15. Bölüm


Bazı irfan sahipleri dedi ki:
- Tam bir sofi vasfını alan kimse, mahluk olamaz..
Yani: Yaratılmış birşey değildir..
Şüphesiz bu tabir doğrudur. Bizim anlatmak istediğimiz de bundan başkası değildir..
Ancak, dikkat gerek.. Bu vasıf, rastgele herkese verilemez..
Bir sofi'nin öyle bir vasfa lâyık olması için; tam bir keşif gerek..
Sonra.. cümle şeklerin(şüphe) eriyip gitmesi gerek..
Sonra.. bütün vehim kırıntıları da silinmelidir..
İşte.. bundan sonradır ki; yukarıdaki vasfı almaya, o sofi lâyık olur..
Bu vasfı ki; aldı.. Onda, daha başka şeyler aranmaya başlanır.
Öyle seciyeye sahip olmalıdır ki; gerek bu âlem, gerekse, bu âlemin bitişi ile başlayan ebedi âlem, onun gönül evinde çok ufak kalsın..
Hatta, bir yer bile tutmuş olmamalı..
Sadece, dünya ve âhiret kadar; yani, o ende bir gönül genişliğine sahip olan için; yukarıdaki:
- Mahluk değildir..
Tabiri yaraşmaz..
Sebebine gelince: Hakiki hulk yani seciye, cümle âlemlerden çook çok daha geniştir..
Bu bapta söylenecek söz, özet olarak bundan ibarettir..
Şimdi..
Anlatılmadık, bir şey kalmadı..
Ne var ki; biraz daha ilerlemek icap eder..
Buraya kadar anlatılanları, daha iyi anlamaya çalış..
Ve bil ki:
Gören ve görülen..
Var olmuş olan ve var eden..
Anlayan, anlaşılan.. bilinen ve bilen.. Yani: Ârif ve maruf..
Vücud ve mevcud..
İdrâk edilen ve idrâk eden..
Bütün bu anlatılanlar, bir şeydir. Aynıdır.. tek şeydir.
Başka yol arama.

***

Şüphesiz o.. Yani, Allah-ü Taâlâ: Vücudu ile, vücudunu görür..
Açıkçası: Varlığı ile, varlığına bakar; görür..
Vücudu ile, vücudunu anlar.. Ârif olur..
Vücudu ile vücudunu idrâk eder..
Ama.. sakın ha.. çok sakın; bu olanların hiçbirine bir şekil çizmeye kalkma:
- Şöyle görür; veya böyle görür..
Deme..
Onun; ne marifetinde bir şekil vardır; ne görüşünde, bakışında bir şekil vardır; ne de idrak edişinde..
Hatta.. Öyle ki: İdrâk, rüyet(görme), marifet kelimelerinin harfleri bile yoktur..
Yüce Allah'ın, nasıl varlığı için bir şekil ve bir biçim yoksa.. Tıpkı bunun gibi:
Onun, kendi nefsini görmesi için de bir biçilmiş şekil yoktur..
Onun, nefsini idrâki için de, bir belli biçim yoktur..
Onun, nefsini marifet babında, yapılan bir tarif de yoktur.

***

Şimdi..
Önemli bir soru ile karşılaşabiliriz..
Meselâ biri şöyle diyebilir:
Kainattaki iyilik ve kötülüklere hangi nazarla bakacağız?.. Anlatılan manalar açısından bir tezeğe, ya da bir cifeye baktığımız zaman ona: Allah diyoruz.. Bu mananın da açılması gerekmez mi?..
Şüphesiz bu soru önemlidir.. Ama bizim sözümüzde böyle bir mana yok ki..
Dıştan bakılınca belki olabilir.. Ama derinlemesine açılınca sözümüzün aslı kolay anlaşılır.
Ortada bir cife mi vardır?.. Bir tezek ve pislik mi vardır?..
Şüphesiz yoktur.. Onlar zahire göredir.. Hakikatte onlar bir başkadır..
Bu sözümüz onadır ki:
Cifeyi bir cife olarak görmez.. göremez..
Pisliği pislik olarak görmez.. göremez..
Çünkü onunbir basireti vardır. Bir mana gözü vardır..
Elbette ki, sözümüz, böyle bir basiret sahibi, yani: Mana gözü sahibi içindir..
Elbette ki, anadan doğma gözsüzler, işaret ettiğimiz hedefi göremez; sözümüzü anlayamaz..
Anadan doğma kör tabirimiz, o kimseler içindir ki: Nefsine karşı bir irfan duygusuna karşı bir irfan duygusuna sahip değildir.
Gerçek manada asıl kör, bu zümredir.
Bir kimsenin ki, temelli körlüğü ve gözsüzlüğü gitmemiştir.. O bizim kelâmımızı nasıl anlayabilir?
Sonra.. Anlattığımızmana derinliğine vâsıl olmak, onun için değildir..
Kısaca diyelim: Bütün bu konuşmalarımız Allah iledir..
Onun gayrı ile.. onun gayrı ile.. Ve mana gözünden yana yoksun olanlara değildir..
Bütün bu incelikler, çok dikkat ister..
***
Kısa bir cümle:
Her kim anlatılan bu makama vâsıl olursa .. Kendisini bilir: Allah'ın gayrı değildir..
***
Hülâsa..
Bütün hitabımız onadır ki: Bu yolda bir azmi, gayreti, aldığı bir himmeti vardır..
Yani: Allah-ü Taâlâ'yı bilmek için, nefsini bilmek yolunda bir talebin sahibidir..
Şüphesiz, vasfını anlattığımız kimsenin kalbinde, bir tuluat.. Bir doğuş vardır..
Yukarıda anlatılan talep, onun kalbinde parlar..
İş bu talep, sonunda: yanan tutuşan bir iştiyak olur..
İş bu iştiyak, doğruca, Allah'a vüsul yolundadır.. ki, bu vüsulün şekli, daha önce anlatıldı..
Kalbinde, yanan bir nuru olmayan, maksatsız, iştiyaksız.. Hatta, aşksız, sevgisiz biri ile bizim sözleşmemiz yoktur..
***
Bu arada, yine bir soru ile karşılaşabiliriz...
Biri çıkar ve şöyle sorar:
-Allah-ü Taâlâ buyurdu ki:
- << Gözler ona erişemez.. İdrâk edemez.. Ama o, bütün gözleri ihata eder..>> (6/103)
Halbuki, bunun aksini iddia ediyorsun?. Sözündeki hakikî mana ne ola ki?.
İş bu soru da, diğer soruların bazıları gibi, anlattığımız manalar anlaşılmadan soruldu..
Eğer hakikaten söylediklerimiz anlaşılmış olsaydı; bu soruya yer kalmazdı..
Kısaca diyelim: İş bu Âyet-i Kerime, tam bizim anlattığımız manaya işaret etmektedir..
O Âyet-i Kerimede işaret edilen asıl mana şudur:
- Onu görecek, onu ihata edip bakabilecek; ne bir göz vardır.. Ne de böyle bir şeye sahip olan kimse..
Çünkü varlıkta ondan gayrısı yoktur.. Ondan gayrı bir varlık olsaydı; kendi gayrını görebilirdi..
İş bu manada, yalnız Allah-ü Taâlâ vardır; başkası yoktur..
Şüphesiz Allah-ü Taâlâ:
- <<Onu gözler göremez.. >>
Buyurmakla, öyle bir yabancının olmadığını anlattı..
Yani: Zatından başkası yoktur; dolayısıyla idrak edecek kimse de yoktur.. Yani: Arada bir yabancı bir varlık yoktur..
Yani: Bir idrak eden varsa.. O da, Allah'tır..
Başka yoktur; ancak o vardır..
Zatını idrak eden odur: başkası değil..
Elbette gözleri, o idrak eder.. Çünkü: gözler ancak onun varlığıdır..
***
Şayet biri çıkar derse ki:
Elbette onu gözler göremez.. Çünkü gözler sonradan yaratılmıştır.. Böyle yaratılmış bir şey de, ezeli ve ebedi varlığı göremez.. Sizin iddianız değil; bu doğru olsa gerek..
Bu soru da bizi esas manadan uzaklaştırır..
Sonradan olma ve sonra yaratılma ne demektir?. Biz bütün bunları daha önce anlattık..
Yukarıdaki söz, kendini bilmeyenin bir sözüdür..
Daha önce de anlattığımız gibi:
Arada yabancı hiçbir şey yoktur.. Gözler de yoktur. O vardır..
Varlığını; o, zatı ile idrak eder.
Fakat.. Bir idrak varlığı da düşünülmeden.. Keza onun idrakı için bir şekil de olmadan..
Hasılı: O vardır; başkası yoktur..
***
Rabbı, daima Rab'la anladım;
Sonra da şeksiz, şüphesiz kaldım..
Dahası, zatı, zatım oldu hak;
Ne noksan, ne ayıp hele bir bak..
Arada, ne terazi ne mizan;
Nefsim oldu gayba mazhar olan..
Ne zamn ki özümü anladım,
Hem de katıksız, içkisiz kaldım..
Mahbubun vaslına dahi erdim;
Ne yakınlık, ne uzaklık bildim...
Feyz sahibinden ihsana erdim;
Ne minnet, ne de alınma gördüm..
Nefsimden de olmadım uğruna;
Hiçbir libas da kalmadı ona..
***
Sözün sonuna geldik sayılır. Ama daha bitmedi.
Bu arada yine bir soru ile karşılaşabiliriz..
Mesela, biri şöyle sorabilir:
-Şimdi, sen bütün bu anlattıklarınla, sabir bir varlık olarak, Allah-ü Taâlâ'yı bıraktın.. Ve herşeyi de yok ettin..
Durum böyle olunca.. Bu dış gözle gördüğümüz şeyler nedir?..
Bu sorunun cevabını gayet kolay verebiliriz..
Deriz ki:
-Söylediklerimiz, yazdıklarımız, varlık olarak, Allah-ü Taâlâ'nın gayrını görmeyen içindir..
Biz sözümüzü, sohpetimizi böylesi ile yaparız..
Ama, o kimse ki, Allah-ü Taâlâ'dan gayrı bir varlık görür; onunla hiçbir işimiz yoktur..
Hatta, böylesine verecek bir cevap bile yoktur.
Hatta, öyle bir kimseye; bir soru da sormayız.. Sorusunu da nazara almayız..
Bu şekilde, yanlış bir anlayışa sahip olan kimse.. O, sadece, zahirde gördüğünü görür.. Başka bir şey göremez..
Hali anlatıldığı gibi olana ne gösterebiliriz?.
Hasıl-ı kelâm: Her kim, anlattığımız şekilde, özünü anlarsa.. Allah'ın gayrını göremez..
Nefsini bilmeyen, anlamayan kimse.. O da, Allah'ı göremez..
Kısa bir cümle:
-Her kap, içinde ne varsa, onu dışa sızdırır.
Analtılan mana, hepten bir cümleye sığabilir.. Ama biz, anlatabilmek için; mevzuu, açtıkça açtık..
Anlayan anladı..
Anlamayan için bunun birkaç mislini yazsak; yine faydası olmaz..
O kimse ki; özünden bir şey göremiyor; ona ne bir şey anlatılabilir.. Ne de o, bir şeyi anlar ve idrâk eder..
Ama, bunun aksine; bir kimse ki, içten özlü bir görgü sahibidir..
İşte.. anlatılanları o anlar ve idrâk eder..
***
O kimse ki, anlatılan manada bir vuslat haline ermiştir.. Ona: Bir işaret yeter..
Vuslat ne şeydir; bilmeyen vâsıl olamaz..
Öğretilmek, anlatılmakla, bir şeye erdirelemez..
***
Sonra..
Bu işler, ikrar ve takrirle de olmaz.. Hatta, akılla da olmaz..
Ancak fazileti tam, ermişliği sabit bir zata teslimle olur..
İş bu zat, kendisine gelen gönül hastalarına karşı bir hazakat sahibi olmalıdır.
İşte.. hali böyle olan bir zat; saliki, nuru ile hidayete erdirebilir..
Ancak bunun himmeti ile salik yetişir..
Allah-ü Taâlâ, teslim olan salikin vaslını dilerse.. Vasfını kısaca anlattığımız zat, iyi bir delil olabilir..
Allah-ü Taâlâ'dan başarı dileriz..
Ta ki, sevip hoşlandığını bize iletsin..
Sözde.. işte.. ilimde.. nurda.. hidayette.. Bütün bu işlerde, ondan başarı dileriz..
Çünkü o, her şeye kadirdir.. Dualara icabet onun hakkıdır..
***
Allah-ü Taâlâ; efendimiz, Muhammed'e salât eylesin.. ki o, bize bir müjdecidir.. Yanlıştan sakındırandır..
Keza onun âline de, ashabına da ; Allah-ü Taâlâ'dan salât dileriz.
Çünkü bunlar, değerli ilimlerin sahibidir...

(yorumsuz.net)

07.12.2004
http://sufizmveinsan.com

 


Üst Ana sayfa e-mail