olmaz’dır.

Bir yaklaşım:

İnsani ve toplumsal  problemlerin bugüne kadar  kalıcı ve sürdürülebilir çözümlere ulaşamamış olmasının  anlamı şudur:  Bu tür problemlerin doğru bir çözümüne ancak, “insan zihni” denen dinamiğin işleyiş biçimlerini kavrayabilecek gelişmişlikte  bir bilimsel birikimle (ve buna elverişli bir paradigma temelinde) ulaşılabilir.

Oysa bilim,  bugüne kadar, içgüdüsel bir ego-santrik eğilimle, gözünü daha ziyade ‘dış-dünya’ araştırmalarına dikmiş, insanın “iç-dünya”sı ihmal edilmiştir. Böylece,  dış-dünyanın yorumlanması ve değiştirilmesi için yapılan  çalışmalar da, her biri  ‘yeterince-bilinmeyen-iç-dünya’lara sahip  insanlar tarafından yürütülmüş ve yürütülmektedir.  Bu durumun anlaşılabilir bir resmi, şöyle olabilir:  Laboratuvarda araştırma yapan insanın  algılama, görme, duyma ve yorumlama yetileri yetersiz –bir bakıma, özürlü-dür, dolayısıyla da, varacağı anlamsal çıkarımların ve uygulamaya sokacağı teknolojilerin isabet derecesi  kuşku götürür.

Burada “bilim” sözcüğü ile kastedilen;  sadece “bilim adamı”nın  uğraştığı spesifik bilgi değil, bilimin yansıdığı tüm bireysel ve toplumsal yaşam alanlarında, tüm meslek ve uzmanlık dallarında, karar verici ve uygulamacı insanların kullandığı temel bilgilerdir.

Bir ara saptama:

Bilimin  insan beyni (ve zihinsel nitelikleri) konusunda sağlayabildiği gelişme,  -paradigmasının elverişsiz ve yetersizliği nedeniyle-  henüz önemsiz bir aşamadadır.  Dolayısıyla, insani ve sosyal problemlere kalıcı bilimsel çözümler bulunması, insanlığın bu bilgi –ve bilinç- aşamasında, henüz zayıf bir olasılıktır...

Örneğin; üretim teknolojileri konusunda çok hızlı gelişen insanlık, paylaşım teknolojileri konusunda henüz ilkçağlardan  pek de  farklı değildir.

O HALDE?..

Yukarıdaki saptama, akılcı değil de duygusal bir perspektiften yorumlandığı takdirde, karamsarlık uyandırabilir ve  “Ne yani, öyleyse vaz mı geçelim?!”  tepki-sorusunu üretebilir. Oysa bu saptama, sadece bir resim,  bir “durum değerlendirmesi”dir. 

Bu değerlendirme ışığında  şu öneri gündeme gelebilir: “Bilgimizin bir problemi çözmeye yetmediğini gördüğümüzde, yapılacak en doğru hareket, o problemi çözecek bilgiye ulaşana kadar problemi ertelemektir.”

ERTELEMEK Mİ ?!..  NASIL !?..

Bir toplumsal problemi çözmeye yetecek bilimsel bilgimiz yoksa, bir sonraki davranış olasılıkları içinde en zararsız olanı, şu olabilir: “Problemi  mevcut durumu ile, yani “henüz çözülemez” niteliğiyle  kabul etmek”;  ama, “sağlıklı çözüm için yeterli bilgi üretilene kadar  mevcut durumdaki olumsuzlukların daha da ağırlaşmasını önleyecek” tedbirler almak.

Pratikte ise, bunun tam tersi izlenmektedir. Yönetim-biliminin uygulayıcı teknisyenleri –yani Yönetici ve Siyasetçiler-, problemleri, çoğunlukla yetersiz bilgiler ile -ama kendilerini hep ‘her şeyi bilen’ sanarak-  çözmeye çalışmaktadırlar.  Oysa sahip oldukları bilgi ve deneyimler, eski paradigmaların ürünüdür; bunlar  “kuvvet kullanımının” yoğun olduğu, ‘mekanik’ içerikli  bilgilerdir. Benimsedikleri yönetim anlayışı, çağdaş bilimin bir katkısı olan “zaman boyutu”ndan yoksundur; uzun vadeli ve bilimsel perspektifli değil, “kısa erimli” ve “gütme-güdüleme” temeline dayalıdır.  Problemlerin mekanik kuvvetlere  –kaba güce, dayatmaya, gerekirse şiddete-  başvurarak çözüldüğü bir tarihsel ekolden gelmektedirler. Özetle; zor kullanmaksızın çözüm üretme konusunda yeterli bilgileri –hatta, tasavvurları- yoktur. 

Bu nedenle, bu tür teknisyenlerin yönetim biçimleri, “bilardo taktikleri” ile büyük benzerlikler gösterir.  Onlar için dünya, bir bilardo masasıdır. Topları birbirine çarptırarak “oyun”larını sürdürürken, “top”ların bu konuda bir tercihleri olmadığına inanırlar. Ve ıstaka’yı elden bırakmayı düşünemezler bile; çünkü bu oyun, ‘sopa’  olmadan oynanamaz...

ŞİDDET,  NE ZAMAN  VE  NE KADAR BİLİMSEL ?

Fiziksel anlamıyla Şiddet, bilimsel –ya da akılcı- niteliğini ancak bir şekilde muhafaza eder: “Kontrol edilebilir olmak”...  Bilim, “olayların içyüzünü bilmek ve kontrol etmek” demektir.  Kontrol edilemeyen bir şiddet, “bilimsel bir araç” olma niteliğini yitirir.

Şiddet kavramının farklı çağrışımları olması nedeniyle, hatırlatalım: Esas olarak  Şiddet, bir olayda uygulanan  fiziksel kuvvetin ölçüsüdür.

Bilardo oyununda kazanmanın sırrı, toplara uygulanan kuvvetin şiddetini kontrol edebilme yeteneğidir. Bu anlamda, şiddet bilimseldir ve yararlıdır. Toplumsal olaylarda kullanılan şiddet ise, insanların bilardo toplarından farklı nitelikleri (bireysel irade: az ya da çok) ve farklı tepkileri nedeniyle, kontrol edilemez bir parametredir.  O halde, bilimsel bir araç olma niteliğini yitirir.

“Rüzgâr eken fırtına biçer” özdeyişini analım.

Nesnelere uygulanan şiddetin kontrol edilebilir olma niteliği, Newton mekaniği boyutunda, enerjisinin giderek azalıp tükenmesi nedeniyledir. İnsanlara uygulanan şiddette ise, farklı fizik yasaları geçerlidir. Her şiddet uygulaması, yeni şiddet olasılıkları için enerji kaynağı oluşturur ve bu yeni şiddet olasılıklarının yönünü, gücünü, hızını, konumunu, tayin ve kontrol etme imkânı pek yoktur...

Önerme:

Toplumsal olaylarda kullanılan şiddet, “BİLİM DIŞI”dır... Dolayısıyla, “AKIL DIŞI”dır. Bilim ve akıl dışı olduğuna göre, ayrıca “insanlık dışı”dır da. Çünkü Akıl, tüm canlılar arasında sadece (ya da en fazla,)  “insan”a ait bir yetidir.  

(Zekâ değil, Akıl! Resmî Bilim, henüz bu ayrıma bir kesinlik getirmedi!.. Tüm ‘kutsal’lığına rağmen bilim henüz, belki de egemen zihniyetler karşısındaki ürkekliğinden dolayı, insanlığın geliştirdiği en temel kavramlar olan bilinç, vicdan, erdem, özgür irade vb. gibi temel dinamikleri bile laboratuvarın dışında tutacak kadar kısıtlı veya güvensiz...) 

Teşhis ve teklif:

Toplum yöneticilerinin, kontrol edilemeyen bir unsur olan şiddeti, toplumsal –ve toplumlar arası- problemlerde çözüm aracı olarak kullanmaları, çağdaş bilimin halihazırda mevcut önermelerine –bile- uygun değildir!..

Buna rağmen şiddet kullanımı sürdürülüyorsa, bunun iki anlamı olabilir.  Ya, şiddete başvuranlar bu bilgiden mahrumdurlar,

ki, o halde hızla  öğrenmeleri ya da yönetimi daha bilgili ellere tevdi etmeleri gerekir;

ya da, bu bilgiden ‘haberdar’dırlar, fakat doğruyu görebilme yetileri ve/veya  uygulayabilme olanakları ve/veya erdemsel birikimleri yeterli değildir.

Bu olasılık geçerli ise, görevlerini daha bilgili/erdemli yöneticilere devretme istek ya da iradesinden de yoksun olabilirler.

Bu durumda çözüm, insanlığın geliştirebildiği en iyi yönetim-bilim teknolojisine, yani katılımcı çoğulcu demokrasiye -ve onun yöntemlerine- başvurmaktır. Bu ise, o yöneticileri  göreve getiren  toplum  tarafından (o toplumu oluşturan tek tek insanların, demokratik hak ve sorumluluklarını devreye sokmaları) ile gerçekleşebilir.

YA BİLİMİN İŞLEVİ ?

Bu önerme ve yaklaşımlarda doğruluk payı varsa,  toplumsal politikaların belirlenmesinde, bilimsel perspektif yeterince kullanılmıyor demektir.

Henüz kimi yetersizlikleri olsa da, (ki zaten, bilimsel bilginin temel niteliği, asla mutlak ve kesin yeterli  olmamaktır;)  bilim, insanlığın sahip olduğu en güvenilir kılavuzdur.

Bilimin politika uygulamalarında kullanılmıyor olmasının anlamı ise, bilim insanlarının, bilimin en temel nitelikleri olan “özgür akıl” ve “hayatı yeniden biçimlendirme” işlevlerini ihmal ediyor olduklarıdır. Bilimsel perspektifin -en az diğer toplumsal değer sistemleri kadar- etkin olamadığı bir dünyada, her bilim adamının, bilim teknisyeninin (ve bilmesi gerekenleri bildiğine inanan her insanın), hem bilgi düzeyini, hem de insani ve mesleki etik ilkelerine uygun davranıp davranmadığını sorgulaması gerekir. 

Siyaset teknisyenlerinin bilimsel bilgiye önem vermiyor –hatta küçümsüyor ve dışlıyor- olmaları, bilim insanları için bir mazeret değil, sadece bir “durum tesbiti” sayılır. Ve bu durumun değiştirilmesi için bilime düşen görev şudur: “Bilimsel bilgiye önem vermeyen siyasetçileri  bilimsel bilgiye önem verir hale getirebilme yöntemlerinin bilimsel bilgisini üretmek.” 

Vargı ve Yargı:

Bir probleme çözüm ararken denklemdeki bazı dinamikleri dışlamak, ya da o dinamiklere azami tatmin sağlayamamak olgusu,  eğer bilgisizlikten kaynaklanıyorsa, buna “hata” diyoruz...

Hata,  öğrenme ve öğretme ile telafi edilebilir bir kusurdur...

Ama,  aynı olgu,  kötü sonuçlar doğuracağı önceden “bilinerek ya da öngörülerek” yaratılıyor ve sürdürülüyorsa,  bunun  -insanlığın mevcut değer yargıları skalasındaki-  adı,  “hainlik”tir...  Bir ruh ve akıl arızasıdır!.. 

Ve, başta bilim adamları olmak üzere, tüm akıl ve irfan sahiplerinin acil  müdahalesiyle, önce zararsızlaştırılması, sonra tedavisi gerekir.

Not: Bu yazı bilimsel bir formasyonun ürünü olmayıp; bilim adamlarını ve tüm akıl sahiplerini  biraz daha araştırmacı,  uzgörülü, etkin ve cesur olmaya davet eden bir temenniden, bir çırpınıştan ibarettir...

Akın Yılmaz
İstanbul - 16.0
4.2002
 http://sufizmveinsan.com

www. aciksite.com’da yayımlanmıştır


Üst Ana sayfa e-mail