56. Bölüm

[KELÎME-İ   ÎSMÂÎLİYYE'DE   MÜNDEMİC   "HİKMETİ   ALİYYE"NİN BEYÂNINDA   OLAN   FASTIR]

"Hikmet-i aliyye"nin (aliyy’deki hikmetin) Kelime-i İsmâîliyye'ye (İsmail kelimesine) müstenid (dayalı) olmasının se­       bebi budur ki, Hak Teâlâ İsmâil (a.s)ı ism-i "Aliyy”e (Aliyy esmasının) mazhar (göründüğü yer) kıldı. Onun için himmeti âlî olup, Hakk'a karşı uhûd-ı sâbıka (önceden olmuş, geçmiş sözleşmesine, yeminine) ve lâhika­sında (sonradan) va'dine (verdiği sözü) vefâ ederek (yerine getirerek), ibrâz-ı sadâkat eyledi (içten bağlılığını, doğruluğunu gösterdi). Nitekim, Hak Teâ­  lâ onun hakkında ………………………………………….(Meryem, 19/50) buyur­muştur. Ve bu ulüvv-i (yüksek) mertebesinden dolayı Rabb'i indinde (katında) marzî (kendisinden razı) oldu. Yâhut İsmâîl (a.s.) zât-ı câmianın (bütün İlâhi isim ve sıfatları kendinde toplamış olan zatın) mazharı (göründüğü mahal) olan ve Ulüvv-i Zât (yüce Zât) sâhi­bi bulunan Nebî'miz (Peygamberimiz) (s.a.v.) Efendimiz'in rûhâniyyetini hâmil (taşıyan) oldu­ ğu için, "hikmet-i aliyye" bu kelimeye mukârin (bitişik) kılındı. Ve "Aliyy"        esmâ-i Zât’tan (Zat’a ait isimlerinden) bir isim olduğundan, Cenâb-ı Şeyh (r.a) onların hikmetinde, Zât hasebiyle, (Zât’ı bakımından) o ismin Ahadiyyetini (bölünmez, parçalanmaz sonsuz tekliğini) ve esmâ ve sıfât hasebiy­le de külliyyetini (bütünlüğünü) beyâna şurû' buyurdu (açıklamaya girişti). Ve ism-i Aliyy (aliyy ismi) İsmâil (a.s)ın Rabb-i hâssı (öz rabbı, terkibindeki ağırlıklı isim) olup, ondan râzı olduğu gibi, mevcudâttan her bir mev­cûdu terbiye eden esmâ-i ilâhiyyeden (İlâhi esmalardan) her birisinin dahi kendi mer­bûb (kulu) ve mazharlarından (görüntü mahallerinden) râzı bulunduğunu bu fass-ı münîfde (kıymetli eserinde) beyân eyledi (açıkladı).

Ma'lûm olsun ki, muhakkak müsemmâ-yı Allâh, Zât ile Aha­dî, esmâ ile küldür (1).

Ya'nî "Allah" tesmiye olunan (denilen, isimlendirilen)  "vücûd"un (varlığın) zâtında hiç bir vech ile (yüzüyle, tarafıyla) kesret (çokluk) yoktur. Belki o vücûd, Zât ile Ahaddır (bölünmez, parçalanmaz sonsuz Tek’tir). Ve Zât-ı Ahadiyyet (Zât’ın Ahadiyeti, Tekliği) te­cellîden (zuhurdan, belirmeden) müberrâdır (beridir, temizdir); çünkü âlemlerden ganîdir (zengindir, âlemlere ihtiyacı yoktur). Ve bu Zât için vücûh-ı gayr-ı mütenâhiyye (sonsuz imkânlar) vardır ki, esmâ ve sıfâtı muktezî olan (gerektiren, icap ettiren) "Ulûhiyyet" o vücûhu (olmuş, olacak bütün imkânları) cem' eder (toplar). İmdi hazret-i İlâhiyye (İlâhi mertebe) kâffe-i sıfât ve esmâ (sıfatların ve esmanın bütün hepsi) ile berâber "Zât"tan ibâret olduğundan, esmâ ve sıfâta nazaran (göre) küll mecmû'udur (bir araya toplanmış, hepsi bir bütün olmuştur).

Misâl: "Akıl" dediğimiz şey bir ma'nâdır ki, zâtında aslâ kesret (çokluk) yoktur; zât ile ahadîdir (bölünmez, parçalara ayrılmaz, sonsuz sınırsız tektir)."Akıl" olabilmek için, nefs-i emirde, (gerçekte) âsârda (eserlerde) mütecellî olmasına (görünmesine) lüzûm yoktur. Âsârda (eserlerde) zâhir (görülmüş) olsa da olmasa da, zâtında yine akıldır. Binâenaleyh (nitekim), âsârdan (eserlerden) müstağnîdir (zengin, gönlü doygundur). Fakat onun şuûnât-ı nâmütenâhiyyesi (sonu gelmeyen işleri, fiilleri) vardır ki, onları zâtında cem' etmiştir (toplamıştır). Devr­i Âdem'den bu âna kadar zuhûr etmiş (meydana çıkmış) ve bundan sonra da zuhûr edecek (meydana gelecek) olan âsâr-ı muhtelifesi (çeşitli eserleri) i'tibâriyle (bakımından) o ma'nâ küldür (bir bütündür).

Her bir mevcûd için, Allâh'dan, hâssaten onun Rabb'inin gayrisi yoktur. Onun için kül olması müstahîl olur (2).

Ya'nî her bir mevcûdun, "Ulûhiyyet" mertebesinden aldığı hisse (pay) ve nasîb, ancak kendisinin Rabb-i hâssı (öz Rabbi)  olan bir "isim"dir ve o mev­cûdun Allah'a irtibâtı (bağlantısı), o isim vâsıtasıyladır ve o ismin "eser"i, o mevcûd olduğundan, onun sûret-i zâhiresidir (görünen suretidir) . Ve o "isim", o mevcû­dun bâtınıdır (ruhudur) ve hakîkatidir. Vâkıa (gerçi) her bir mevcûd, âlemlerin Rabb'i olan Allâh'ın mazharıdır (göründüğü mahaldir). Fakat bu mazhariyyet (nail olma, şereflenme) mevcûdâttan her bi­rinin Rubûbiyyet-i Mutlaka’dan (Mutlak Rububiyet mertebesinden, esma mertebesinden) mazhar (görüntü mahalli) olduğu   ism-i hâssın (öz esmasının) Rubûbiyyet-i hâssası (Rububiyetin hususiyeti, özelliği) haysiyyetiyledir (değeriyledir, değeri kadardır);  yoksa mertebe-i Ulûhiyyet’in (Uluhiyet mertebesinin) mutazam­mın (içine aldığı, muhtevi) olduğu esmânın küllîsine (bütününe) mazhariyyet (nail olmak) her bir mevcûd için müstahîldir (imkânsızdır).   Bu mazhariyyet (buna nail olma) ancak "İnsân-ı Kâmil"e mahsûstur (aittir). Zîrâ İnsân-ı Kâmil, kâffe-i esmâ-i İlâhiyye’yi (bütün İlâhi isimlerin hepsini) câmi' olan (kendinde toplayan) "Allâh" isminin mazharıdır (göründüğü mahaldir) ve İnsân-ı Kâmil’den gayrı (başka) hiçbir mevcûdun bu mazha­riyyete (buna  nail olmaya) isti'dâdı yoktur.

Misal: Kendisinde mi'mârlık, hattâtlık (yazıcılık), ressâmlık ve marangozluk vesâire gibi (bunun gibi) birtakım sıfât olan kimse, bu sıfatlarının icâbâtı olan (gerektirdikleri) isimler ile zâhir olmak (açığa çıkmak) murâd etse ve meselâ kendisinin ressâm ol­duğunun bilinmesini istese, bir levha tersîm edip (çizip) ortaya atar. Bu levha, onun "ressâm" isminin mazharı (çıktığı mahal) olur. Zîrâ "ressâm" isminin taht-ı terbiyesindedir (terbiyesi altındadır). Ve bu şahsın mütaaddid (birçok) isimlerinden levha­nın nasîbi (aldığı hisse, pay),  hassâten (sadece) "ressâm" ismidir. Maahâza (bununla beraber) o levha, o kimsenin rubûbiyyet-i mutlakası tahtında (mutlaka hangi şartta olursa olsun terbiyesi altında, tasarrufu altında) olmaktan da vâreste (kurtulmuş) değildir. Çünkü bu şahıs, o levhaya ilmiyle, irâdesiyle, kudretiyle ve sâir (diğer) sıfâtıyla da mütecellîdir (tecelli eder, oluşturur). Şu kadar ki, bu Rubûbiyet-i Mutlaka’ya (Mutlak Rububiyet’ten, esmadan) o levhanın mazhariyyeti, (elde ettiği, nail olduğu) ressâm ism-i hâssının, (ressam isminin hususiyeti) rubûbiyyet-i hâssası (kendinde bulunan esmaların güçlü ismi olması) cihetiyle (yönüyle) vâkı' olmuştur (gerçekleşmiştir). Binâenaleyh (nitekim), levhanın mi'mâr, hattât (yazı yazan) ve marangoz ve sâir (diğer) isimlerin mazharı (göründüğü yer) olması müstahîldir (imkânsızdır).  Zîrâ o levha bu isimlerin mahall-i tecellîsi (göründüğü yer) olmak isti'dâdını hâiz (sahip) değildir. Fakat bu kimse kâffe-i esmâsının (bütün esmanın hepsinin) zuhûruna (meydana çıkmasına) müstaid (istidadlı, müsait) olmak üzere, meselâ bir câmi' binâ et­se, bunda mi'mârlığı görünür. Ve üzerine güzel yazılar yazsa hattât­lığı ve resimler yapsa ressamlığı ve kürsüler i'mâr etse marangoz­luğu meşhûd (görülmüş) olur. Ve câmi'  o kimsenin ne kadar isimleri varsa, cüm­lesinin (hepsinin) mazharı (çıktığı, göründüğü yer) olduğundan, resim levhasına nisbetle (göre),  bir mazhar-ı kâmil (bütün isimlerin açığa çıktığı, kâmil görüntü mahalli) olur.

Velâkin Ahadiyyet-i İlâhiyyede kimse için kadem yoktur. Zî­râ biri için ondan bir şey vardır ve diğeri için de ondan bir şey vardır, denilmez; çünkü O teb'îz kabul etmez. İmdi O'nun Ahadiyyeti bi'l-kuvve olan cemî'-i esmânın mecmû'­udur (3).

Cenâb-ı Şeyh (r.a), balâda (yukarıda)  "Allâh" ismi ile müsemmâ olan (isimlenen) vücû­dun (varlığın) ,  zât ile Ahadî (bölünmez sonsuz sınırsız tek oluşu) ve esmâ ile kül (bütün) olduğunu beyan buyurmuş (açıklamış) idi. Şimdi de Ahadiyye-i İlâhiyye-i Zâtiyyede (Ahad olan İlâhi Zât’ta) kimse için kıdem (ebedilik ve ezeli olmak), ya'nî vü­cûd (varlık) ve sübût (sabitlik) olmadığını ve meselâ falan sûret için falan şey ve fa­lan sûret için dahi falan şey sâbit (mevcut) olmuştur denilemeyeceğini ve çünkü Ahadiyyet’in teb'îz kabûl etmeyeceğini (bölünüp, parçalanamayacağını, kısımlara ayrılamayacağını) beyân buyururlar (bildirirler).

Ma'lûm olsun ki, mertebe-i Ahadiyyet’te (Zât mertebesinde) ne isim ve ne de resim yok­tur. Bu mertebeye verilen "Vücûd-ı Mutlak" ismi, efhâma anlatmak (anlamak, idrak etmek) için vaz' olunan (konulan) bir ıstılâh-ı mahsûstan (husûsi, özel terimden) ibarettir. Binâenaleyh (nitekim) bu mer­tebede fiilen sâbit (mevcut) olmuş bir vücûd yoktur. Ne kadar kesret-i nise­biyye (çokluk ile ilgili vasıflar) ve vücûdiyye (varlıklar) varsa, cümlesi O'nda mücmelen (hulâsa, toplu olarak) kuvvededir (potansiyel güç olarak vardır)   ve esmâ-i İlâhiyye yekdîğerinden (bir diğerinden) mütemeyyiz (farklı, başka) bir halde değildir ve hepsi O'nun aynıdır. Ve Zât-i Ahadiyyet (Ahad olan Zâtı) mütecezzî (parçalanır, cüzlere ayrılır) olmadığından, bir cüz'ü (parçası) falan ve bir cüz'ü de (parçası da) falan şey içindir denemez. Binâenaleyh (nitekim), "Allah" ismi ile müsemmâ olan (isimlenen) Zât’ın Ahadiyyet’i (bölünmez sonsuz tekliği), O'nda kuvvede (güç, potansiyel olarak) bulunan kâffe-i esmânın (esmanın hepsinin) mecmû'udur (toplamıdır) . Zîrâ bâlâda (yukarıda) beyân olunduğu (açıklandığı) üzere es­mâ ile  küldür (bir bütündür).

Misâl: Bir çekirdeğin içinde dallarıyla, yapraklarıyla, çiçekleriyle, meyveleriyle berâber bir ağaç vardır. Fakat bu ağaç kuvvededir (potansiyel güç olarak mevcuttur), he­nüz fiile çıkmamıştır ve icmâldedir (hulâsadır, özettir, toplanmış haldedir), henüz tafsîle gelmemiştir (açılıp yayılmamıştır).Ve çekirdek içinde mündemic (yerleşmiş) olan bu ağaç, o çekirdeğin aynıdır. Ve onun dalları, yaprakları ve çiçekleri ve meyveleri birbirinden mümtâz (ayrılmış) de­ğildir. Çekirdeğin zâtı ahadiyyet (bölünmezlik, teklik) üzeredir; fakat kendisinde bilkuvve (güç, potansiyel olarak) mündemic (içine yerleşmiş) olan ağacın ve teferruâtının (ayrıntılarının) ve bu ağacın meyvelerindeki çekirdeklerden müteselsilen (peş peşe, ardı sıra gelecek olan) ilâ-mâ-lâ-nihâye (sonsuz, nihayetsiz) zuhûr edecek (meydana çıkacak) olan ağaç­ların ve onların teferruâtının (ayrıntılarının) kâffesinin mecmû'udur (hepsinin toplamıdır).

İmdi Cenâb-ı Şeyh (r.a) bâlâda (yukarıda) her bir mevcûdun bir Rabb-i hâssı (öz Rabbi, terkibinin güçlü ismi) olup, o mevcûdun (birimin) Rubûbiyyet-i Mutlaka’dan (mutlak, kayıtsız esmadan, esma mertebesinden)  nasîbi (payı),  ancak o ism-i hâs (öz ismi) olduğunu beyân eylemiş (bildirmiş) idi. Şimdi de mevcûda"ttan her birisinin, kendi Rabb-i hâssı (terkibindeki güçlü isim) olan isme göre saîd (mutlu, cennetlik) olduğunu ve her bir mevcûddan (var olanlardan) Rabb­i hâssı (öz Rabbi, terkibindeki güçlü ismin) râzî bulunduğunu (razı olduğunu) beyân buyururlar (açıklarlar).  Ve mevcûdâtın, kendi Rabb-i hâslarının (öz Rablerinin, terkiplerindeki ağırlıklı ismin) sırât-ı müstakîmi (doğru yolları) üzerinde nasıl yürüdükleri, Fass-ı Hûdî'de tafsîl olunmuştur (geniş olarak anlatılmıştır).

Ve saîd Rabb'i indinde marzî olan kimsedir. Halbuki hazret­i vücûdiyyede, Rabb'i indinde marzî olmayan kimse yok­tur. Zîrâ o Rab, onun üzerine Rubûbiyyetini ibkâ eder. Böyle olunca o kimse, Rabb'i indinde marzîdir. Marzî ise saîddir (4).

Ya'nî saîd (cennetlik) kendisini terbiye eden ism-i hâs (asıl öz ismi) indinde (yanında) marzî olan (kendisinden razı olunan) kim­sedir. Zîrâ o ism-i hâs (hakikâti, öz ismi) onun nâsiyesinden (alnından) tutup, kendi sırât-ı müsta­kîmi (doğru yolu) üzerinde yürütür. Ve merbûbun (kulun) bu yol üzerinde yürüyüşü ceb­rîdir (zorunludur). Binâenaleyh (nitekim),Rab (terbiyecisi) olan o ism-i hâs (güçlü isim, öz ismi) merbûbundan (kulundan) râzıdır. Ve mevcudâttan her birisi, böylece kendi Rab'leri (terbiyecisi) olan esmâ-i hâssanın indinde (kendi öz isimleri katında) marzîdirler (kendisinden razı olunandır).  Zîrâ o Rab (terbiye eden) merbûbunun (kulunun) üzerinde ale'd-devâm (devamlı olarak) Rubûbiyyeti (malikliği, sahipliği) ile kâim (mevcut) ve bâkîdir (devamlıdır). Eğer  merbûbdan (kulundan) râzı olmasa idi, onun üzerinde terbiyesini dâim ve kâim (mevcut) kılmaz idi. Ve merbûb (kul) olan kimse, mâdemki Rabb-i hâssının (kendindeki güçlü ismin) Rubûbiyyetini (Rablığını, malikliğini) kâbiliyyeti ile kabûl etmiştir, elbette onun indinde (katında) marzîdir (razı olunandır) ve marzî olan (razı olunan) kimse ise saîd (cennetlik, bahtiyar) olur. Maahâza (bununla beraber) diğer isme nazaran (göre) şakî olması (cehennemlik, bahtsız), başka bir mes'eledir. Ve âyet-i kerîmede ……………………………… (Zümer, 39/7) Ya'­nî "Hak Teâlâ ibâdının (kullarının) küfrüne râzı olmaz" buyrulması bu hakîka­ta münâfi (aykırı) değildir. Çünkü Rabbü'l-erbâb (Rabların Rabbı) olan Allah Zü'l-Celâl Haz­retleri erbâb-ı hâssanın cümlesinin (Rabbi hasların hepsinden, her birimde tasarruf eden güçlü ismin)  îcâbâtından (icab ettirdiklerinden) râzî değildir. Velâ­kin o isimlerin zuhûr-i îcâbâtı (gerektirdiklerinin açığa çıkması) zâtının muktezâsındandır (gereğindendir).

Ve bunun için Sehl dedi: …………………………… Her bir "ayn"a hitâb eder. ……………………. ve …… üzerine …….. idhâl etti ve harf-i imtinâ'dır, imtinâ' içindir. Halbuki o sır zâil ol­maz. Binâenaleyh, Rubûbiyyet de bâtıl olmaz (5)

Ya'nî her bir ism-i hâssın (kendi öz isminin) Rubûbiyyeti, (malikliği, sahipliği, Rablığı) merbûbu (kulu) üzerinde bâkî (devamlı) ol­duğu için Sehl b. Abdullah Tüsterî (k.s.) buyurdular ki: "Muhakkak Rubûbiyyet için bir sır vardır ve o sır dahi sensin ve eğer o sır zâil (yok) olaydı Rubûbiyyet bâtıl (geçersiz, abes) olur idi." Hz. Sehl "ente" (sen) kavli (sözü) ile her bir ayn-ı mevcûdeye (mevcut olan manaya) hitâb eder. "Zahara", "zâle", ya'nî "zâil (yok) oldu" ma'­nâsına gelir. Ya'nî Hakk'ın "Rubûbiyyet" sıfatıyla ittisâfı (sıfatlanması) merbûbun (kulun) vücûdûna mütevakkıftır (bağlıdır) . Binâenaleyh (nitekim) merbûb (kul) mevcûd ve bâkî (daimi) ol­dukça, Rubûbiyyet dahi mevcûd ve bâkî (daimi) olur. Merbûb (kul) zâil (yok) oldukda Rubûbiyyet dahi zâil (yok) olur. Şu halde Rubûbiyyet için olan sır, senin vücûdundur. Eğer senin ayn-ı mevcûdun (kendi vücudun) olan o sırr-ı Rûbubiyyet (Rububiyet sırrı) zâil (yok) olacak olsa, Rubûbiyyet bâtıl (geçersiz, abes) olurdu. Halbuki Hak merbûb (kul) üzerinde Rubûbiyyetini ibkâ etmekle (devam ettirmekle) o sır zâil (yok) olmaz. Ve bi'n-netîce (sonuç olarak) Rubûbiy­yet de bâtıl (abes) olmaz. Bunun için Sehl b. Abdullah Tüsterî hazretleri

"Lev zahara" deyip "zahara" kelimesine harf-i imtinâ' (imkânsızlık bildiren harf) olan "lev"i idhâl (dahil) etti; ve bununla sırr-ı Rubûbiyyet (Rububiyyet sırrı) olan ayn-ı mevcûdun (kendi vücudunun) zâil (yok) ol­ması mümteni' (düşünülemez) olduğunu murâd eyledi.

Zîrâ "ayn"ın vücûdu, ancak Rabb'i iledir; "ayn" ise dâimâ mevcuttur. Binâenaleyh, Rubûbiyyet de dâimâ bâtıl olmaz (6).

Yanî sırr-ı Rubûbiyyet (Rububiyyet sırrı) olan vücûd-ı ayn (kendi vücudun) ebeden (asla) zâil (yok) olmaz; ve o zâil (yok) olmadıkça, Rubûbiyyet dahi zâil (yok) olmaz. Zîrâ ayn-ı mevcûdenin vücûdu (mevcut olan varlık) hâriçte, (bu dünyada) ancak Rabb'i (terkibi) iledir. Halbuki "ayn" (ilmi suret) ilm-i İlâhî mer­tebesinde, (Allah’ın ilminde) âlem-i ervâhda (esma mertebesinde), âlem-i misâlde (hayal aleminde), âlem-i şehâdette (içinde bulunduğumuz alemde) ve âlem-i berzahta (kabir aleminden sonraki yaşamda) ve âlem-i âhirette (ahiret yaşamında), ve'l-hâsıl cemî'-i etvârda (bütün durumlarda, hallerde) dâimâ Rabb'i (terkibi) ile mevcûd ve bâkîdir (daimidir) . Ve bu "ayn" (ilmi suret) ile tahakkuk eden (gerçekleşen) Rubûbiyyet dahi böylece cemî-i etvârda (bütün hallerde) dâimâ bâkî (devamlı) olduğundan ebeden (asla) bâtıl (abes, geçersiz) ol­maz. Binâenaleyh (nitekim), herhangi bir "ayn" (ilmi suret), taayyün-i evvel (aklı evvel) mertebesin­de müteayyin olduktan (belirlilik kazandıktan) sonra, hangi mevtına (makama, mertebeye) intikâl ederse etsin (geçerse geçsin) , artık mün'adim (yok) olmaz. Her mevtının (makamın, derecenin) îcâbına göre bir kisveye (örtüye) bürü­nür. Nitekim Hz. Mevlâna (r.a) buyurur: Beyt:

Tercüme: "Eğer benim câm-ı vücûdumu (camdan olan vücudumu) sâkî (su dağıtan) kırarsa, bundan dola­yı gam yemem (üzüntü çekmem) ;  zîrâ onun koltuğunun altında başka bir kadeh-i vü­cûd (kadehten yapılmış vücut) vardır. Ya'nî mevt-i sûrî (bedenime gelen ölüm) ile bu vücûd-i cismânî (madde bedenim) harâb olursa, Hak âlem-i berzaha münâsib (uygun) diğer bir vücûd verir."

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
1
8
.03.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail