98. Bölüm

KELİME-İ HÜDİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ AHADİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

......................... (HÛd, 11/56): "Hiçbir zî-hayât yoktur; illâ Hak onun nâsıyesini tutucudur; benim Rabb'im muhakkak sırât-ı mûstakîm üzered'ir. (4).

Hûd (a.s.)ın hikmeti, bu âyet-i kerîmeye mübtenîdir (dayanmaktadır). Ya'nî mevcûdâttan hiçbir şey yoktur; illâ ki Allah Teâlâ, hüviyyet-i zâtiyyesi (zatının hakikati) ile onun nâsiyyesini âhizdir (alnından tutucudur) ve esmâsı hasebiyle onda mutasarrıftır (tasarruf eden, yönetendir). Tahkîkan (gerçekten) benim Rabb'im sırât-ı müstakîm (kendi doğru yolu) üzeredir. Çünkü her bir ismin kendisine mahsûs (ait) tarîkı  (yolu) vardır. Ve bu tarîk-ı mahsûs (kendi özel yolu) dahî onun sırât-ı müstakîmidir (kendi doğru yoludur). Ve bu âyet-i kerîmede "dâbbe"nin, (“hayvan”ın) her "şey'-i mevcûd" (“mevcut varlıklar”) ile tefsîri (açıklaması), .....................(İsrâ, 17/44) âyet-i kerimesine müsteniddir (dayanmaktadır); zîra tesbîh ve tahmîd (hamdetme), hayâta mütevakkıftır (bağlıdır, ancak onunla olur).  Ve cemâdat (cansız cisimler) ile nebâtât (bitkiler) dahî kendilerine mahsûs (ait) olan bir hayat ile haydirler (hayattadırlar);  Şu kadar ki, insana varıncaya kadar olan merâtib-i hayât, (hayat mertebeleri) bi-hasebi'l-kemâl, (hesap edilemiyecek kadar kemal) derecât (dereceleri) üzerinedir. Binâenaleyh (nitekim) hayât-ı nebâtât (bitkilerin hayatı), hayât-ı cemâdâta (cansız cisimlerin hayatına) ve hayât-ı hayvânat, (hayvanların hayatı) hayât-ı nebâtâta (bitkilerin hayatına) ve hayât-ı insan (insanın hayatı) hayât-ı hayvânâta (hayvanların hayatına) kemâlen takaddüm (kemal olarak önde) ve tefazzul eder (üstün olur).  Velhâsıl cemî'-i eşyâ, (bütün varlıklar), ashâb-ı zevk (manevi zevk sahipleri) ve şühûd indinde (görenler katında) zî-hayâttır (hayat sahibidir) ve onun rûhu Rabb-i hâssı (idaresi altında olduğu isim) olan ism-i İlâhîdir (Hakk’ın esmasıdır).

Suâl: Bu ayet-i kerîmede naklolunan (aktarılan) Hûd (a.s.)’ın kavlinde (sözlerinde) "Rabb" ancak kendi nefsine izâfe (alakalı) kılınmış ve her şeyin bir Rabb-i hâssı (kendi terkibinde tasarruf eden öz Rabbi olan esma) bulunduğu tasrîh edilmemiştir (açıkça belirtilmemiştir).

Cevap: Kâffe-i esmâ-i İlâhiyye (bütün esma ve sıfatlar) "Allah" ismi tahtında (altında) müctemi'dir (cem olmuş, toplanmıştır): Binâenaleyh (nitekim), cemî'-i esmânın (bütün esmanın) tarîkları (yolları), "Allah" isminin sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) tahtında (altında) vâkı' olur (gerçekleşir). Ve Allah ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplamış olan Allah isminin) mazharı (göründüğü mahall) ise, ancak insân-ı kâmildir: Ve bu ism-i câmi' (bütün isimleri kendinde toplayan, cem eden) insân-ı kâmilin Rabb'i olup, bu zât-ı sâadet-meâb (zatı saadetli kişi) cemî'-i esmâ-i İlâhiyye’nin (bütün İlahi isimlerin) mazharıdır (göründüğü mahaldir).  Ve Hûd (a.s.) ise vaktinin bir Nebiyy-i zî-şânı (şerefli bir Peygamberi) ve "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri cem eden Allah isminin) mazharı (göründüğü mahall) olan insân-ı kâmil idi. Binâenaleyh (nitekim), Rabb'i kendi nefsine izâfe (alakalı) etmekte, kendinin mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i câmi' olan (bütün isimleri cem eden, kendinde toplayan) "Allah" isminin sırât-ı müstakîm (doğru yolu)  üzere olduğunu sarâhaten (açık olarak) ve erbâb-ı esmâdan (her biri bir Rab olan esmada) her bir Rabb'in (esmanın, terbiye edicinin) kendi sırât-ı  müstakîmi (doğru yolu) bulunduğunu dahî zımmen (üstü kapalı olarak) beyân buyurmuştur (bildirmiştir).

Suâl: Mâdemki her isim kendi sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinedir ve o ismin taht-ı terbiyesinde (terbiyesi altında) bulunan kimse dahî onun sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) üzerinde yürür; şu halde böyle sırât-ı müstakîmi (doğru yol) üzerinde da'vetten ne fâide (fayda) hâsıl olur?

Cevap: Da'vet ism-i Mudıll'den (delalete düşüren isimden) ism-i Hâdî'ye (doğru yolu gösteren, hidayete erdiren isme) ve ism-i Câbir'den (cebreden, zorlayan isimden) ism-i Adl'e (doğruluk, adelet ismine) ve turuk-ı müteferrikadan (çeşitli, muhtelif yollardan) ............... (Fâtiha, 1/5) âyet-i kerîmesinde beyân buyurulan (bildirilen) ve kâffe-i turuku (bütün yolları) câmi' bulunân (toplayan) sırât-ı müstakîme, (doğru yola) ya'nî "tevhîd-i zâtî" (zatın birliğine) ve mazhar-ı Muhammedî (Muhammedi mahall olan) tarîkınadır (yoladır).  Daha açıkçası tarîk-ı noksândan (noksan yoldan) tarîk-ı kemâle (kemal yola) da'vet olunur.

İmdi her yürüyen, Rabb'in doğru yolu üzerinde yürür. Binâenaleyh, bu vecihden onlar mağzûbün aleyhim ve dâll değildir (5).

Çünkü mutî' (itaat eden) olsun, âsî olsun, mazharı (görüntü yeri) oldukları isimler, bunları, kendilerine mahsûs (özel) olan tarîkta (yolda) 'terbiye eder. Binâenaleyh (nitekim), mutî (itaat eden) ve âsî Rabb-i hâssları (terkibindeki ağırlıklı isim) olan isimlerin muktezâsı (gerektirdikleri) üzerine yürür. Ve halbuki muktezâ-yı tabîat üzere (tabiatının gerektirdiği gibi) yürüyen kimseye gazab olunmak (kızmak, öfkelenmek) mutasavver değildir (düşünülemez).  Ya'nî tâbi' (uyan, emir altında olan); metbû'un (uyulanın, kendisine tabi olunanın) hükmü (emri) tahtında (altında) yürürse metbû' (uyduğu, tabi olduğu, emir aldığı) ona gazab etmez (kızmaz). Şu halde, her bir isim, kendi mazharından (görüntü yerinden) ve onun terbiyesi tahtında (altında) olan şeyden râzîdır; ona gazab etmez (kızmaz, hiddetlenmez). Fakat hükümde (emirlerde) Rabb-i hâssına (has, öz ismine) muhâlif (aykırı, zıt) olan diğer Rabb-i hâssa (öz isme) nazaran (göre) o mazhar (birim, varlık), "mağzûbün-aleyhim (kızılmış, öfkelenilmiş) ve dâllîn" (delalete düşmüşler) zümresindendir.

Meselâ Hâdî (hidayete erdiren, doğru yolu gösteren) isminin  hükmü hidâyet (doğru yol) ve Mudill (delalete düşüren, doğru yoldan saptıran) isminin hükmü dahî dalâlettir (eğri, yanlış yoldur). Hâdî ismi kendisinin abdi (kulu) olan mü'minden râzî olduğu gibi, Mudıll ismi de abd-i kâfırinden (kâfir kulundan) râzıdır. Fakat Hâdî ismine nisbeten (göre) kâfir"mağzûbün-aleyhim (gazab edilmiş) ve dâll" (delalete düşmüşlerin) zümresine dâhildir. Ve kezâ, ism-i Mudill (delalete düşüren isim) kendisinin sırât-ı müstakîmi (doğru yolu) hâricinde (dışında  bulunan abd-i mü'mine (mümin kula) gazab eder (kızar, öfkelenir) ve onu dalâlette (yanlış yolda) görür; zîra bu iki isim, hükümde yekdîğerine (birbirlerine) muhâliftir (zıttır). Binâenaleyh (nitekim) cemî'-i mezâhir (bütün birimler) bir vecihden" (yönden) mağzûbün-aleyhim (gazab edilenler) ve dâll"(yanlış yolda olanlar) zümresine dâhildir ve bir vecihden (yönden) değildir.

İmdi dalâl, nasıl ki ârız ise, gazab-ı İlâhî dahî, öylece ârız­dır. Ve meâl, her şeye vâsi'a olan rahmetedir o da sâbıka­dır (6).

Ya'nî dalâl (yanlış yola sapmak) ârızî (geçici) olduğundan, gazab-ı İlâhî dahî ârızîdir (geçicidir). Ve meâl (netice),  rahmet-i zâtiyye-i âmmeyedir (zatın rahmeti her şeyedir).  Ve o rahmet dahî ........................ hadîs-i kudsîsi mûcibince (gereğince) sâbıktır (geçicidir); zîra her bir Rab (İlahi isim) kendi abdinin (kulunun) meşyinden (yürümesinden) râzıdır. Ve dalâl (doğru yoldan sapmak) ancak Rabb-i âhara (diğer Rablara) nazaran (göre) mütehakkık (doğru) olur. Halbuki kâffe-i esmâ-i İlâhiyye, (bütün İlahi isimler) mebde-i taayyünât (varlıkların asıl kaynağı) olmak i'tibâriyle (bakımından) rahmet-i zâtiyye-i âmmeden (herkese olan zati rahmetten) ibâret bulunan vücûd-ı mutlakta (sınırsız, kayıtsız vücutta, ‘Zat’ta) müstağrak (gark olmuş, boğulmuş) idiler. Vaktâki (ne zaman ki) rahmet-i rahmânî (rahmanın rahmeti) olan nefes-i rahmânî (rahmanın nefesi, ilmi suretlerin açığa çıkması) ile tecellî-i İlâhî (İlahi oluşumlar) vâkı' oldu (gerçekleşti); suver-i esmâiyye (esmanın ilmi suretleri), hazret-i ilmiyyede (ilim mertebesinde (Hakk’ta) peydâ (meydana çıktı) ve yekdîğerinden (birbirlerinden) mütemeyyiz (seçkin, fark edilir) oldu. Ve ism-i Hâdî ism-i (hidayete erdiren isim) Mudıll'den (delalete düşüren isimden) ayrıldı. İmdi bu temeyyüz (seçilirlik, farklı oluş) ârîzî (geçici) olduğundan, dalâl üzerine müteretteb olan (yanlış, eğri yolda bulunmaktan dolayı meydana gelen) gazab (azarlamak, kızmak, öfke) dahî ârızî (geçici) olur ve rahmet, gazabı sebk etmiş (gazabın önüne geçmiş) bulunur. Zîra, ezel-i âzalde (başlangıcı olmayan öncesizlikte) (Zat’ta) bu sûretle (biçimde) rahmet sâbık (geçici) olduğu gibi, ebedde (sonsuz gelecekte) dahî sâbıktır (geçicidir). Çünkü yâ dalâli mûcib (delalete düşmeye sebeb) olan perdelerin ref’ (kaldırılması) ve izmihlâli (yok olup bitmesi) veyâhut tevhîd-i zât (Zat’ta birleme) envârının (nurlarının) zuhûrunda, (meydana çıkmasında) taayyünât-ı eşyânın (meydana çıkmış şeylerin, varlıkların) zevâli (sona ermesi) ve tecelliyât-ı İlâhiyye’nin (İlahi tecellilerin, belirmelerin) kendi asıllarına rücû'u (geri dönme) sebebi ile meâl (netice) yine Rahmân'adır.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-27.01.2004
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail