36. Bölüm

BU FASS-I MÜNÎF RELİME-İ İDRÎSİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ KUDDÛSİYYE"NİN BEYÂNINDADIR 

Ve ammâ hâssaten "Allah" ismi ile müsemmânın gayrisi ki, onun için meclâdır, yâhut onda bir sûrettir. Eğer onun için meclâ olursa, tefâzul vâkı' olur. Bir meclâ ile bir mec­lâ arasında bu, lâ-büddür. Ve eğer onda bir sûret olursa,  imdi o sûret, ayn-ı kemâl-i zâtîdir. Zîrâ o, onda zâhir olan şeyin aynıdır. Böyle olunca "Allah" ile müsemmâ olan için sâbit olan, bu sûret için de sâbit olur. Ve o sûret odur ve onun gayridir, denilmez (18).

Ya'nî hâssaten (sadece) "Allah" ismiyle müsemmâ (isimlenmiş) olanın gayrisine (başkasına) gelin­ce: O, ya "Allah" için meclâdır (mazhardır, aynadır) ; veyâhut vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut aynasında) zâ­hir olan (görülen) bir sûrettir. Ya'nî ya vücûd-i hâricî (madde beden) ve hissî (duyular) ile müteayyin olan (meydana çıkan) suver-i avâlimden (âlem, evren sûretlerinden) bir meclâ (mazhar, tecelli yeri) ve âyîne (ayna) olup onu ızhâr eder (açığa çıkarır) .  Ve­yâhut vücûd-i hâricî (madde beden) ve hissî (duyular) ile müteayyin olmayıp (meydana çıkmayıp) vücûd-i Hak âyî­nesinde (Hakk’ın vücut aynasında) mertebe-i akılda zâhir olan (meydana çıkan) bir sûret olur. Binâenaleyh (nitekim), suver-i âlemden (evren sûretlerinden) biri gibi ism-i "gayr" (“başka” ismi) ile müsemmâ olan (isimlenen) şey, Allah için meclâ (tecelli yeri) ve âyîne (ayna) olursa, o vakit bu mecâlî (görüntü yerleri) arasında tefâzul (birbirlerine göre üstünlük) vâkı' olur. Mese­lâ suver-i âlemden (evren sûretlerinden) bir sûret olan İnsân-ı Kâmil, cemî'-i esmâ (bütün esma) için meclâ (mazhar, tecelli yeri) ise de, o sûretlerden birisi olan insân-ı gayr-i kâmil (kâmil olmayan insan), bilcümle esmâ (bütün esma) için meclâ (görüntü, tecelli yeri) değildir. / Belki esmânın ba'zıları onda zâhir olmamıştır (açığa çıkmamıştır). Ve kezâ her birerleri birer meclâ (tecelli yeri) olan hayvan ve nebât ve cemâd (cansızlar, madenler) dahi böyledir. Hayvanda zâhir olan esmâ, nebâta ve nebâtta zâhir olan esmâ cemâda (madenlere) nisbetle daha ziyâdedir (fazladır) . İşte mecâlî (tecelli yerleri) arasında böy­lece tefâzul (birine göre üstünlük) vâkı' olur. Şu halde, meclâlardan (tecelli yerlerinden, aynalardan) her bir meclâ (tecelli yeri, birim) için kemâl-i Zâtî (Zât’ın kemalatı) yoktur. Belki o meclâların (görüntü yerlerinin, birimlerin) mazhar oldukları (görüntü yeri oldukları) isimlere göre ke­mâlden nasîbleri vardır. Binâenaleyh (nitekim), her birisinin ulüvv-i Zâtî’den (Zât’ın yüceliğinden) dahi nasîbleri ancak ihâtalarına (anlayışlarına, kavrayışlarına) göre olur.

Ve eğer ism-i "gayr" ile müsemmâ (isimlenmiş) olan şey, vücûd-i hâricî (madde beden) ve his­si (duyular) ile müteayyin olmayıp (görünmeyip) vücûd-i Hak âyînesinde (Hakk’ın vücut aynasında) mertebe-i akılda zâhir olan (açığa çıkan) bir sûret olursa, ya'nî ilm-i İlâhî’de (Allah’ın ilminde) peydâ olan a'yân-ı sâ­biteden (manâlardan, ilmi sûretlerden) biri ve suver-i ilmiyye-i İlâhiyye’den (Allah’ın ilmindeki sûretlerden) bir sûret olursa, o sûret için ayn-ı kemâl-i Zâtî (Zât’ın aynı kemali) âsıldır. Zîrâ o sûret, içinde zâhir olduğu (göründüğü) vü­cûdun aynıdır. Demek ki "Allah" ile müsemmâ (isimlenmiş) olan vücûd için sâ­bit (mevcut) olan kemâl-i Zâtî (Zât’ın kemali), vücûd-i Hak'ta (Hakk’ın vücûdunda) zâhir olan (meydana çıkan) o sûret-i vâhide (tek sûret) için dahi sâbit (mevcut) olur. Ve "Allah" ile müsemmâ (isimlenmiş) olan zât için sâbit (mevcut) olan sûrete, Hakk'ın aynıdır denilmez. Zîrâ bir şeyin sûreti, her vech (yönü) ile o şeyin aynı değildir. Ve kezâ o sûrete, "Allah" ile müsemmâ (isimlenmiş) olan Zât’ın her vech ile gayridir (başkadır) dahi denilmez. Çünkü Zât’a mensûb (ait) olan bir sûret olup esmâdan münfekk (ayrı) değildir.
Misâl: Bilfarz (diyelim ki), kendisinde hattâtlık (yazı yazma sanatı) , ressâmlık ve nakkâşlık (süsleme sanatı) sıfat­ları bulunan bir kimse, hattât ve ressâm ve nakkâş isimleriyle zâ­hir olmak (açığa çıkmak) için hâriçte (dışta) bir yazı ve resim levhası vücûda getirir ve bir nakış (işleme, süs) gösterir. İşte mertebe-i histe (hislerde) meşhûd (görülmüş) olan bu sûretler, o şahsın bu isimlerinin birer meclâ (tecelli yerleri) ve âyîneleridir. Ve bu sûretler ara­sında tefâzul (üstünlük) bulunduğu zâhirdir (meydandadır).  Çünkü yazı levhasında o şahsın ressâmlığı ve nakkâşlığı (işlemeciliği) görünmez. Ve resim levhasiyle nakşında (işleme sanatında) dahi onun hattâtıyeti (yazma sanatı) meşhud olmaz (görülmez). Fakat o şahıs, bunları henüz tahrîr (yazma) ve resm (çizme) ve nakşetmemiş, ancak onların ilminde / sûretlerini tasarlamış bulunursa, o sûretler vücûd-i hissî (hissedilir, görülür vücutları) ile müteayyin olmayıp (belirlilik kazanmadıkları için) henüz mertebe-i akıldadırlar. Ve bunlar o şahsın vücûdunun hâri­cinde (dışında) müteayyin olmadığı (görünmediği) için, kendisinin aynı olurlar. İşte bâlâda­ki (yukarıdaki) hakayıkın (hakikâtlerin) her ciheti (yönü) bu misâle ta'tbîk olunabilir. İyi teemmül et­mek (etraflı düşünmek) lâzımdır.

Ve muhakkak, Ebû Kasım ibn Kasiyy, Hal'ında: "Tahkîkan her bir ism-i İlâhî cemî'-i esmâ-i İlâhiyye ile mütesemmî 've onlar ile men'ût olur" kavli ile buna işâret etti. Ve burada beyânı budur ki, muhakkak her bir isim Zât’a ve kendisi için vaz' olunan ma'nâya delâlet eder ki, onu taleb eder. Binâenaleyh, onun Zât’a delâleti haysiyyetinden, onun için cemî'-i esmâ-i İlâhiyye hâsıldır. Ve onunla infirâd eylediği ma'nâya delâleti haysiyyetinden, Rab ve Hâlık ve Musav­vir ve bunların gayri gibi, kendisinin gayrinden temeyyüz eder. İmdi isim, Zât cihetinden müsemmâdır. Ve isim, ken­disi için vaz' olunan ma'nâdan ona muhtass olan şey cihe­tinden müsemmânın gayridir (19).

Ya'nî Ebû'l-Kasım b. Kasiyy (k.s.) Hazretleri, ki meşâyih-i Mağrib'­in ekâbirindendir, (batının büyük şeyhlerindendir) te'lîf buyurmuş (yazmış) olduğu Hal'-i Na'leyn nâmındaki kitâb-ı münîfinde (meşhur kitabında) ibâre-i fassta mürûr eden (konuda geçen  cümlelerde) ma'nâya işâreten buyu­rurlar ki: Herhangi bir ism-i İlâhî’yi alırsan al o isim, esmâ-i İlâhiy­ye'nin / kâffesiyle (hepsiyle) mütesemmî (isimlenir) ve o isimler ile men'ût (sıfatlanmış) olur. Hz. Şeyh (r.a), zâten Hal'-i Na'leyn kitabını tamâmen şerh buyurmuş (açıklamış) olduk­ları gibi, burada da kitabın bu ibâresini (cümlesini) îzâhan buyururlar ki: Her bir ism-i İlâhî’nin medlûlü (manâsı) ikidir: Birisi Zât, diğeri kendisinin mevzû' (konu) olduğu ma'nâ-yı husûsîdir (özel manâsıdır) . Meselâ "Rezzâk" dediğimiz vâkitte hatı­ra Zât-ı Hak (Hakk’ın Zât’ı) hutûr eder (akla gelir) .  Zîrâ Rezzâk-ı hakîkî (hakiki rezzak sahibi) ancak Zât-ı Hak'tır. Fakat rızk verebilmek için Rezzâk, Hayy, Alîm, Semî', Basîr, Hâlık, Rab, Musavvir, Ganiyy ilh... ne kadar esmâ var ise cümlesini hâiz (hepsine sahip) olmak lâzım gelir. Binâenaleyh (nitekim), Rezzâk ismi Zât’a delâlet (işaret) etmesi ci­hetinden (bakımından) kâffe-i esmâ (bütün esma) ile mütesemmî (isimlenmiş) ve men'ût (sıfatlanmış) olur. Ve fakat ken­dine mahsûs (ait) olan ma'nâ cihetinden (yönünden) diğer isimlerden ayrılır. Zîrâ Rez­zâk'ın gördüğü iş, Alim ve Semî' ve Musavvir'den beklenmez. Şu hal­de isim, Zât’a delâleti (işareti) cihetinden müsemmâdır (isimlenmiştir). Fakat vaz' olunduğu (konduğu) ma'nâ-yı husûsîye (özel manâsına) delâleti (işareti) cihetinden müsemmânın gayri (isimlenenden başka) olur.

İmdi, sen bizim zikrettiğimiz "Aliyy"yi anladığın vakit, mu­hakkak onun ulüvv-i mekân ve ulüvv-i  mekânet olmadığı­nı bildin. Zîrâ ulüvv-i mekânet, sultân ve hükkâm ve vüze­râ ve kuzât ve bu mansıba ehliyeti bulunsun bulunmasın, her bir mansıb sâhibi gibi veliyyü'l-emr olanlara muhtass­tır (20).

Ya'nî biz bu fass-ı şerîfte (şerefli konuda) "ulüvv" (yükseklik, yücelik) hâkkında tafsîlât (geniş açıklama) verdik. Bu mez­kûrâtı (anlatılanları) anladığın vakit, Hak hakkındaki ulüvvün (yüksekliğin),  ulüvv-i mekân (yer, mahal yüksekliği) ve ulüvv-i mekânet (makam, rütbe yüksekliği) olmadığını bilmiş oldun. Binâenaleyh (nitekim), Hak, Zâtiyle "Aliyy"dir (yücedir).  Zîrâ ulüvv-i mekân (mekânsal olarak yükseklik), cisme muhtasstır (özeldir, ona aittir) . Hak cisim değil­dir ki, mekân ile âlî (yüksek) olsun. Ve ulüvv-i mekânet (yüksek rütbe, makam) ise, ehliyeti olsun olmasın, hâkimler, vezirler ve kadılar gibi mansıb (yüksek memuriyet) sâhiblerine mah­sûs (ait) olan arazdan (başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyetten) ibârettir. Ve kezâ Hak cevher değildir ki, ona araz lâhık olabilsin. Onun ulüvvü (yüceliği) , ancak ulüvv-i Zâtî’dir (Zât’ının yüceliğidir).

Ve sıfât ile olan ulüvv böyle değildir. Zîrâ kendisi için mansıb-ı tahakküm bulunan kimsenin, her ne kadar nâsın echeli olsa da, ba'zan nâsın aleminde tahakküm ettiği vâkı' olur. Böyle olunca bu, bî-hükmi't-teba', mekânet ile "aliyy"­dir. O kendi nefsinde "aliyy" değildir. Binâenaleyh, azl olun­duğu vakit, rif'ati zâil olur. Halbuki âlim, böyle değildir (21).

Hz. Şeyh (r.a.) burada ulüvv-i Zâtî (Zâti yükseklik, yücelik) ile mekân (yer) veyâ mekânet (rütbe, derece) vâsıta­larıyla iktisâb olunan (kazanılan) ulüvv-i teba'î (tâbi’ olmakla ilgili yükseklik) aralarındaki farkı beyân, buyu­rurlar (açıklarlar). Zîrâ, ulüvv-i Zâtî, (Zâti yücelik) mekân (yer)  veyâ mekânet (rütbe, makam) vâsıtalarıyla olan ulüvv (yükseklik) gibi değildir. Ulüvv-i mekân (yüksek yer işgâl etmek) ile olan ulüvv (yükseklik) ,  mahsüstür (sadece o yere aittir).  Mekâ­net (rütbe) ve mertebe ile olan ulüvv (yükseklik) ise, ulüvv-i ma'kûldür (ilimle, akılla olan yüksekliktir).  Halbuki, Zât’ı ile "Aliyy" (yüksek, yüce) olan Hak Teâlâ Hazretleri, maânî-i ma'kûle (akla gelen manâlardan) ve mahsû­seden (beş duyu ile hissedilebilen manâlardan) münezzehdir (arıdır, beridir, temizdir) . İşte Hakk'ın ulüvv-i Zâtîsi (Zât’ının yüceliği) böyledir. Ve ulüvv-i   sıfâtîsi (sıfatlarının yüceliği) dahi menâsıb erbâbının (rütbe sahiplerinin) ulüvv-i mekâneti (makamlarının yüksekliği) gibi' değildir. Zîra, kemâl-i mutlak-ı hakîkî (Zât’ın mutlak kemali) ancak kendisine mahsûstur (aittir). Ve onun ulüv­v-i sıfâtîsi (sıfatlarının yüceliği) ma'kûl (akıl ile idrak edilebilenler) ve mahsüs (duyular ile bilinenler, hissedilenler) olmayıp belki akıl ve hissin aslıdır (özüdür). Çünkü ondan o sıfâtın zevâli (yok olması) mümkün değildir. Belki niseb-i Zâtiy­yesinden (Zâti sıfatlarından) ibâret bulunan o sıfât, ezelî ve ebedî bulunan Zât’iyle berâ­ber ezelî ve ebedîdir. Ve bu ulüvv-i sıfât (sıfat yüceliği), mahlûkât mâbeyninde (yaratılmışlar arasında) da­hi ulüvv-i mekân (yer, mekân yüksekliğinden) ve ulüvv-i mekânetten (rütbe yüksekliğinden) farklıdır. Zîrâ bir câhil, menâsıb-ı hükûmetten (devlet makamlarından) birine geçip zîr-i idâresinde (idaresi altında) bulunan âlimlere hükmeder. O câhil, âlimlerden ulüvv-i mekânet (makam yüksekliği) ile ve o âlimler dahi o mansıb (rütbe) sâhibi olan câhilden ulüvv-i sıfât (sıfat yüceliği) ile aliyydir (yüksektir). Ve kezâ bir câhil kürsiye çıkar ve bir âlim dahi yerde oturur. O câhil orada ulüv­v-i mekân (yüksek yer işgâl etmek) ile ve âlim ise ulüvv-i sıfât (sıfatların yüksekliği) ile aliyydir (yüksektir, yücedir).  Binâenaleyh (nitekim), ûlüvv-i mekân (yüksek yer) ve mekânet (rütbe) ile aliyy (yüce) olan kimsenin ulüvvü (yüceliği), mekâna (yere) ve mer­tebeye tebean (tâbi’ olarak, uyarak) olur. Ulüvv-i mekânet (yüksek rütbe) ve mertebe ile aliyy (yüksek) olan kimse, o mertebeden azlolunduğu (çıkarıldığı, atıldığı) veyâ yüksek bir mekânda (yerde) bulunmak sû­retiyle aliyy (yüce) olan kimse, o mekândan indiği vakit, o ulüvvler (yücelikler) ondan zâil (yok) olur. Fakat ulüvv-i sıfât (sıfatların yüksekliği) ile âlî (yüksek) olan âlim, ister âlî (yüksek) veyâ sâfil (alt) mekânda bulunsun ve ister ehl-i mansıb (rütbe sahibi) veyâ âhâd-i nâstan (halktan biri) olsun, dâimâ ulüvv-i sıfât (sıfatların yüceliği) ile "aliyy"dir. (yücedir) Çünkü onun ulüvvü / teba'î (tâbi’ olarak, uyum sağlayarak) değil, nefsîdir (kendisidir, kendindendir).

Şu halde ulüvv (yükseklik, yücelik), dört kısım üzerine olmuş olur. A'lâsı (en yükseği) "ulüvv-i Zâtî" (Zâti yücelik) ; ba'dehû (daha sonra) "ulüvv-i sıfâtî" (sıfat yüceliği); ba'dehû (daha sonra) "ulüvv-i mekânet" (rütbe makam yüksekliği); ba'dehû (daha sonra) "ulüvv-i mekân"dır (mekan, yer yüksekliğidir) .  Ve Hak Teâlâ cem'an (topluca) ve tafsîlen (ayrıntılı, açıklamalı olarak) bu dört kısım ulüvv (yükseklik) ile "Aliyy" (yüce) olur. Zîrâ Hak, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât mertebesinde) "ulüvv-i Zâtî" (Zâti yücelik) ile ve mertebe-i vâhidiyyete (sıfat mertebesine) tenezzülünde (inişinde) dahi "ulüvv-i sıfât" (sıfat yüceliği) ile ve mertebe-i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) tenezzülünde (inişinde) dahi "ulüvv-i mekânet" (rütbe, makam yüksekliği) ve "ulüvv-i mekân" (yer, mekân yüksekliği) ile "Aliyy" (yüce, yüksektir) dir. Ve "Allah" ism-i câmi'inin mazharı (bütün isimlerin aşikâre çıktığı mahal, birim) olan İd­rîs (a.s.) gibi, İnsân-ı Kâmil’in bu dört kısım ulüvvden (yükseklikten) nasîb-i evferi (bol nasibi) vardır. Zîrâ İdrîs (a.s.) da şeref-i zâtî (şerefli zât) gibi "ulüvv-i Zâtî" (Zâti yücelik) ve kemâl-i ilim (kemal bulmuş ilim)  gibi "ulüvv-i sıfâtî" (sıfat yüceliği) ve mertebe-i Nübüvvet (Peygamberlik görevi) gibi "ulüvv-i mekânet" (rütbe, makam yüksekliği) ve ……………………………… (Meryem, 19/57) âyet-i kerîmesinde beyân buy­rulduğu üzere "ulüvv-i mekân" (yer, mekân yüksekliği) mevcûddur.

İntihâ: 17 Muharrem 336; 2 Teşrin-i sânî 833 yevm-i cum'a sabâhı, sâat 3.

<devam edecek>

29.10.2002
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail