enim gibi sıradan insanları zorlayacak bir durumla karşı karşıyayız.
Konu, internette çağdaş bilimleri yansıtan bir sayfada  yayımlanan yazı ile ilgili...
Söz konusu yazı metni şöyle;
Arabaya , uçağa bindiğinde çalıştırıp hareket ettirmek için marşa basarsın!  Namazın da marşı “Subhaneke...” yi “OKU”maktır!..
Farkında mısın bunun?
Namazla uçuşa geçeceksen eğer, önce “Subhaneke...” yi okumak ve bu arada, kelime sonlarındaki “...ke” zamirinin kime işaret ettiğini kavramak suretiyle marşa basmak gerekir!...
Bunu bilir miydin?”

“Sorunum, Kur’ân’daki Dâvud Aleyhisselâm olayıyla ilgili idi. İki kişinin gelip, bu olay hakkındaki Dâvud Aleyhisselâm’ın değerlendirilmesinin alınmasıydı. Ne var ki, Dâvud  Aleyhisselâm, yaptığı yorumdan sonra, rükû (secde değil) ederek tevbe ediyor ve sonraki Âyette de bağışlandığı ifade ediliyordu.”
Alabildiğine zor olan bu iki metinle ilgili yorumlarım şöyle ;
Bildiğiniz gibi, bir cümlede ismin yerine kullanılan kelimeye “zamir” denir.
Bu “Ke“ zamirinden Subhaneke’de var, Fatiha Sûresi’nde var, Ettehiyatü’de de var. Kur’an’ın belli sûrelerinde var...
Fatiha Sûresi’ndeki ” Ke “ Besmele’nin sırrının daha bir somut hali. Ettehiyyatü’deki ise Sübhaneke’dekinin daha bir belirginleşmişi, yoğunlaşmışı..

Sizin bağlantı kuramayacağınız, deşifre edemeyeceğiniz hiçbir şey yok . Sizdeki BEN bu konuda ne denmek  istendiğini çok iyi algılamıştır..
Hele şu Ettehiyyatü’nün mânâsını bir hatırlayın; kim kime ne diyordu? Allahın selâmı size özünüzden ulaşmıyormuydu ? Allah bir tanrı değil ki dışarılarda bir yerlerde olsun.  Dolayısıyle  KE zamiri ile anlatılmak istenen de sizde mevcut olan ve mutlak ÖZ dür. Haliyle özünüzde mevcut olan gücün sayesindedir ki sizin yapamayacağınız, başaramayacağınız hiçbir şeyde yoktur denilmek isteniyor
Önemli olan Subhanekeyi hissederek okumak.

Sorun olan ikinci konu, Sad Sûresi’nin yirmi dördüncü Âyetine gelince, ( Biri: "İşte bu benim kardeşim. Onun doksan dokuz dişi koyunu var, benim ise bir tek dişi koyunum var. Böyle iken: Onu da bana ver, dedi ve tartışmada beni yendi" diye anlattı.
Davud dedi ki: "Doğrusu senin bir koyununu kendi koyunlarına katmak istemesiyle sana zulmetmiştir. Gerçekten bir cemiyette yaşayanların çoğu mutlaka birbirlerine haksızlık ediyorlar. Ancak iman edip de salih amel işleyenler başka. Ama onlar da pek az."
Davud, bizim kendisini imtihan ettiğimizi sanmıştı. Hemen Rabbinden mağfiret diledi, rüku
ederek yere kapandı, tevbe ile Allah'a yöneldi. )

Ben bu metni de şöyle algılıyorum. Namazda rükû’nun esprisi, dayanağı, yani  hareketin anlamı, belden aşağısının dik, belden yukarısının yere paralel oluşu; varlık aleminde mutlak tasarruf edenin önünde bu anlayışla eğilmektir. Bu  hareketi  bir mabuda yapılan eylem gibi düşünmeyelim. Tasarruf eden özünüzdedir. Ve siz bunun bilinciyle hareket ediyorsunuz.
Hz. Dâvud’u rükûda tevbeye iten zahir sebep, bir olayda yanlış karar vermesidir. O, her noktada tasarruf edenin Allah olduğunun bilincinde iken, bir an için idrâkin örtülmesi ile hatalı bir karar veriyor ve tövbe ediyor.
Zahiri açıdan söylüyorum; çünkü O, verdiği kararda bireysel yanılgıya düşmüş ve her  ne sebep olursa olsun fiilde mutlak mutasarrıf olan Cenab-ı Hakk’ın varlığını  ÖZÜn de müşahede edememiştir.
Ve yanlış bir yargıya varmanın neticesinde,  rükûda tevbe ediyor. Rukuda tövbe etmesinin de bir anlamı var. Zira, secde tam bir yokluk hali. Dolayısıyle  tövbe eylemi olmayacak Hz.Davut bunun bilinci içinde rüküda tövbe ediyor, bu boyutta yapılması gereğini hissediyor. Aslında rükûnun yukarıda belirttiğimiz güzelliğine  karşın, ( her yerde Allah’ın fiilini müşahede etme) yine de bu müşahadeyi yapanda gizli bir benlik anlayışı var. Bu idrak tamamen secde halinde ortadan kalkıyor.
Şu hususu kesinlikle vurgulamakta yarar var; vahiy istikametinde hareket eden bir Nebinin hata yaptığını düşünmek bile günahtır. Zira onlar günahsız olarak doğar.

O bize, ortaya çıkan bazı problemlerde, toplumsal yaşamımızda sıkça yapageldiğimiz yanlışları vurgulamak açısından böyle bir olayda kendini ortaya koyarak, sanal bir günah yapılanması içine girip yapacağımız şey için  bize örnek oluyor.  Bu hareket de rukûda tövbedir.  O aslında ‘Sağduyu’ denen şeyin ve toplumda kabul gören yargıların zaman zaman ne kadar sığ ve kaygan zeminler üzerine oturabileceğini, bunlara dayanarak ciddi yanılgılar içinde bulunabileceğimizi anlatmak istemektedir. Bizler böylece, beş duyu ile tespit ettiğimiz inanışların, yargıların, aslında hiç de öyle olmadığını fark etmeye başlıyoruz.

Diğer yandan ayet-i kerimede geçen doksan dokuz koyun ile, Allah’ın doksan dokuz isminin mânâsı anlatılmak isteniyor. Doksan dokuz koyunu olanın, tek koyunu olanın elindeki koyunu alması; ve Hz Davutun değerlendirmesinde hata yaparak tövbe etmesini gerektiren bu olayın  batını değerlendirilmesi ise şöyle ;  Doksan dokuz koyunu olanın karşısındaki bir koyunu istemesi, kendinde kuvvede kalan  bir ismin mânâsının açığa çıkmasını talep etmesinden başka bir şey değildir.
Aslında iki ayrı konu gibi gözüken, ancak bir bütünsellik arz eden bu iki metindeki  ayrıntıları, gücümün yettiğince, acizane açıklamak istedim.

Ahmed’ce!..

İstanbul - 19.10.2000
http://afyuksel.com

Akşam Gazetesi - 02 Aralık 2001

 


Üst Ana sayfa e-mail