54. Bölüm

VI

[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve bu bir mes'eledir ki, ben ihbâr olundum. Onu ne ben ve ne de benim gayrim hiçbir kimse, hiçbir kitapta yaz­madı; ancak bu kitaptadır. Böyle olunca vaktin dürr-i ye­gânesi ve ferîdesidir. İmdi sakın ki, ondan gâfil olmaya­sın! Zîrâ senin için kendisinde bir sûret ile berâber huzûr ibka eden hazretin misli, Hak Teâlâ'nın, hakkında: ………………………… (En`âm, 6/38) buyurduğu kitâbın mislidir. İm­di o kitap, vâkı'ı ve gayr-i vâkı'ı câmi'dir (43).

Ya'nî Hakk'ın mahlûku (yarattıkları) ile abdin (kulun) mahlûku (yaratıkları) ve Hakk'ın mahlûku­nu (yarattıklarını) hıfz etmesi (koruması) ile abdin (kulun) kendi mahlûkunu (yarattığını) hıfz etmesi (koruması) arasındaki fark ile abdin (kulun) Hak'tan mütemeyyiz (farklı) olması mes'elesi bir mes'eledir ki, cânib-i Hak'tan (Hak tarafından) ben ihbâr olundum (bildirildim).Bu mes'eleyi bu kitaptan evvel­ki kitaplarımda ne ben yazdım, ne de benden başkası kitaplarında yazdı. Ben ancak onu bu Fusûsu'l-Hikem'de yazdım. Binâenaleyh (nitekim) bu mes'ele vaktin dürr-i yetîmidir (tek büyük incisidir) ve yegânesidir (biriciğidir). Ey ârif, sakın bu mes'eleden gâfil (dalgın, ihmalkâr) olma! Zîrâ şu hazret (mertebe)  ki, sen onda bir sûret ile hu­zûr üzeresin ve o hazrette (mertebede), o sûreti müşâhede edip (seyredip) onu hıfz etmekle (korumakla), mahlûkun olan (yaratmış olduğun) şeyin sûretlerini hazretlerin (mertebelerin) cümlesinde (hepsinde) hıfz (muhafaza) edersin. İşte o hazretin (mertebenin) misli (benzeri), Hak Teâlâ Hazretlerinin Kur'ân-ı Kerîm'de ……….. (En'am, 6/38) ya'nî "Ben Kitap'ta bir şe­yi terk etmedim" buyurduğu kitâbın, ya'nî levh-i mahfûzun, misli (benzeri) gibidir. Ve o kitap, ezelden (başlangıcı olmayan geçmiş zamandan) vâkı' olan (olagelen) şeyi ve el-ân (şimdi, hâlâ) gayı-ı vâkı' olan (olmamış), ebede (sonsuza) kadar vâkı' olacak (vuku bulacak) şeyi câmi'dir (toplamıştır).

Binâenaleyh (nitekim), hazarât-t hamseyi (beş mertebeyi) muhît (kuşatmış, ihata etmiş) olan ârif, kendi mahlûkunun (yarattığının) bir hazrette (mertebede) olan sûretini o hazreti (mertebeyi) müşâhede etmesi (görmesi, seyretmesi) sebebiyle hıfz etmekle (korumakla),  o mahlûkun (yarattığının) cemî'-i hazretlerde (bütün mertebelerde) olan sûretlerini hıfz eyle­mesi (koruması) ve sûretlerin cümlesi (hepsi),  ârifin müşâhede ettiği (gördüğü) hazretteki (mertebedeki) sûretin zımnında (dolayısıyla) olması husûsunda, o müşâhede olunan (görülen, seyredilen) bir hazret (mertebe), kâffe-i eşyâyı (bütün varlıkları) câmi' olân (toplayan) "Kitâb-ı Mübîn" (Kuran-ı Kerim) gibidir. Ve bir sûret ondan hâriç (onun dışında) değildir.

Ve bizim dediğimiz şeyi, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimse bilir. Zîrâ, Allah'tan ittikâ eden için, Allah Teâlâ furkan kılar. Ve o da, onun sebebiyle abdin Rabb'inden mütemeyyiz olduğu şeyde, bu mes'elede bizim zikrettiği­miz furkân gibidir. Ve bu furkan dahi furkanın erfa'ıdır (44).

Ma'lûm olsun ki, taayyün-i evvel (akl-ı evvel mertebesi) ve taayyün-i sânî (manâ mertebesi) ve âlem-i er­vâh (esma mertebesi) ve âlem-i misâl (mutlak hayal mertebesi) ve âlem-i şehâdet (içinde bulunduğumuz alem) şerîki (ortağı) ve nazîri (bakanı, göreni) olmayan bir vücûd-i mutlakın (Hakk’ın vücudunun) tenezzülünden (inişlerinden) husûle gelmiş olan (çıkan, türeyen) merâtib-i i'tibâ­riyyedir (mertebeleri bakımındandır).  Ve bu tenezzül (iniş) dahi celâ (tecelli, ortaya çıkma) ve isticlâda (Zât’ı, Hakk’ın kendi Zât’ı için taayyününde zuhurunda) kemâl içindir. Halbu­ki kemâl-i celâ (tecelli) ve isticlâ (Hakk’ın birimlerde açığa çıkması) bu mertebe-i şehâdette  (içinde bulunduğumuz âlemde) zuhûr eden (meydana çıkan) İnsân- Kâmil’in vücûdu ile bi-tamâmihâ (tamamıyla) husûl-pezîr olmuştur (husûl bulmuştur). Binâenaleyh (nitekim), "İnsân- Kâmil" mertebesi, Vücûd-i Mutlak’ın (Hakk’ın Zât’ının) merâtib-i tenezzülâtının (mertebelere inişinin) altıncı mertebesi olduğundan, İnsân- Kâmil, kendi nefsinde kâffe-i hazarâtı (bütün mertebeleri) câmi' olmuş (toplamış) olur. İşte böyle, hazarât-ı İlâhiyye (İlâhi mertebeleri) ve kevniyye­nin (varlıkların) cümlesini (hepsini) muhît olup (kuşatıp, ihata edip) sûret-i İlâhiyye’yi (İlâhi suretleri) ve sûret-i halkıyyeyi (yaratılan suretleri) cem' etmiş (toplamış) olan İnsân- Kâmil, kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir. Ve kâffe-i eşyâyı (hakikâtlerin hepsini) nefsinde cem' etmiştir (toplamıştır) . Ve eşyâ onun vücûdunda biribirine merbûttur (rabtolunmuş, bitişmiştir). Binâenaleyh (nitekim), bir hazretin (mertebenin) kâffe-i hazretleri (mertebelerin hepsini) câmi' olması (toplaması) ve o bir hazretten (mertebeden) ve o hazretteki (mertebedeki) sûretten gâfil (dalgın) olmayan bir ârif-i kâmilin (kâmil bir velinin), hazretlerin (mertebelerin) hepsini ve o hazretlerdeki (mertebelerdeki) sûretleri hıfz etmesi (koruması) keyfiyyetini (husûsunu) zevkan (manevi haz yoluyla) bilip müşâhede eden (gören) kimse, ancak kendi nefsinde Kur'ân olan kimsedir. Ammâ müttakînin (haramdan çekinen, Allah’tan korkanların) hâline gelince Al­lah Teâlâ böyle bir ârif-i müttakî (Allah’tan korkan arif) için furkân (fark) kılar; ya'nî onun kal­bine Hak ile bâtıl (gerçek dışı) beynini (arasını) tefrîk edecek (ayıracak, seçecek) bir nûr ilkâ eder (bırakır). Ve o nûr ile ……………………………. (İsrâ; 17/81) hükmünce halkı (yaratılmışları) Hak'tan ayırır. Halbuki "ittikâ" (sakınma, takva) dediğimiz şey ayn-ı farktır (farkın aynısıdır): Çünkü muttakî olan (Allah’tan korkan) kimse, mahlûkun (yaratılmışların) sıfâtını Hakk'a isnâd etmekten (dayandırmaktan) hazer ettiğin­den (kaçındığından) Hak'la halk (yaratılan) arasını tefrîk eder (ayırır) ; ya'nî halk (yaratılmış) ve Hak için ayrı ayrı birer vücûd isbât eder (olduğunu söyler) . İmdi takvânın (dinin yasak ettiği şeylere sıkı sıkı bağlı kalanların) üç mertebesi vardır:

Birincisi: Avâmın (arif olmayanların) takvâsıdır ki, Hakk'ın nehy (yasak) ettiği şeylerden itti­kâ (sakınmak) ve ictinâbdır (çekinmektir).

İkincisi: Havâssın (seçkinlerin, ariflerin) takvâsıdır ki, kemâlâtı kendi nefsine ve mezâm­mı (ayıpları) Hakk'a isnâd etmekten (dayandırmaktan) ittikâdır (kaçınmaktır, sakınmaktır).

Üçüncüsü: Ehassu'l-havâssın (seçkinlerin en seçkinin) takvâsıdır ki; zâten ve sıfaten ve fiilen Hakk'ın vücûdundan gayri (başka) bir vücûd isbâtından (var olduğunu söylemekten) çekinmektir

Ve takvânın bu üç mertebesi makâm-ı cem'a (cem makamına) vusûlden (ulaşmazdan) evveldir. Ya'nî Seyr-i Fillâh’tadır, (Allah’ta seyirdir) Ve takvânın bir mertebesi daha vardır ki, bu da "fenâdân sonra bakâ" vaktinde, ya'nî makâm-ı cem'a vâsıl olup (ulaşıp) "fark"a geldikten sonra olan takvâdır. Ve takvânın her merte­besinde bir furkân, (fark) ya'nî Hakk'ı halktan (yaratılmıştan) temyîz etmek (ayırmak) vardır. Ni­tekim Hak Teâlâ buyurur. ………………………………… (Enfâl, 8/29). Ve­lâkin kâffe-i merâtibin (bütün mertebelerin) hakkını îfâ eden (yerine getiren) vâris-i kâmilin (kâmil mirasçıların) furkânı (farkı) sâ­irlerin (diğerlerinin) furkânından (farkından) erfa'dır, ya'nî yüksektir. Zîrâ bu mertebede Hak, cem'iyyet-i İlâhiyyesi (İlâhi toplayıcılığı) ile abdde (kulda) zâhir (açığa çıkar, görülür) ve abd (kul) dahi o cem'iyyete (toplayıcılığa) mazhar (çıkış mahalli, birim) olduğu halde, Hakk'ın vücûb-i zâtîsi (vacip, gerekli olan zatın vücudu) , abdin (kulun) fakr-ı zâtîsi (zati fakirliği) ile tefrîk olunur (ayrılır) .  Ve kendi nefsinde Kur'ân sâhibi olân kâmilin bu fur­kânı (farkı) da, abdin (kulun) Rabb'inden temeyyüzü (farklı oluşu) husûsunda bu mes'elede zikrolunan (adı geçen) furkân (fark) gibidir. Velhâsıl, ârif "cem"' mertebesinde Hak'tan mütemeyyiz (seçkin, farklı) değildir. Meselâ demir, ateşte kıpkırmızı olur ve ateş sıfatıyla muttasıf (vasıflanmış) olur. Bu hal demirin ateş ile cem’  mertebesidir. Bu mertebede demirle ateşi ayırmak mümkin değildir. Velâkin ârif bu "cem"' makâmından "fark" makâmına tenezzül ettikde (indiğinde) Hak'la halk (yaratılmış) arasındaki farkı isbât etmek (kanıtlamak) için sıfât-ı halkıyyeden (yaratılmış sıfatlardan) bir sıfatla, meselâ vücûdda (varlıkta) ve taayyünde (meydana çıkmada, şekillenmede) Hakk'a "iftikâr" (fakirlik) sıfatı ile muttasıf olup (sıfatlanıp) makâm-ı ubûdiyyette (kulluk makamında) sâbit-kadem (devamlılık üzere) olur.

Şiir:

İmdi bir vakitte abd, bilâ-şek Rab olur. Ve bir vakitte de abd, bilâ-iftirâ abd olur' (45).

Ya'nî makâm-ı ubûdiyyette (kulluk makamında) sâbit-kadem (devamlı) olan İnsân- Kâmil, sıfât­ı İlâhiyye’nin (İlâhi sıfatların) ve niseb-i Rubûbiyye’nin (Rububiyet sıfatlarının) kâffesine (hepsine) mazhar (göründüğü mahal, yer) olmak i'tibâ­riyle (bakımından) âlemler üzerinde alâ-tarîkı'l-hilâfe (hilafet yoluyla) icrâ-yı rubûbiyyet eder (Rububiyet görevini yürütür, yerine getirir) . Ve İnsân- Kâmil esmâ-i İlâhiyye’nin (İlâhi esmanın) mazharı  (göründüğü, çıktığı yer, mahal) olmak hasebiyle sûret-i İlâhiyye üzeredir. Nitekim ………………………………. buyrulmuştur. Ve ha­lîfe, müstahlifin (halife tayin edenin) sûreti üzeredir.

Ve kezâ vakt (zaman) olur ki abd, (kul) bilâ-iftirâ (iftirasız, yalansız) abd (kul) olur. Çünkü İnsân- Kâmil vücûdda (varlığında) Hakk'a muhtaçtır. Zîrâ vücûd-i Hak (Hakk’ın vücudu) olmasa idi, İnsân- Kâmil'in taayyünü (vücudu) mevcûd olmaz idi. Binâenaleyh (nitekim), onun vücûdunda mu­tasarrıf olan (kullanan, tasarruf eden) ancak Hak'tır ve onun mazharından (görüntü yerinden, bedeninden) mutasarrıf olan (tasarruf eden, kullanan) Hak'tır. İnsân- Kâmil ise abd-i mahz (sadece, yalnız kul) olup onun Rubûbiyyeti (Rablığı) ârızî (sonradan kazanılmış, gelip geçici olup) ; ve taayyünü (vücudu) hasebiyle ubûdiyyeti (kulluğu) zâtîdir (Zâtı ile ilgilidir).  Meselâ demir ateşte kızın­ca onun ateşliği ârızî (sonradan kazanılmış, gelip geçici) ve demirliği zâtîdir (zâtı ile ilgilidir) . Yoksa demir demir; ve ateş dahi ateştir. Ne ateş demir olur; ve ne de demir ateş olur.

İmdi abd olursa, Hak'la vâsi' olur. Ve Rab olursa, ıyş-ı dıyk­ta olur (46).

Ya'nî İnsân- Kâmil, kâh abd (kul) ve kâh Rab olur. Abd (kul) olduğu vakit, Hak ile geniş olur. Zîrâ onun kalbine Hak sığmıştır. Ve bu vakitte sıfât-ı İlâhiyye ile muttasıf (vasıflanmış, sıfatlanmış) bulunmuştur; ve Hakk'ı istihlâf eylemiş­tir (Hakk’ın yerine geçirilmiştir, halife atanmıştır). Kendisi ubûdiyyet-i mahza (sadece kulluk) merkezinde kâim (mevcut) olup  onun mazha­rından (bedeninden) zâhir olan (açığa çıkan, görünen) tasarruf (kullanma, idare etme) , hep Hakk'ın tasarrufudur. Ve İnsân- Kâmil, taayyünü (vücudu) ile âlem-i kevnde (dünyada, evrende) ancak Hakk'ın bir âletidir. Binâe­naleyh (nitekim) bu halde, onda vüs'at (genişlik) olacağı zâhirdir. (açıktır) Fakat Rab olduğu va­kitte yaşayışı dar olur. Çünkü rubûbiyyet (rablık) sıfatıyla zâhir olunca, (meydana çıkınca) ibâ­dın (kulların) rızıklarını vermekle mutâleb (kendisinden istekte bulunulan) olur. Binâenaleyh (nitekim) bâzı vakitlerde ityân-ı rızıktan (rızık temin etmekten) âciz kalmakla yaşayışındâ darlık olur ve sıkıntı çe­ker. Zîrâ abdin (kulun) kudreti arazîdir (kendinden olmayıp, Hakk’tandır); Hakk'ın kudreti ile kâimdir (mevcuttur) . Vü­cûd, gınâ (zenginlik), fiil, te'sîr (etki) ve ifâza (feyizlendirme) Hak için zâtî (Hakk’ın zatına ait) şeyler olduğu gibi, bunla­rın mukâbili (karşılığında) bulunan adem (yokluk), iftikâr (muhtaç olma), infiâl (bir fiili kabullenme, edilgi, pasiflik),  teessür (etkilenme) ve kabûl dahi abd için zâtîdir (kulun zatıyla ilgilidir) . Binâenaleyh (nitekim), İnsân- Kâmil’de iftikârı (fakirliği) zâtî (zâtı ile ilgili) ile kudret-i arazî (kendine ait bağımsız bir kudretin olmayıp, kendindeki kudretin Hakk’ın kudreti ile mevcutluğu)  ictimâ' edince (bir araya gelip toplanınca) kudret-i Zâtiyyenin (Zât’ın kudretinin) şânından olan ityân-ı rızk (rızık temin etmek) ile mutâleb oldukda (kendisinden istekte bulunulan olunduğunda), iftikâr-ı zâtînin galebesi (kendindeki, zâtındaki muhtaçlığın, fakirliğin üstün gelmesi) hasebiyle bundan âciz olup (bunu yapamadığından) sıkıntı çeker.

İmdi abd oluşundan dolayı, kendi nefsinin "ayn"ını görür. Ve emeller bilâ-şek ondan müttesi' olur (47).

Ya'nî İnsân- Kâmil, sıfât-ı ubûdiyyet (kulluk sıfatları) ile muttasıf (vasıflanmış) olup  abd-i mahz (sadece kul) oluşundan dolayı kendi nefsinin "ayn"ını görür. Ya'nî kendi nefsi­nin acz (muhtaçlığını) ve iftikârını (fakirliğini) ve belki yokluğunu görür. Ve kendi nefsini böyle vasf-ı aslîsi üzerine (asıl, gerçek sıfatlarıyle) görünce, onun birtakım emelleri bulun­masından nâşî (dolayı) şüphesiz Hak'tan talebi müttesi' (genişleme isteği) olur. Nitekim (s.a.v.) Efendimiz …………………………………………………………. ya'nî "EY benim Allâhım, cüzzâm ve baras (vücutta beyaz lekeler meydana getiren hastalık) ve cünûndan (delilik) ve kötü illetlerden sa­na sığınırım" diyerek sıhhat taleb buyururlar (isterler) idi. Bu duâ şüphesiz ümmet-i merhûmelerine (Allah’ın rahmete kavuşmuş ümmetine) ta'lîm olmakla (öğretmekle) berâber ubûdiyyet-i mahza (yalnız kulluk) makâmında bulundukları haysiyyetle (bakımından) taayyün-i şerîfleri (şerefli vücutları) için dahi bir tatleb (istek) idi.

Ve Rab oluşundan dolayı, hazret-i mülk ve melekûttan hal­kın kâffesini, onu mutâlebe ettiklerini görür (48).

Ya'nî İnsân- Kâmil, Hakk'ın halîfesi olduğundan, Rubûbiyet ve ta­sarruf ile zâhir (meydana çıkmış) olmakla, gerek âlem-i şehâdetin (içinde bulunduğumuz âlemin) ve gerek âlem-i me­lekûtun (melekler âleminin) bütün halkı, kendisinden sûrî (bedensel, suret ile ilgili) ve ma'nevî erzâk (rızıklar) taleb eder­ler (isterler). Ve onların istihkâk (hak ettiklerine) ve isti'dâdlarına göre onların erzâk-ı hissiy­ye (yiyecekleri rızıkları) ve ma'neviyyelerini  (ruhlarına ait rızıklarını) vermek, bu halîfe üzerine vâcib (zaruri) olur.

Halbuki onların istedikleri şeyden zâtı ile âcizdir. İşte bundan dolayı âriflerin ba'zısını bu sebeple, ağlar görürsün (49).

Ya'nî Rubûbiyyet (Rablık) ve tasarruf (kullanma, idare etme) ile zâhir olan (açığa çıkan, görülen) İnsân-ı Kâmil’den hal­kın taleb ettikleri (istedikleri) sûrî (bedensel, beden ile ilgili) ve ma'nevî (ruha ait) erzâkı (rızıkları), o İnsân-ı Kâmil, iftikârı zâtîsi (kendisinin muhtaçlığı) hasebiyle ityândan (yerine getirmekten) âciz olduğu için, dar (sıkıntılı) bir zindegânîye (yaşantıya) düş­tükleri sebep ile, o âriflerin ba'zısını ağlar bir halde görürsün. Zîrâ İnsân- Kâmil, ubûdiyyet-i mahzasına (ancak, sadece kulluğuna) nazar edip (bakıp)  sıfat-ı acz (aciz sıfatlar) ile zu­hûrunu (açığa çıktığını) gördüğü vakit, Rubûbiyyetle (Rablıkla) mutâleb (kendisinden istekte bulunulan) olunca sıkılır. Yoksa cemî'-i umûru (bütün işleri, husûsları) şakk'a (zahmetleri, göçlükleri) tefvîz (her şeyi Allah’tan bekleyip, Allah’a sipariş) edip  kendisinde fenâ-i küllî (tamamen yokluk) hükmü zâ­hir olduğu (açığa çıktığı, görüldüğü) vakit, âciz değildir. Çünkü bu vakitte ortada kendisi yok­tur. Ve onun mazharından (vücudundan) tasarruf eden (kullanan, idare eden) Hak'tır ve Hak'ta ise acz yoktur.

Cenâb-ı.Şeyh-i Ekber (r.a) Fütûhât-ı Mekkiyye'nin yirmi ikinci bâbında (bölümünde) "Ubûdiyyet (kulluk) ile ittisâfın (vasıflanmanın) lezzetini, ancak Rubûbiyyetle (Rablıkla) mutta­sıf (vasıflanmış) olup, halkın ona muhtaç olmasından dolayı, âlâm (keder, acı) duyan kimse bilir" buyurup, bu hususta Süleyman (a.s.)ın kıssasını (hikâyesini) beyân eder­ler (açıklarlar).  Zîrâ, Süleyman (a.s.), mahlûkata erzâk i'tâsı (yiyecek, rızk verme) husûsunda vâkı' olan (olagelen) kemâl-i muzâyakasından (oluşmuş sıkıntısından) nâşî (dolayı) , bu emri (işi, husûsu), Rezzâk-ı hakîkîye (hakiki rızk sahibine) tefvîz (havale edip) ve teslîm edip, kendisi nefsinde bir halâvet (zevk) ve râhat buldu ki, hiçbir halâvet (tatlılık, zevk) ona tekâbül edemez.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
04
.03.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail