67. Bölüm

VIII
BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN
"HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR

Ve Allah Teâlâ'nın mu'teber addeylediği "inde'l-halk olan dîn"i beyândan sonra, bunun hakkında fâidesi olacak şe­yi, inşâllah karîben bast ederim. İmdi dînin hepsi Allah'a mahsûstur. Ve onun hepsi sendendir; Allah'dan değildir. Ancak bi-hükmi'l-asâle Allah'dandır (4).

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber (r.a) yukarıda "dîn"in iki tarzda olduğu ve birisi "indallah" (Allah katında, Allah’a göre) ve diğeri "inde'l-halk" (halk katında, insanlara göre) bulunduğunu beyân buyur­muş; (açıklamış) ve dînin ne demek olduğunu ve inkıyâdın (teslimiyetin) netîcesini îzâh eyle­miş (anlatmış) idi. Bu ibârede (cümlede) dînin ikinci nev'i (çeşidi) olan "inde'l-halk (halka, insanlara göre) dîn"i beyan­dan (açıkladıktan) sonra, esrâr-ı dîniyye (dinin sırları) hakkında fâidesi (faydası) bulunan tafsîlâtı (etraflı açıklamaları) beyân buyuracaklarını (anlatacaklarını) va'd ederler (söz verirler). Ve dînin her iki nev'ini (çeşidini) de birleştirip buyurlar ki; gerek indallah (Allah katında) ve gerek inde'l-halk (insanlar katında) olan din, bi-hükmi'l­asâle (asıl, esas itibariyle), Allah'a mahsûstur (aittir).  Çünkü fiilin aslı ve ifâzası (feyizlendirmesi) ………………………… (Saffât, 37/96) âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) Hak'tandır; me­zâhirden (görüntü yerlerinden (birimlerden) değildir. Ancak mezâhir, (görüntü yerleri (birimler) o ef’âl (fiiller) ve a'mâli (işleri) a'yân-ı sâbiteleri­nin (ilmi suretlerinin) isti'dâdât-ı husûsiyyeleriyle (kendi istidadlarının özellikleriyle), Hak'tan taleb ettikleri (istedikleri) için, kendi­lerinden zuhûr eder (açığa çıkar).  Bu hüküm, Zât'a ve "asl"a (öze) nazaran (göre) böyledir. Fakat senin vücûd-ı izâfinden (nisbi vücudundan) ibâret olan fer'a (cüze) ve esmâ-i müteayyi­neye (meydana çıkan esmalara) nazaran (göre), her iki nevi' (çeşit) dîn dahî sendendir; Allah'dan değildir. Çünkü dîn, inkıyâddır (teslimiyettir).  Ve inkıyâd (teslim olan) senin fiilindir. Ve fiilin mahall-i sudûru (çıktığı yer) senin vücûd-ı kesîfindir (yoğunlaşmış, maddeleşmiş vücudundur). Ve senin  bu vücûd-ı unsurîn (unsur, madde olan bedenin) mevt (ölüm) dediğimiz hâlin vukûuyla (gerçekleşmesiyle) inhilâl edince (çürüyünce), "inkıyâd" (teslim olma) ta'bîr olunan (denilen) sı­fat (özellik) ve nisbet (vasıflar) dahî zâil (biter, yok) olur. İşte bu i'tibâra (hususa) göre "dîn"in hepsi sendendir.

Allah Teâlâ …………………….. (Hadîd, 57/27) buyurdu. Ve o, öy­le nevâmîs-i hikemiyyedir ki, âmmede ma'lûm olan resûl, örfde ma'lûm olan tarîka-i hâssa ile onları Allah indinden getirmedi. Vaktâki onlarda olan hikmet ve maslahat-ı zâ­hire, vaz'-ı meşrû' ile maksûdda hükm-i İlâhîye muvâfakat eyledi, "Allah Teâlâ onları, onların üzerine farz etmediği hâl­de", kendi tarafından şer' ettiği şeye i'tibâr buyurduğu gi­bi, i'tibâr etti. Vaktâki Allah Teâlâ kendi ile onların kalple­ri arasında, inâyet ve rahmet kapısını açtı; şuûrları olma­dığı haysiyyetten, onların kalplerinde şer' ettikleri şeyin ta'­zîmini îka' eyledi ki, onlar onunla, ta'rîfi İlâhî ile ma'ruf olan tarîk-ı nebevînin gayri tarîk üzre, Allâh'ın rızâsını ta­leb ederler. İmdi onlan kendilerine şer' eden ve kendileri için şer' olunan kimseler, "ancak Allâh'ın rızâsını talebden nâşî,  onun hakk-ı riâyeti ile onlara riâyet ettiler." Ve bu­nun için i'tikâd eylediler. "Binâenaleyh onlardan, onlar îmân edenlere ecirlerini verdik; ve onlardan bir çoğu fâsi­kûndur." (Hadîd, 57/27) Ya'nî onlara inkıyâddan ve onların hakkıyla kıyâmından hâricdirler. Ve kim ki onlara inkıyâd etmese, onun müşerri'i, onu irzâ edecek şeyle ona mün­kad olmaz (5).

Ma'lûm olsun ki, Cenâb-ı Şeyh (r.a.) dîn-i halkı Sûre-i Hadîd'in (Hadîd suresinin) son sahîfesinde mezkûr olan (geçen) şu:
…………………………………………………………………… (Hadîd, 57/27) âyet-i kerîmesinden iktibâs buyurmuştur. (alınmıştır) Âyet-i kerîmenin ma'nâyı münîfî (yüce manası) budur: "Ve Biz Îsâ b. Meryem'i (Meryem’in oğlu İsa’yı) Enbiyâ-yı sâlifeye halef kıl­dık (geçmiş, önceki Peygamberlerin yerine geçirdik)  ve ona İncil'i verdik. Ve ona tâbi' olanların (uyanların) kalblerinde re'fet (merhamet) ve rahmeti ve onların üzerine farz etmediğimiz halde, ancak rızâ­yı ilâhîyi talebden (Allah’ın rızasını kazanmak arzusundan) nâşî (dolayı), ibtidâ' eyledikleri (başlattıkları)  ruhbâniyyeti halk ettik (yarattık). İmdi onlar, onlara hakk-ı riâyet (doğru, tam itibar) ile riâyet etmediler (itibar, sayygı göstermediler).
Böyle olunca onlardan îmân edenlere ecirlerini (ücretlerini) verdik. Ve onlardan çoğu fâsi­kûndur. (fâsıklar, günahkarlardır) "

Cenâb-ı Şeyh-i Ekber bu âyet-i kerîmeyi ma'nâ i'tibârıyla (bakımından) tefsîre (yorumlamaya) şürû edip (başlayıp) buyururlar ki: …………………………. (Hadîd, 57/27) kavl-i münî­fı (yüce sözleri) ile hükemâ (filozoflar) ve ukalânın (akıl sahiplerinin) ibtidâ' (başlangıçta) ve ihtirâ' eyledikleri beyân buyru­lan (şimdiye kadar görülmemiş bir şey icad ettikleri açıklanan) ruhbâniyyet (keşişlik, rahiplik) ve usûl-i tezkiye-i nefis (nefsi terbiye etme usulleri), öyle bir kavânîn-i hikemiy­yedir (felsefi kanunlardır) ki, mu'cize ve da'vâ-yı Nübüvvet (Peygamberlik davası) ile zuhûr eden (meydana çıkan) ve âmme-i enâm (insanların geneli) indinde (tarafından) ma'lûm olan (bilinen) bir Resûl (Peygamber), o kavânîn-i hikemiyyeyi (felsefi kanunları), örfde (âdet olunduğu üzre) ma'­lûm olan (bilinen) târık-ı hâss (özel yol) ile, yâ'nî Nübüvvet (Nebilik,Peygamberlik) ve vahy tarîkı (vahiy yolu) ile, Allah Teâlâ cânibinden (tarafından) getirmedi. Belki dîn-i Îsâ'ya mensûb (İsa’nın dinine bağlı) olan ulemâ­nın (bilginlerin) ve dîn-i Muhammedî'ye (Hz. Muhammed’in dinine) tâbi' bulunan (uyan) sulehânın (saliha kişilerin) veyâhut bir Pey­gamber'in ahkâm-ı dîniyyesi (dini hükümlerinin) cârî (geçerli) olmayan akvâm (kavimler) arasında, bu zamân-ı fetrette (Hz. İsa’dan Hz. Muhammed’e kadar geçen zamanda) yaşayan ukalâ (akıl sahipleri) ve hükemânın (filozofların) kalblerine min-indillâh (Allah tarafından) vâkı' olan (oluşan) ilhâm ve ilkâ (telkinler) ile o kavânîn-i hikemiyye (felsefi kanunlar) takarrur eyledi (yerleşti).

İmdi şer'-i İlâhî'den (ilahi şeriatten), maksûd (gaye) olan hükm-i İlâhî (İlahi hüküm) nüfûs-ı nâkısanın (kemale ermemiş noksan kişilerin) ikmâli (tamamlamış) olduğu  ve bir peygamberin dînine tâbi' olan (uyan) ulemâ (bilginler) ve sulehâ (saliha kişiler) ile zamân-ı fetretteki (peygamberimiz gelmezden önce yaşamış) ukalâ (bilginler) ve hükemânın (filozofların) vaz' ettikleri (koydukları) usûl ve ka­vânînde (kanunlarda) zâhir olan (görülen) hikmet ve maslahat (iyilikler) dahî, kezâlik (böylece) nüfûs-ı nâkısa­nın (kâmil olmayan kişilerin) ikmâli bulunduğu (tamamladığı) cihetle, bu zevât-ı kirâmın (muhterem kimselerin) maksûdları (niyetleri), şer’-i İlâhîden (ilahi şeriatten) maksûd (gaye) olan hükm-i İlâhîye (İlahi hükümlere) muvâfık (uygun) geldi. Bunun için Al­lah Teâlâ bu kavânîn-i hikemiyyeyi (felsefi hükümleri) o zevât (zatlar, kimseler) üzerine farz etmediği hâlde, kendi tarafından inzâl buyurduğu (indirdiği) şer'a (hükümleri) i'tibâr eylediği (saydığı) gibi mu'teber (geçerli) addetti (saydı).  Vaktâki (ne zaman ki) Allah Teâlâ kendisiyle bu zevâtın (kişilerin) kalble­ri arasında inâyet (ihsan) ve rahmet kapısını açtı; onların vukûfları (bilgileri) olma­dığı halde, kalblerine bu vaz' ettikleri (yerleştirdikleri) kavânîne (hükümlere) ta'zîm (saygı gösterme) ve riâyet (itibar etme, sayma) his­sini ilkâ buyurdu (ilham etti).  Ve bu zevât-ı kirâm (muhterem kişiler) ile onlara tâbi' olanlar (uyanlar), bu kavânîne (kanunlara) ta'zîm (saygı göstermek) ve ahkâmını (hükümlerini) icrâya (yerine getirmeye) riâyet (hürmet, itibar etme) netîcesinde, ta'rîf-i İlâhî ile (İlahi tarifle, anlatımla)  ma'rûf olan (bilinen) tarîk-ı Nebevi’nin gayrı (Peygamberin gösterdiği yoldan başka) tarik üzere (yol üzerinde),  Allâh'ın rızâsını taleb ederler (isterler). Zîra tarîk-ı Nübüvvet (Peygamberlik yolu) ile gelen şerîatta, (dini hükümlerde) bu şerîat (hükümler) ile amel edenlere (hareket edenlere) ne gibi mükâfât verileceği cânib-i Hak'tan (Hakk tarafından) sarâhaten (sarîh, açık şekilde) va'd buyrulmuştur (söz verilmiştir).  Halbuki bu zevâtın (kişilerin) vaz' ettikleri (koydukları) kavânînin (kanunların) ta'­zîmi (itibar edilmesi, sayılması) ve ahkâmına (hükümlerine) riâyet (itibar etmek, saymak) netîcesinde ne gibi bir mükâfat verileceği mechûldür. Ancak ehl-i dîn (dindar kişilerden) olan ukalâ (akıl sahipleri) düşündüler ki, insan hayva­nın bir nev'idir (türüdür).  Fakat onda bir hâssa (hususiyet) vardır ki, hayvânât-ı sâirede (diğer başka hayvanlarda) yoktur. Cenâb-ı Hak'tan münzel (indirilmiş) olan şerâyi' (şeriat hükümlerini), insanın galebe-i hay­vâniyyetini (insanda üstün olan hayvanlık özelliklerini) izâle (gidermek) ve bâtını (ruhu) olan nefs-i nâtıkasını (insanî ruhunu) tasfiye (temizlemek, arındırmak) içindir. Bi­nâenaleyh (nitekim) bu maksada sür'atle vusûl (ulaşmak) için taklîl-i taâm ve menâm (az yemek ve az uyumak) ile riyâzat (nefsi kırma) ve zikre muvâzabat (devam etmek) gibi tarîk-ı Nebevî (Peygamberin gösterdiği yolda) ve ahkâm-ı şer'iy­ye (şeriat hükümleri) üzerine zâid (ilave) olarak birtakım usûl (kaideler) vaz' ettiler (koydular). Bu usûl (kaideler), şer'-i İlâ­hî'den (İlahi hükümlerden) maksûd (gaye) olan hükm-i İlâhîye muvâfık (İlahi hükümlere uygun) geldiği için, sünnet-i ha­senedir (güzel adettir), bid'at-i seyyie (kötü adetler) değildir.

Zamân-ı fetrette olan (Peygamberimiz gelmezden önceki) hükemâya (filozoflara) gelince, bunlar da kezâ (böylece) aklen dü­şündüler ki, kâinâtın hey'et-i mecmûasını (tamamını) yerli yerinde îcâd (yaratan) ve ted­bîr (yöneten, tasarruf) eden bir Sâni'-i Hakîm (hikmet sahibi yaratıcı) vardır ve eşyâdan (varlıklardan) her bir şey kemâle (tam, mükemmel olmaya) mü­teveccihdir(yöneliktir).  Ve bu eşyâ (varlıklar) içinde en mükemmel olan mahlûk insan­dır. Zirâ müdrik (idrak eder, anlar) ve mütefekkirdir (düşünür). Maahâzâ (bununla beraber) o da hayvânâtın bir nev'­idir (türüdür). Halbuki onun kemâli, idrâk (anlayış) ve tefekküründe (düşüncesinde) olduğu için, bu cihetini (tarafını) ihmâl etmesi ve cihet-i hayvâniyyetine (hayvanlık yönüne) teveccühle (yönelmekle) onun îcâ­bât (icapları)  ve iktizâatında (gereklerinde) müstağrak (boğulup, gark) olması, noksanını mûcib (kemale ermeyip noksan kalmasına vesile) olur. Bu hâl ise, kasd-ı hilkate (yaratılış gayesine) mugâyirdir (aykırıdır). Binâenaleyh (nitekim) bu mahlûku kendi ke­mâline (tamlığına, mükemmelliğine) tevcîh (yöneltmek) için hayvâniyyetine bir yular takmak lâzımdır. İşte bu gâyeye vusûlü (ulaşmasını) te'min için, hükemâ-yı mezkûre (adı geçen filozoflar) dahî birtakım usûl (kaide) ve kavâid (kanunlar) vaz' ettiler (koydular); ve vahdet-i Sâni'a (tek yaratıcıya) ve insanın tenvîr-i bâtınına (ruhunun nurlanmasına, aydınlanmasına) dâir birtakım eserler yazıp neşrettiler ve bu usûl ve kavâid (kanunlar) onlara ilhâm tarîkı (yolu) ile vârid oldu (kalblerine doğdu). Hükemâ-i Yûnâniyyeden (Yunan filozoflarından) ba'zılarına vâkı' olan (gelen) ilhâmât (ilhamlar) gibi. Fakat Çin'de efkâr-ı tenâsuhu (tenasuh, ruhun bir başka bedene girme  fikrini) neşreden (yayan) Konfüç­yüs ve Hind'de putperestliği vaz' eden (koyan) Buda ve Mecûsîliği (ateşe tapmayı) ihdâs eden (getiren) Zerdüşt ve emsâli (benzerleri) bu zümreden değildirler. Ve onlara vâkı' olan (gelen) il­kâ (ilham), ilkâ-yı şeytânîdir (şeytanın vesvesesidir) . Zîrâ âlemin hey'et-i mecmûası (evrenin tamamı) Kur'ân-ı fiili­dir (Kuran’ın fiilidir). Kur'ân-ı lafzî (kuran sözleri) nasıl ki ………………………………….. (Bakara, 2/26) vasfını hâiz (vasfına sahip) ise, Kur'ân-ı fiilî dahî öylece bu vasfı hâizdir (bu vasıflara sahiptir). Çünkü esmâ-i İlâhiyye (İlahi esma) mütekâbildir (birbirlerine karşılıklıdır, zıttır). Ve âlem (dünya) ise mazâhir-i esmâ-i İlâhiy­ye'dir (İlahi esmanın göründüğü mahaldir).  Dâimâ hak (hakikat) mukabilinde (karşısında) bâtıl (gerçek olmayan) ve bâtıl (gerçek olmayan) mukâbilinde de (karşısında da) hak (hakikat) tezâhür eder (meydana çıkar).

İmdi bu kavânîni (kanunları) kendi nefislerine şer' eden (hükümler koyan)  ulemâ (âlimler) ve hükemâ (filozoflar ve onlara ittibâa (uymaya) teşvîk olunan bunların efrâd-ı kavmi (kavmindeki kişiler), ancak Allâh'ın rızâsını taleb (istemek) için, o nevâmîs (şeriatler) ve kavânîne (kanunlara) hakkıyla riâyet (doğru, tam olarak itibar) ettiler. Ve bu usûl ve kavâidin (kaidelerin) hakîkatine, bu rızâ-i İlâhî (Allah’ın rızası) için i'tikad ey­lediler (inandılar).  ……………………………………. (Hadîd, 57/27) "Binâenaleyh (nitekim) onla­ra imân edenlere biz ecirlerini (ücretlerini) verdik." …………….. Kendileri için ulemâ (âlimler) ve hükemâ (filozoflar) tarafından bu şer' vaz' olunan (konulan bu şeriatler) birçok kimseler," ………….. "fâsıkdırlar. (günahkârdırlar) " Ya'nî bu kavânîne (kaidelere) inkıyâddan (teslim olmaktan) ve bunların hak­kı ile kâim olmaktan hâriçtirler. Ve bu ibâdete inkıyâd etmeyen (boyun eğmeyen) kimselere, bi'l-asâle (asaleten, asıl olarak) onun müşerri' olan (hükümleri koyan) Hak, o kimseleri irzâ (razı) edecek şey ile münkâd (boyun eğen) olmaz. Ya'nî ahkâm-ı mezkûre (adı geçen hükümler) bir Peygamber ta­rafından tebliğ edilmediğinden bunlar ile amel vâcib (zorunlu) değil ise de, onlar mahzâ (sadece) rızâ-yı İlâhî’yi (Allah’ın rızasını) tahsîl (kazanmak) için, bu ahkâm (hükümler) ile ameli, kendi nefıslerine vâcib (zorunlu) kıldıklarından, hakkıyla bunlara riâyet edenlerden Allah râzı olacağını i'tikâd eylediklerinden (inandıklarından), Cenâb-ı Hak dahî, bun­lara envâr-ı kudsiyye (kudsi nurlar) ve kemâlât-ı nefsiyye ve cennet ve hayır ve sevâb gibi kendilerini irzâ (razı) edecek şeyleri ecir (ücret) olarak i'tâ (verdi, ihsan) buyurdu. Bu kavânîn (kaidelerin), ulemâ (âlimlere) ve hükemâya (filozoflara) Allah tarafından ilhâm tarîkıyla (yoluyla) vârid olduğundan (kalbine doğduğundan, ilham olunduğundan),  onun müşerri'i (hükümleri koyan) bi'l-asâle (asaleten, aslında) Hak olmuş olur. Ve bun­lara inkıyâd etmek (teslim olmak, boyun eğmek), Allâh'a inkıyâd etmektir (teslim olmaktır). Allâh'a inkıyâd edenlere (teslim olanlara), Allah dahî bir şey vermek süretiyle münkâd olur (boyun eğer).  Bu ahkâma (kanunlara, hükümlere) riâyet etmeyen fâsıklar (günahkârlar) ise Hakk'a inkıyâd etmemiş (teslim olmamış) olduklarından, Hak dahî onlara birşey vermemek sûretiyle muâmele eder; ve o fâ­sıklara (günahkârlara) münkâd (boyun eğen, isteklerini yerine getiren)

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
03
.06.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail