65. Bölüm

VIII BU FAS KELİME-İ YA'KUBİYYE'DE MÜNDEMİC OLAN "HİKMETİ RÜHİYYE"   BEYÂNINDADIR

âkin emr, inkıyâdı iktizâ eder. Ve onun beyânı budur ki: Muhakkak mükellef, ya muvâfakat ile münkaddır; veyâ muhâliftir. İmdi zâhir olduğu için, muvâfik-ı mutî' hakkın­da söz yoktur. Muhâlife gelince  o, kendi üzerine hâkim olan hilâfi sebebiyle, Allah'dan iki emrin birini taleb eder. Ya tecâvüz ve afvı veyâ bunun üzerine ahzi; ve onlardan birisi lâzımdır. Zîrâ emr, nefsinde haktır. İmdi alâ-külli-hâl, abdin ef'âlinden ve üzerinde bulunduğu hâlden nâşî, onun abde inkıyâdı sahîh oldu. Binâenaleyh, abdin hâli müessir­dir. Böyle olunca bu makamdan dîn, "cezâ" oldu. Ya'nî hoş ve nâ-hoş şeyle muâvaza oldu. Hoş olan şeyle muâvaza ………………………. (Mâide, 5/119)dır. İşte bu, mesrûr ola­cak şeyle "cezâ"dır. ……………………….. (Furkan, 25/19) Bu da mesrûr olmayacak geyle "cezâ"dır. ………………………. (Ahkaf, 46/16) Bu da "cezâ"dır. İmdi dî­nin "cezâ" olduğu sâbit oldu. Ve işte bu, bu babda lisân-ı zâhirdir (6).

Cenâb-ı Şeyh (r.a) yukarıda "dîn-i halk"ı (halkın dinini) beyandan (açıkladıktan) sonra, gerek "dîn-i Hak", gerek "dîn-i halk" hakkında sûret-i umûmiyyede (genel bir şekilde) ba'zı fevâid (faydalı bilgiler) bast edeceklerini (açıklayacaklarını) beyân buyurmuşlardır (bildirmişlerdir). Bundan sonraki ba­hislerde (konularda) bu va'd-i âlîlerini (yüce vaadlerini) incâz buyurup (yerine getirip) derler ki:

Emr-i Ulûhiyyet ve şân-ı Rubûbiyyet, Hak tarafından inkıyâdı (teslim olmayı) ve abd (kul) ister münkâd (boyun eğmeyi kabul etmiş) olsun ve ister muhâlif (karşı gelmiş) olsun, onun talebi (istekleri) üzeri­ne i'tâyı (vermeyi) iktizâ eder (gerektirir). Ve bu düstûr-i hakîkâtin (hakikât kaidelerinin) tafsîli (geniş açıklaması) budur ki: Ah­kâm-ı şer'iyye ile (şeriat hükümlerini) mükellef (yerine getirmekle vazifeli) olan abd (kul) , ya bu ahkâmı (hükümleri) icrâ etmek (yerine getirmek) sûre­tiyle Hakk'a inkıyâd eder (teslim olur),  veyâhut evâmire (emirlere) muhâlefet (karşı çıkmak) ve nevâhîye (yasak edilen şeylerle) muvâzabat eyler (meşgul olur).  Abd-i mutî'in (itaat eden kulun) hâli vâzıh (açık, belli) ve zâhir (meydanda) olduğu için, onun hakkında îrâd-ı kelâma (söz söylemeye) lüzûm yoktur. Fakat abd-i muhâlif (karşı çıkan kul), Gafûr (çok mağfiret eden, günahları bağışlayıp affeden) isminin kemâli ve hükmü kendisinde zâhir olmak (açığa çıkmak) için, ya afvı taleb eder (ister); veyâhut Müntakım (intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten) ve Kahhâr (kahredici, yok edici, kendisine karşı direnilmesi mümkün olmayan) isimlerinin hükmü ve kemâli kendinde zâhir olmak (açığa çıkmak) için, bu muhâlefeti (karşı çıkması) sebebiyle muâhazeyi (tenkid edilmeyi, azarlanmayı) taleb eder (ister).  Bu iki emrin biri abdin (kulun) ef’âlinden (fiillerinden) ve üzerinde bulunduğu hâ­linden dolayı vâkı' olur (gerçekleşir). Ve bu iki emir, abdin (kulun) ayn-ı sâbitesine (ilmi suretine) ve onun isti'dâd-ı ezelîsine (önceden kazanılmış istidadıyla) taalluk ettiğinden (ilgili olduğundan), bu mes'ele sırr-ı kadere (kader sırrına) âittir. Ve sırr-ı kader (kader sırrı) gaybu'l-guyûbdur (gayblerin gaybıdir).  Bu babdaki (bölümdeki) tafsîlât (geniş açıklama) "Fass-ı Uzeyrî"de mündericdir (bulunmaktadır).

 Rubâî:

Tercüme: "Ey her neyi gizledim ise sana âşikâr olan Zât-i ecell ü a'lâ! Bütün isyânı, senin Gaffâr ism-i şerîfınden ümmîd-vâr olarak işledim. Farz edeyim ki, senin fermânına birçok muhâlefetlerde bu­lundum. Nihâyet, sen her neyi diledin ise, ben onu yapmadım mı?"

İşte Hak tarafından emr-i i'tâ (verilen emre) ,  abdin (kulun) istihkâkı (hak kazanması) üzerine cereyân eder. Ve abdin (kulun) hâli (oluşu) neyi iktizâ ederse (gerektirirse), Hak tarafından o verilir. Zîrâ inkıyâdda (teslim olmada) müessir olan (tesir eden, etkileyen) abdin (kulun) hâlidir. Eğer abd (kul) Hakk'a münkâd (boyun eğmiş) ise, Hak dahî, muvâfık (uygun) "cezâ" ile (karşılık vererek) ona münkâd (boyun eğmiş) olur. Ve eğer mu­hâlif (karşı gelmiş) ise ve abdin (kulun) hâli de afvı (affedilmeyi) iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa) Hak ona afvı (onu affetmek)ve mağ­fıreti (bağışlamak) ile münkâd olur (boyun eğer). Ve o abdde (kulda), muhâlefeti (aykırılığı) sebebiyle taleb ettiği (istediği) Afüvv ve Gafûr ve Gaffâr isimleriyle bi't-tecellî (tecelli etmek suretiyle) ona münkâd olur (boyun eğer).  Binâenaleyh (nitekim) abdin (kulun) bu muhâlefeti (uygunsuzluğu) onun mazharında (görüntü mahallinde, (vücudunda),  kemâlin ziyâde (daha fazla) zuhûruna (meydana çıkmasına) sebeb olur. Ve eğer abd-i muhâlifın (karşı çıkan kulun) ayn-ı sâbitesinin (ilmi suretinin) isti'­dâdı, muâhazeyi (azarlanmayı, paylanmayı) taleb ederse (isterse),  Hak ona kahr ve intikâm ile münkâd (boyun eğen) olup ona Kahhâr ve Müntakım isimleriyle tecellî eder (görünür).  Ve'l-hâsıl Hak tarafından hükm-i mahsûsu (kendisine ait hükmü) cezb (çekmek) için abdin (kulun) hâli (oluşu) müessirdir (tesir edicidir).  Ve ab­din (kulun) Hak'a inkıyâdı (teslim olması), tâat (ibadetler) ile Hakk'a muvâfakatinden (uymasından, razı olmasından) ibâret olduğu gibi, Hakk'ın abde (kula) inkıyâdı (teslim oluşu) dahî, abdin (kulun) hâli "cezâ"dan  neyi iktizâ ediyorsa, (gerektiriyorsa) Hakk'ın abde (kula) o şey ile muvâfakatinden (rıza göstermesi, uymasından) ibârettir. İşte bu nokta-i nazara (bu görüş noktasına) göre dîn, "cezâ" (karşılığını görmek, almak) demek olur.        Ya'nî dîn, abdin (kulun) efâ­linden (fiillerinden) olmak makâmından "cezâ"dır (karşılığını almaktır).Ta'bîr-i dîğerle (diğer bir tarifle) dîn, abdin (kulun) mesrûr (sevinmiş, maksadına erişmiş) olacağı ve olmayacağı şeyle, onun hâli (oluşu) muktezâsınca (gereğince) , muâ­vazadır (karşılıktır). Abdin (kulun) hoşuna gidecek ve tabîatına mülâyim (hoş) gelecek şeyle muâvazayı (karşılığını verme) Cenâb-ı Hak …………………………………… (Mâide, 5/119) kav­liyle (sözleriyle) beyân buyurdu (bildirdi).  Zîrâ Allah Teâlâ bir kimseden râzı olacak olur­sa, o kimseye lütuf ve nevâzişle (gönül alma, iltifatla) muâmele eder ve tabîat, lütuf ve nevâzişten (iltifattan) memnûn olur. Ve Cenâb-ı Hak, hoşa gitmeyecek ve tabî­ata mülâyim (hoş) gelmeyecek şeyle muâvazayı (karşılık vermeyi) …………………………………. (Furkân, 25/19) Ya'nî "Sizden zulm eden kimseye biz âzab-ı kebîri (büyük azap) tattırırız " kavliyle (sözleriyle) beyân eyledi. (bildirdi) Zîrâ bu Hakk'ın abdine (kuluna) kah­rıyla muâmelesidir. Ve kahr (zorlama,  üzüntü) abdi (kulu) te'lim eder (acı verir elemlendirir) . Te'lîm (acı, elem verme) ve ta'zib (eziyet etmek) ise, elbette hoşa gitmez ve tabîata (yaradılışına, fıtratına) mülâyim (uygun, hoş) gelmez.

Ve kezâ Hak Teâlâ ………………………….. (Ahkaf, 46/16) ya'nî "Biz onların seyyiâtından (kötülüklerinden, günahlarından) geçeriz" buyurur ki, bu da "cezâ"dır; fakat mü­lâyim (uygun, hoş) ve gayr-i mülâyim (hoş olmama) kayıdlarıyla mukayyed (kayıtlanmış) değildir. Velâkin bir kimse seyyiâtıyla (yaptığı kötülüklerle) muâhaze olunmayıp (tenkit edilmeyip, azarlanmayıp) afv edilecek olursa mesrûr (sevinmiş, maksadına erişmiş) olur. İşte abdin, (kulun) muktezâ-yı hâline (halinin gereğine) göre, dînin "cezâ", ya'nî muâvaza (karşılıklı değiş tokuş) ol­ması, kesb-i sıhhat eyledi (sıhhat kazandı, doğrulandı).

Velhâsıl dîn, "islâm"dır; ve islâm ise "inkıyâd"dır. (teslim olmaktır) Ve Hakk'ın abde (kulda) inkıyâdı, (teslim olması) onun hâline göre îcâb eden (gereken) bir "cezâ"dır. İmdi "dîn"in "cezâ" (karşılığını almak) olması ve Hakk'ın abde (kula) inkıyâdı (boyun eğme) ma'nâsına gelmesi, lisân-ı zâhir ile söylenmiş bir sözdür. Onun sırrı ve sırrının sırrı âtîde (aşağıda) beyân buyru­lur (bildirilir).

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
03
.06.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail