62. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİNBEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

Cinân-ı huldün naîmine. Halbuki emr vâhiddir ve arala­rında tecellî indinde mübâyenet vardır (40).

Ya'nî dâr-ı şekâya (cehenneme) dâhil olanlar, orada cinân-ı huldün (ebedi cennette olanların) naîmine (nimetlerine) mübâyin (zıt, farklı) bir naîmden (nimetlerden) lezzet üzerinedirler. Halbuki, gerek ehl-i cen­netin (cennet sahiplerinin) ve gerek ehl-i cehennemin (cehennem sahiplerinin) tecellîsi, emr-i vâhid (tek şey, husus) olduğu gibi, emr-i iltizâz (lezzet alma hususu) ve tena’umları (nimetlenmeleri) dahi birdir. Şu kadar var ki, her birinin tecellîsi isti'dâdlarına; ve lezzet ve tena’umlârı (nimetlenmeleri) da mizâclarına (tabiatlarına) göredir.  Ya'nî tecellî birdir, fakat isti'dâdlar muhteliftir (çeşitlidir) ve lezzet dahi had­d-i zâtında (aslında) emr-i vâhiddir (tek şey, husustur), fakat mîzaca göre tenevvü' eder (çeşitlenir). Beyt:

Halkın isti'dâdına vâbestedir âsâr-ı feyz

Ebr-i nîsandan sadef dürdâne, ef’î semm kapar

Meselâ bir toprakta biten ve bir su ile iskâ olunan (sulanan) kamış, iki nevi' (çeşit) üzere zâhir olur (meydana çıkar).  Birinin içi boş, âdî kamıştır ve diğeri şeker kamışıdır.Bu zuhûr (meydana çıkış) isti'dâdlarının iktizâsıdır (gereğidir); yoksa tecellîleri emr­i vâhiddir (oluşumları birdir, aynıdır). Ve kezâ kimi insanın zevki mudârebe (dövüşmek) ve müşâtemededir (sövmektir) ve kiminin zevki ise, halka nevâzişle (gönül almak, iltifatla) mülâtafadadır (lâtife etmek, şakalaşmaktır). Fakat zevkıyyet i’tibâriyle (zevk almak bakımından) ikisi de birdir. Ancak her birinin mizâcına münâsib (uygun) olan bunlardır.

Uzûbet ta'mından nâşî "azâb" tesmiye olunur. Ve bu lafz-ı azâb, azâba kışr gibidir ve kışır hıfz edicidir (41).

Ya'nî ehl-i cehenneme (cehennemliklere) mahsûs (ait) olan bu naîme (nimetler),  ta'mında (tadında) tatlılık ol­duğu için "azâb" denilmiştir. Zîrâ azâb, aslında "azb"den me'hûz­dur (türemiştir) ve "azb" lügatte "tatlı ve şîrin" ma'nâsına gelir. Nitekim "mâ­i azb" (tatlı su) ve “lisânu azbi'l-beyânı Arabî"  derler ki, "tatlı su" ve "beyâ­nı şîrîn olan (şirin tatlı, hoş ifade edilen) lisân-ı Arabî" / (Arap lisanı) demek olur. Binâenaleyh (nitekim), dâr-ı cehen­nemde (cehennem yurdunda) küffâr (kâfirler) hakkındaki azâb, hem "elem" (maddi ve manevi ızdırap) ma'nâsını mutazammın olan (içine alan) azâb-ı ıstilâhîyi (maddi ve manevi ızdırap manâsını) ve hem de "lezzet" ma'nâsına gelen azâb-ı lügavîyi (tatlı, şirin manâsına gelen sözlük anlamını) câmi' olur (toplar). Ve bu "azâb" lafzı (sözü), onda müdemic olan (bulunan) "lezzet" ma'nâsı için kışır (dış taraf) ve kabuk gibidir ve kabuk içi muhâfaza eder. Ve bu sebeble hakâyık-ı eşyâyı (eşyanın hakikâtlerini) idrâkten mahcûb (perdeli) olan gâfillerden o ma'nâ mahfûz (saklanmış) kalır. Veyâhut ehl-i cennetin (cennetliklerin) naimi (nimetleri) ehl-i cehennemin (cehennemdekilerin) ­naîmine (nimetlerine) nisbetle (göre) iç ve kabuk gibidir. Bunlar iç ile, onlar kabuk ile tena’um ederler (nimetlenirler) . Nitekim bu âlemde dahi emsâli çoktur. Biz insan­lar karpuzu ve kavunu yiyip tena’um ederiz (nimetleniriz); kabuklarını da hayvan­lara atarız; onlar dahi bununla tena’um ederler (nimetlenirler).  Hattâ hayvânâta içi verilse kabuk gibi makbûl gelmez. Nitekim "Eşek hoşaftan ne anlar" darb-ı mesel-i âmiyânesi (halk deyimi) bu hakîkatı pek açık bir sûrette (şekilde) teb­yin eder (açıklar). Çünkü her ikisinin mizâclarına (yaradılışlarına) münâsib (uygun) olan naîm (nimet) bun­lardır.

İmdi ehl-i sünnetin (Peygamberimiz ve sahabelerine itikatla uyanların) mezhebi (gittikleri yol) üzere ehl-i cehennemden (cehenneme girenlerden) azâb-ı ıstılâ­hî (azap, elem manâsı) ebeden (asla) zâil (bitmez, yok) olmaz ve o azâb kaim (mevcut) oldukça da azâb-ı lügavî (azab’ın lügat manâsı) ka­im (mevcut) bulunur. Şu kadar ki Müntakım (intikam alan, cezaya çarptırmaya gücü yeten) onlardan intikâm aldıktan sonra …………………………….. mûcibince (gereğince) azâb-ı ıstılâhî (azab, elem manâsı) bâkî (devamlı) iken müteel­lim olmazlar (elem duymazlar, acı çekmezler) ve bilakis mütelezziz olurlar (tad alır, hoşlanırlar) . Zîrâ onlar hakkındaki rahmet (esirgeme, koruma, merhamet), rahmet-i Rahmân'dır. (Rahman’ın Rahmet’idir) Ve rahmet-i Rahmân (Rahman’ın Rahmet’i) ise azâb ile mümtezicdir (elem, acı ile karışıktır). Ve bu rahmet (koruma, merhamet) âmmeye şâmildir. (her şeyi, herkesi içine alır) Nitekim, dünyâda Hak, mü'­minlere ve kâfirlere, bu rahmetle mütecellîdir (görünür, tecelli eder); onun için bu âlemin ezvâkı (zevkleri, lezzetleri) hep elemle (maddi manevi ızdırapla) mümtezicdir (karışıktır).  Fakat ehl-i cennet (cennetlikler) hakkındaki rah­met, Rahmet-i Rahîm'den (Rahim’in Rahmeti) olduğu için, onların naimi (nimetleri) naîm-i hâlistir (saf, karışıksız nimettir).  Ve bu rahmet âmmeye şâmil değildir (herkesi içine almaz); belki rahmet-i hassâdır (kişiye özgü, seçilmişlerin rahmetidir) :

Ey sâhib-i firâset (anlayış sahibi) olan mü'min! Bu mizâcların ashâbını (bu tabiatta olanları) sen bu âlemde de anlayabilirsin. Nitekim, Hak Teâlâ buyurur: …………………………… (Muhammed, 47/30) Ya'nî  "Yâ habîbim sen münâfıkîni uslûb-i kelâmlarından (konuşma tarzlarından) ve kelâmlarının lahnından (sözlerinin nağmesinden, ahenginden) bilirsin."

Mesnevî:

Tercüme ve îzâh: Hz. Yezdân (Allah) Nebiyy-i zî-şâna (şerefli Peygamber’e) mahall-i sevk-i ke­lâmda, (kelimelerin ağızdan çıkışında, konuşurken) ehl-i nifâktan (araya nifak sokan kimselerden) pek kolay bir nişân (işaret) beyân buyurdu (bildirdi).  Şöyle ki: Eğer münâfık, sûrette (görünüşte) mücessem (boylu boslu bir cüssede) ve latîf (nazik) ve bülend (yüksek, rütbe sahibi) olsa da, sen onu elbette lahn-ı kavilde (konuşmasının ahenginden) anlar ve onun üslûb-ı kelâmından (sözlerindeki tarzdan) nasıl bir adam olduğunu tanırsın. Sen topraktan ma'mûl (yapılmış) bardağı satın aldığın va­kit, ey müşteri, onu tecrübe edersin. O bardağın üzerine bir el vu­rursun, niçin? Çatlak mıdır, değil midir anlamak için. Zîrâ çatlak olan bardağın sesi başka türlü olur. Sadâ (ses, yankı), onun önde giden çavuşun sadâsıdır (sesidir). Ya'nî bu sadâ (ses) padişâhın teşrîfini (gelişini) ihbâren (haber vermek için) önde giden nakî­bin (reisin) sadâsına (sesine) benzer. Zîrâ müşteri çanak çömlek nev'inden (cinsinden) mübâyaa edeceği (satın alıcağı) şeye evvelen, tın tın eliyle vurur. Ve o sadâ, (ses, yankı) önde giden ça­vuşun sadâsı (sesi) gibidir. İşte bunun gibi bâtını fâsid (ruhu kötü) olan kimseden da­hi sadâ (ses) gelir ki, o kimseyi ta'rîf eder. Bu hâl, kendisini fiil tasrîf eden (fiil çekimindeki) masdara  benzer; ya'nî sadâ (ses) fiil menzilesindedir (derecesindedir). Fiil masdarı nasıl ki mâzî (geçmiş zaman) ,  muzâri’ (geniş zaman) fâil (fiili işleyen),  mef’ûl (tümleç) ve sâire (diğer) sîgalarla (çekimlerle) tasrîf ederse (çekilirse),  sadâ (ses) dahi çatlakla çatlak olmayanı öylece tasrîf eder (çeker). Ve ilm-i sarf da (gramer bilgisinde) mukarrerdir (bildirilmiştir)  ki, eğer fiil; “kâim” ism-i fâili (fiilini işleyenin sıfatı) gibi, muallel (kelimede illet harflerinden biri) olursa onun masdarını  dahi “kıyâmen” sûretinde ta'lîl ederler (illet harflerinden biriyle söylerler).  Ve eğer fiil muallel değilse (kelimede illet harflerinden biri bulunmuyorsa vav, ye harfi gibi) ,  masdarda  dahi ta'lîl vâk’ olmaz (illet harfi bulunmaz). “Kâveme ve kıvâ­men”. gibi. Binâenaleyh (nitekim) fiilin masdarını tasrîf ettiği (çektiği) zâhir olur (görülür).

İntihâ: 14 Cemâ'dil-âhire 334; 4 Nîsan 332, Pazartesi gecesi, sâat 2.30.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
29
.04.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail