51. Bölüm

VI
[KELİME-İ İSHÂKIYYE'DE MÜNDEMİC "HİKMET-İ HAKKIYYE"NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

Ve İbrâhîm Halîl (a.s.) ile Takıyy bin Mahled, bu kadar ile ve bu mikdâr üzerine i'timâd eyledi. Ve vaktâki rü'yâ iki vech üzerine oldu ve makam-ı Nübüvvet edebi iktizâ ettiği için, Allâh Teâla / İbrâhîm (a.s.)’a işlediği ve ona de­diği şeyde bize edebi ta'lîm etti. Biz delîl-i aklînin reddetti­ği sûrette Hakk'ı müşâhedemizde, o sûreti ya râînin hâli; veyâhut râînin onu gördüğü mekân; veyâ râî ile berâber mekân hakkında, hakk-ı meşrû' ile ta'bîr etmemizi bildik. Ve eğer o sûreti delîl-i aklî reddetmezse tıbkı âhirette gö­rüldüğü gibi, o gördüğümüz sûreti ibka ederiz. (27).

Ya'nî İbrâhîm (a.s.) rü'yâsında oğlunu boğazlar gördü; âlem-i histe (dünyada, hissedilen âlemde) de öyle yaptı; ve rü'yâsını ta'bîr etmedi. Ve kezâ Takıyy bin Mahled dahi rü'yâsında süt içti. Uyanıp âlem-i histe (hissedilen âlemde, dünyada) dahi onu süt zannetti. O da bu rü'yâyı ta'bîr etmedi. İmdi mâdemki rü'yâda ta'bîr (yorum) ve adem-i ta'bîr (yorumsuzluk) vecihleri (yönleri) vardır; ve makam-ı Nübüvvet (Peygamberlik görevinin) edebi ve emr-i İlâhi­ye (Allah’ın emirlerine) imtisâl (icap edeni yapması) ve inkıyâdı (boyun eğmeyi, teslimiyeti) iktizâ ettiği (gerektirdiği) için, mâdemki Allah Teâlâ, İbrâ­hîm (a.s.)’a rü'yâsında koçu oğlunun sûretinde gösterip onu emr-i zebha (kurban etme işine) mübtelâ (tutkun, düşkün) kılması  ve yine koçu oğluna fıdâ (fidye) etmesi sûretiyle olan fii­linde ve "Yâ İbrâhîm sen muhakkak rü'yâyı sâdık (doğru, gerçek rüya) kıldın" (Saffât, 37/105) deyu vâkı' (mevcût) olan kavlinde (sözlerinde),  bize edebi ta'lîm etti (öğretti).  Bizler dahi bu ta'lîm (öğretilme) sâyesinde bildik ki, eğer Hakk'ı delîl-i aklînin (aklın düşünerek bulduğu delillerle) reddettiği ve onu tenzîh (çirkinlik ve noksanlıklardan beri) eylediği  sûrette rü'yâda veyâ yakazada (uyanıkken) görsek, o sûre­ti, ya râînin (görenin) hâline veyâ râînin (görenin) onu gördüğü mekâna; veyâ râî (gören) ile berâber mekâna göre, hakk-ı meşrû' ile (şeriat hükümlerine uygun olarak) ta'bîr etmemiz iktizâ eder (gerekir).

Mervîdir (rivayet olunur) ki, Hz. Şeyh (r.a.) zamânında sulahâdan (salihlerden) bir kimse, Hakk'ı  rüyâsında kendi evinin dehlizinde (koridorunda) gördü; ve Hak ona iltifât etme­mekle berâber, yüzüne de bir tokat vurdu. O kimse uyandığı vakit ıztırâba düştü. Rü'yâsını Hz. Şeyh-i Ekber efendimize arz etti. Cenâb-ı şeyh onun ıztırâbını gördükde  ona: "Hakk'ı ne mekânda gördün?" diye sordu: O kimse "Satın aldığım evimde gördüm" cevâbını verdi. Hz. Şeyh (r.a.) buyurdu ki: "O hâne mağzûbdur (gazab edilmiştir).  Hak meşrû'un (şeriate uygun olanın) hak­kıdır. Satın aldığın vakit tefahhus etmedin (soruşturmadın). Binâenaleyh (nitekim) onu tahkîk et!" Bunun üzerine o kimse tecessüs ettikde (sorup araştırdığında) ,  o hâne bir mescidin vakfından olup gasb edilerek (zorla alınarak) satıldığını anladı; ve onu yine mesci­din vakfına reddedip (geri verip) istiğfâr (tövbe) eyledi.

Cenab-ı Şeyh (r.a.) bu ibârede (cümlede) "delîl-i aklînin (aklın düşünerek bulduğu delille) reddettiği" (kabullenmediğinin) kaydını (ehemmiyetini) zikretti (bildirdi) . Zîrâ delîl-i aklî indinde (akılla elde edilen delillere göre) mûcib-i noksan (  ……   ) olan şer'in  (şeriatin) beyân ettiği (açıkladığı) sûret-i kemâliyye (kemal bulmuş, mükemmel suret) reddolunur (kabul edilmez).
Nitekim hadîs-i şerîfte buyurulmuştur ki: ……………………………………… ya'nî "Hak Teâlâ, yevm-i kıyâmette (kıyamet gününde) sûret-i noksân (noksan şekil, suret) ile tecellî eder (oluşur) . Böyle olunca, ona inkâr ederler. Ba'dehû (daha sonra) sûret-i kemâl (kemal bulmuş, tam, mükemmel surete) ve azamete (büyüklüğe) tehavvül eder (değişir, döner) . Onu kabûl edip o sûrete secde ederler." Burada "delîl-i aklî"den murâd, şer'an (şeriate) mu'teber (uygun, güvenilir) olan delîl-i istidlâlî­dir (delile dayanarak bir netice çıkarmaktır).  Ehl-i felsefenin (felsefecilerin),  evhâm ile karışık olan delîl-i aklîleri (akla dayalı delilleri) değildir. Fakat ârif (Hakk’ı bilen) ,  Hakk'ı her sûrette müşâhede ettiği (seyrettiği) için, onu hiçbir sû­retten tenzîh etmez (ayrı tutmaz) .  Ve eğer Hak Teâlâ'yı menâmda (uykuda) delîl-i aklînin reddetmeyeceği sûrette, ya'nî ay ve güneş gibi olan suver-i nûriyye­den (nur suretlerinden) bir sûrette görür isek, o gördüğümüz sûreti hâli üzerine ibkâ ederiz (bırakırız) .   Nitekim biz âhirette Hakk'ı, "bedir" (dolunay) gibi sûret-i nûriyyede (nurlu surette) görüp, o sûreti alâ-hâlihî (olduğu gibi) ibkâ ederiz (bırakırız) ve onu te'vîl (başka bir manâ ile tefsir) etmeyiz. Binâe­naleyh (nitekim) gerek dünyâda ve gerek âhirette Hakk'ı böyle bir sûrette gö­rüş müsâvîdir (eşittir) . Her iki rü'yet (görüş) arasında fark yoktur. Çünkü tecellî  (oluşumlar), tecellî olunan kimsenin isti'dâdının sûreti üzerinedir. Ve isti'dâdı­mızın sûreti ise ayn-ı sâbitemizin (ilmi suretimizin) sûreti ve ayn-ı sâbitemizin (ilmi suretimizin) sûreti dahi ism-i İlâhi’nin (İlâhi ismin) sûretidir. Ve ism-i İlâhi (İlâhi isim) teğayyür etmeyince (değişmeyince) ,  el­bette onun sûreti olan ayn-ı sâbite (ilmi suret) ve isti'dâd dahi tağayyür etmez (değişmez). Binâenaleyh (nitekim) âhirette olan rü'yet (görmek), dünyâda hâsıl olan isti'dâda müte­vakkıftır (bağlıdır, ancak onunla olur) .  Ve isti'dâd-ı gayr-i mec'ûlün (açığa çıkmamış gizli kalmış istidadın), ya'nî ism-i İlâhi’nin (İlâhi ismin, esmanın) isti'dâdı-­nın inkişâfı (meydana çıkması) isti'dâd-ı mec'ûlün (açığa çıkmamış potansiyel olarak bulunan istidadın) inkişâfına vâbestedir (açılmasına, gelişmesine bağlıdır).Meselâ cins-i insanın (insan ırkının) okuyup yazmak isti'dâdı, bir isti'dâd-ı gayr-i mec'ûldür (açığa çıkmamış, gizli kalmış istidattır) .  An­cak sa'y (çalışma, gayret etme) ile' ânen-fe-ânen (git gide) husûle gelen (oluşan) isti'dâd-ı mec'ûlün (açığa çıkmamış, gizli kalmış istidadın) inkişâfıyla (meydana çıkmasıyla) zâhir olur (açığa çıkar, görülür). Ve hayvânâtta bu kitâbet (yazma) ve kırâet (okuma) isti'dâd-ı gayr-i mec'­ûlü (istidadında potansiyel olarak mevcut) olmadığından onlara ta'lîm (öğretmek) abestir (boşunadır). İşte her insanın isti'dâd-ı gayr­i mec'ûlü (istidadında potansiyel olarak bulunduğu) nisbetinde (ölçüde) maârif-i İlâhiyye (İlâhi bilgileri) tahsîli (öğrenmesi) ile esrâr-ı Rabbâniyye’­ye (Rabbani sırlara) vukuf peydâ edebilmesi (anlayışının, idrakinin açılması) ve bi'n-netîce (sonuç olarak) suver-i kesîrede (çokluk suretlerinde) vech-i vâ­hidi (tek yüzü) müşâhedesi, (görmesi) ancak bu âlemde (dünyada) sülûküne (tuttuğu yola) ve sa'y (çalışmasına) ve mücâhedesi­ne (uğraşmasına) mütevakkıftır (bağlıdır) . Ve tahsîl-i maârif (bilim tahsil etmesi, öğrenmesi) ise, isti'dâd-ı mec'ûlün (istidadında potansiyel olarak bulunup da açığa çıkmamışların) yevmen­fe-yevmen (günden güne) tezâyüdüyle (artmasıyle) mütezâyid olur. (çoğalır) Binâenaleyh (nitekim) …………………………………………………………. (İsrâ, 17/72) Ya'nî "Burada a'mâ olan âhirette de a'mâdır" âyet-i kerîmesi mûcibince (gereğince) herkesin müşâhedesi (görüşü) bu âlemdeki (dünyadaki) müşâhedesi (görüşü) kadardır ve bu da i'tikâdât (inançlar) hasebiyledir. Zîrâ Hak hakkında bir i'tikâd (inanç) ile mukayyed (kayıtlı) olan kim­seye Hak, o i'tikâdının (inancının) hilâfı (zıddı) olarak tecellî etse, inkâr eder. Hak, ancak kendisinin i'tikâdına (inancına) göre tecellî ettiği vakit ikrâr (tasdik) eder. Ve­lâkin, Hakk'ı bir i'tikâd (inanç) ile tahdîd (sınırlamayan) ve takyîd etmeyen (kayıtlamayan) erbâb-ı ıtlak (kayıtsız, serbest, hür kişiler), dünyâda ve âhirette Hak hangi sûretle mütecelli (tecelli etmiş, oluşmuş) olursa olsun ve o sûreti delîl-i aklî ister reddetsin ister etmesin, kabûl ile ikrâr (tasdik) eder. Nitekim Gülşen-i Râz sâhibi buyurur:

Tercüme:

Eğer kâfir olaydı bütden âgâh

Olur muydu aceb dîninde gümrâh

İmdi Vâhid-i Rahmân için, her bir mevtında; sûretten hafî ve zâhir olan şey vardır (28).

Hz. Şeyh (r.a) bâlâda (yukarıda) Hakk'ın şer'an (şeriate uygun, şeraite göre) ve aklen (akla uygun, akla göre) suver-i makbûle (beğenilen hoş görülen suretler) ve gayr-i makbûlede (beğenilmeyen suretlerde) mütecellî olduğunu (oluştuğunu, tecelli ettiğini) zikretti (bildirdi). Şimdi de şerîki (ortağı) olma­yan Vâhid-i Rahmân'ın (tek Rahman’ın) a'yân-ı sâbite (ilmi suretler) ve gayb (bilinmeyen âlem) ve şehâdet (görülen, şahit olunan) mertebele­rinde, bu mertebelerin muktezâsına (gerektirdiklerine) göre, vücûd-i Sübhânî'si (sübhan olan Hakk’ın vücudu) ile mü­teayyin (meydana çıktığını) ve mütecellî olduğunu (oluştuğunu, tecelli ettiğini) beyân buyurur (bildirir). Binâenaleyh (nitekim), eğer mev­tın (mertebeler), ilim ve ervâh (ruhlar) ve misâl-i mutlak (kayıtsız, salt hayal âlemi) ve misâl-i mukayyed (insanda bulunan hayal) mevtını (mertebeleri) gibi hafi (gizlenmiş) ise, vücûd-i Rahmân (Rahman’ın vücudu) için ilmî ve  rûhânî ve misâlî ve hayâ­lî sûretler hâsıl olur (meydana gelir) . Ve eğer mevtın (mertebeler),  mertebe-i şehâdet (içinde bulunduğumuz âlem) gibi zâhir (meydanda, görülür) ise vücûd-i Rahmân için de zâhirî (görülebilen) ve hissî (hissedilebilen) sûretler peydâ olur. Ve bu zuhûr (meydana çıkış) ile hafâ (gizlilik) nisbîdir (birbirine göredir).  Meselâ âlem-i ervâha (ruhlar âlemine, esma âlemine) göre onun mâ-fevkı (üstünde) olan âlem-i a'yân-ı sâbite (hakikatler, manalar, ilmi suretler âlemi) ve âlem-i misâle (hayal âlemine) göre âlem-i ervâh; (ruhlar âlemi, esma âlemi) ve âlem­i şehâdete (içinde bulunduğumuz âleme) göre de âlem-i misâl (hayal âlemi) hafîdir (gizlidir).  Ve kezâ (böylece) âlem-i ervâh (esma âlemi, ruhlar âlemi) a'yân-ı sâbite (manalar, ilmi suretler) âlemine göre ve âlem-i misâl (hayal âlemi) âlem-i ervâha (esma âlemine, ruhlar âlemine) göre ve şimdi içinde bulunduğumuz bu âlem-i şehâdet âlem-i misâle (hayal âlemine) göre zâhirdir (açıktır, görülür) . Binâ-be-rîn (bundan dolayı) her mevtında (mertebede) gerek suver-i hafiyyede (gizli kalmış, gizlenmiş suretlerde) ve gerek suver-i zâhirede (meydana çıkmış suretlerde) mevcûd olan vücûd-ı Râhmânîdir (Rahman olan Hakk’ın vücududur) . Ve vücûd-i Rahmânî’nin se­reyânı (yayılması, sârî olması) ale's-seviyyedir (eşit bir şekildedir). Fakat, merâtibin (mertebelerin) ihtilâfıyle (farklı olmasıyla) muhtelif sûretler­de (çeşitli şekillerde) zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır, görülmüştür). Meselâ havâ, mertebe-i letâfette (şeffaf mertebede) mahsüs (hissedilebilir) ise de meşhûd değildir (görülmez) .  Bulut, su ve buz mertebelerine tenezzül edince (inince), her bir mertebenin iktizâsına (gereğine) göre bir sûret bağlar (şekle girer) ve o sûretlerle meş­hûd olur (görülür). Ve bu suver-i muhtelife (çeşitli suretler) merâtibin ihtilâfına mebnîdir (mertebelerin farklı oluşundan dolayıdır) .  Yoksa her mertebede görünen havânın gayrı (havadan başka) değildir. Böyle olunca biz, her­hangi mevtında (mertebede) olursak olalım, suver-i muhtelifede (çeşitli suretlerde) meşhûdumuz (görünenimiz) ve ma'rûfumuz (bilinenimiz) olan hep Rahmân'ın vücûdudur. Binâenaleyh (nitekim) Hak, mevtın-ı dünyâda (dünya mertebesinde) müşâhede olunduğu (göründüğü) gibi mevtın-ı âhirette; (ahiret mertebesinde) ve ke­zâ (böylece) mevtın-ı âhirette (ahiret mertebesinde) müşâhede olunduğu (göründüğü) gibi de mevtın-ı dünyâda (dünya mertebesinde) müşâhede olunur (görülür).

Eğer sen, bu Hak'tır dersen sözün doğrudur. Ve eğer baş­ka emrdir dersen sen ubûr edicisin (29).

Ya'nî eğer sen, her bir mevtının (mertebenin) îcâbına göre zâhir olan (meydana çıkan, görülen) vücûd-i Vâhid-i Rahmânî'nin (Rahman olan tek vücudun) sûretlerini görüp, bu suver (suretler) Hak'tır, dersen doğru söylemiş olursun. Zîrâ mevâtın (mertebeler) âyîne (ayna) gibidir ve onlarda görünen sû­retler dahi, âyînede müntabi' olan (aynada görülen) sûretlere benzer. Ve âyîneye ba­kıldığı vakit, zâhir olan (görülen) sûrettir, âyîne (ayna) değildir. Âyîne, bâtın (ayna gizlenmiş) ve sûret zâhir (meydana çıkmış) olur. Ve hadd-i zâtında (aslında) mevâtın (mertebeler) emr-i i'tibârîdir (göreye göredir, görünüştedir);  şânı ademiyyetten (yokluktan) ibârettir. Ve görülen sûretlerin vücûdu izâfidir (göreye göre, bir şeye göre olmuştur). Ve eğer merâtibte (mertebelerde) görünen sûretlere, başka şeydir, ya'nî halktır (yaratılmıştır) dersen zât-ı mü­teayyin olan (zatıyla meydana çıkan) Hak'tan halka (yaratılmışa), taayyünâta (görülen şekil) ubûr etmiş (tarafına geçmiş) olursun. Meselâ Zeyd-i kâimin etrâfında beş âyîne (ayna) olsa, onların cümlesine (hepsine) onun sû­reti mün'akis (aksetmiş) olur. Bu sûretlere Zeyd dersen, sözünde sâdıksın (doğru söylersin). Değildir, başka şeydir dersen, Zeyd'den âyînedeki (aynadaki) taayyüne (belirmiş şekle) ve hayâle geçmiş olursun. Ve bu halde Zeyd bâtın (gizli) ve hayâl-i müteayyen (aynada belirmiş hayal, görüntü) zâhir (açığa çıkmış) olur. 

Ve onun hükmü bir mevtında olup diğer mevtında olma­mak değildir. Velâkin o, Hak ile halkta sâfir ve sâirdir / (30).

Ya'nî vücûd-i Vâhid-i Rahmân'ın (tek Rahman olan vücudun) bir mevtında (mertebesinde) olan hükmü ve te­cellîsi (oluşumları), diğer mevtında (mertebesinde) olan hükmünden ve tecellîsinden (oluşumlarından) başka değil­dir. Çünkü vücûd-i Rahmân'ın her mevtında (mertebede) sereyânı (yayılması, sârî olması) ale's seviyye­dir (eşit surettedir).  Meselâ cemî'-i hurûfun (bütün harflerin) menşei (çıkış yeri) nefes-i insânîdir (insan nefesidir).  Fakat sîn, şîn, ayn, kâf gibi hurûfâtın (harflerin) sadâlarındaki (seslerindeki) ihtilâf (farklılık) , onların mahreclerinde­ki (ağızdan çıkış yerlerindeki) ihtilâf (farklılık)  sebebiyledir. Soluğun sereyânı (yayılması), hepsi için müsâvîdir (eşittir). Binâe­naleyh (nitekim) vücûd-i Rahmânî (Rahman’ın vücûdu) dahi bunun gibi her bir mevtında (mertebesinde), o mevtı­nın (mertebenin) îcâbına göre zâhir olur (açığa çıkar).  Ve arş-ı vücûda müstevî (evrenin her tarafında bir) olan Vâhid-i Rahmân (tek Rahman) Hak ile halkta (yaratılmışlarda) zâhir olmuştur (meydana çıkmıştır). Ve bu beyt-i şerîfteki (meşhur beytteki) "sâ­fir", "zâhir" ma'nâsına alınmayıp da "kâşif" (keşfeden) ma'nâsına alınır ise, ma'nâ-yı beyt (beytteki anlam) böyle olur: "Vücûd-i Vâhid-i Rahmân'ın (tek Rahman olan vücûdun) hükmü bir mev­tında (mertebede) başka ve diğer mevtında (mertebede) başka değildir. Velâkin, nefes-i Rahmânî (Rahman’ın nefesi) suver-i ilmiyye (ilmî suretler) olan a'yân-ı sâbite (manalar) üzerine tecellî ettikde, onla­rın sûretleri olan halkın (yaratılmışların) vechini   kâşiftir" (keşfedendir) . Zîrâ suver-i halkıyyenin (yaratılan suretlerin) vücûhu (yüzleri) gayb (gizlilik) perdesi altındadır. Hak nefes-i Rahmânîsi (Rahman olan nefesi) ve vücûd-i Hakkânîsi ile onlara mütesâviyen (eşdeğerde) tecellî ettiği için, gayb perdesi kalkmış ve onların yüzleri açılmıştır.

<devam edecek>

asliye@hotmail.com
11
.02.2003
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail