81. Bölüm

[KELİME-İ YÛSUFİYYE’DE MÜNDEMİC “HİKMET-İ NÛRİYYE”NİN BEYÂNINDA OLAN FASTIR]

"Âlem-i hayâl" dahi iki kısımdır: Birisi bâlâda (yukarıda) zikrolunan (adı geçen) dördün­cü hazrettir (mertebedir) ki, ona "âlem-i misâl" denildiği gibi "hayâl-i mutlak" da derler. Diğeri bu âlem-i misâle (mutlak hayal mertebesine) muttasıl (bitişik) olup onun cedveli hük­münde olan ve insanın vücûdunda bulunan hayâldir ki, buna da "âlem-i hayâl-i mukayyed" (kayıtlı hayal âlemi) derler. Bu hazret-i şehâdetteki (içinde bulunduğumuz mertebede) ahlâk-ı ha­mîde (beğenilen huylar) ve a'mâl-i sâlihanın (yararlı işlerin) âlem-i hayâl-i mutlaktaki (kayıtsız, sınırsız hayal âlemindeki) misâli (benzeri) bağlar, bos­tanlar ve çiçekler ve meyveler ve enhâr (nehirler) ve ahlâk-ı redîe (kötü ahlak) ve a'mâl-i seyyienin (kötü işlerin) misâli (benzeri) dahi akrepler, yılanlar ve zulumât (karanlıklar, sıkıntılar) olur. Ve dünyâda insana hangi sıfât galip (üstün) ise âlem-i berzâhda, o sıfata münâsib (uygun) bir sûret peydâ olur. Meselâ kibir gâlib olursa kaplan ve gazab (hiddet, öfke) ve ha­sed (kıskançlık, çekememezlik) gâlip (üstün) ise kurt ve şehvet / ve adem-i hamiyyet, (onursuzluk, haysiyetsizlik) ya'nî kendi mahre­m-i olan (yakın akraba) kadınların nâ-mahremlerle (yabancı erkeklerle) ihtilâtına (karışmasına, bir arada bulunmalarına) iğmâz-ı ayn etmek (göz yummak) sı­fatı gâlip (üstün) ise hımâr (eşek) ve hınzır (domuz) ve hırs ve emel gâlib (üstün) ise fâre ve karın­ca sûretleri peydâ olur.

Mesnevi

Tercüme: "Gönülde yer tutan her bir hayâl, rûz-i mahşerde (mahşer gününde) bir sû­ret olacaktır" "Senin vücudun üzerine gâlip (üstün) olan bir sîretin (tavrın, ahlakın) tasvîriy­le (şekillenmesiyle) haşrin (dirilmen) vâcibdir. (zorunludur) " "Rûz-i mahşerde (mahşer gününde) her arazın (yaratılmışın) bir sûreti vardır; her bir arazın (yaratılmışın) sûretine nevbet (sıra, nöbet) vardır." "Vaktâki (ne zaman ki) senin elinden bir mazlû­ma (sessiz, zararsız kişiye) zahm (yara) erişti, o zahm (yara) bir ağaç oldu ve ondan zakkum (cehennemliklerin yiyeceği) peydâ oldu." "Bu senin yılan ve akrep gibi olan sözlerin, yılan ve akrep olup se­nin kuyruğunu tutar."

Bu zikrolunan (adı geçen) sıfatlardan halâs olanlar (kurtulanlar) ancak tezkiye-i nefs (nefsini arındırmış) ve tasfıye-i kalb etmiş (kalbini saflaştırmış, temizlemiş) olan zevât-ı kiramdır (soylu, temiz, şerefli kişilerdir). "Hayâl-i mukayyed"e, ya'nî hayâl-i insânîye (insanda olan hayale) gelince, onun bir tarafı âlem-i misâle (mutlak, kayıtsız hayal âlemine) ve bir tarafı da insanın kendi nefsine ve bedenine muttasıldır (bitişiktir). İhtilâl-i mizâc (rahatsızlığı) ve­yâ uyku / sebebiyle, âlem-i süflî (alt, aşağı âlem) sûretlerinden bir sûret, hayâl-i insâ­nîde (insanın hayalinde) muntabi' (şekli belirmiş) ve mürtesem (resmolunmuş, görünür) olduğu vakit, bilmelidir ki, bu suretler ancak hayâlât-ı fâside (yanlış bozuk rüyadır) veyâhut adğâs ü ahlâmdır (tabir edilmeyen, karışık rüyalardır) ve aslâ hakîkati yoktur. Meselâ bir kimse hasta olmakla kendisine birtakım hayâlât ârız olur (hayaller,  düşler görür),  sayıklar Ve kezâ bir kadına muhabbet edip onun tasavvuruyla (onu arzu etmek, düşünmekle) kendisine şehvet galebe eder (üstün gelir). Uyuduğu vakit onun hayâli zuhûr ede­rek (meydana çıkarak) mülâkat etmekle (buluşup, kavuşmakla) ihtilâm olur. Veyâhut çok tuzlu yemek yer, uykusunda susuzluk galebe eder (üstün gelir). Rü'yâsında birtakım akar sular ve çeşmeler görür.

Fakat âyîne-i kalbi (kalp aynasını) envâ'-ı riyâzât (çeşitli nefs terbiyeleri) ve mücâhedât (savaşlar) ile musaffâ (saflaştırmış, temizlemiş) ve fik­ri ağyâr (zihnini masivadan yani Hakk’tan başka her şeyden) ve şehevâttan (şehvetlerden, nefsin isteklerinden) hâlî (boş olan, boşalmış) olan bir ârifin mir'ât-ı hayâlinde (hayal aynasında) mer'î olan (görülen) sûretler, âlem-i misâlden (kayıtsız mutlak hayal âleminden) mün'akis olmuş (aksetmiş, yansımış) ise, ister hâl-i nevmde (uyku halinde) ve ister hâl-i yakazada (uyanıklık halinde) olsun, hak (doğru ve gerçektir) ve sâbittir (mevcuttur).  Zirâ "âlem-i misâl"  (kayıtsız mutlak hayal âlemi) hizâne-i ilm-i Hak'tır (Hakk’ın ilim hazinesidir), ondan hatâ sâdır olmaz (çıkmaz).  Binâenaleyh (nitekim), tasvîrât­ı hayâliyye (hayali şekiller) iki kısım olmuş olur:

Birincisi: Suver-i mahsüsâta (göz ile görülebilen, bilinen suretlere) mutâbakati (uygun) olan suver-i hayâliyyedir (hayali suretlerdir) ki, buna "keşf i mücerred" ve "suver-i gaybiyyeye ıttılâ" (gaybtaki suretlerden haberdar olmak) tâ’bîr olu­nur (denir). Ve bu kısım, te'vîle (tefsir etmeğe) ve ta'bîre (yorumlamağa) muhtâç değildir. Nitekim, Resûlul­lah (s.a.v) Efendimiz, Hudeybiye'ye hurûcdan (çıkmadan) evvel, rü'yâlarında ken­dilerini ashâbiyle berâber, başlarını traş ettirmiş oldukları halde, emn (eminlik, korkusuzluk) üzere Mescid-i Harâm'a dâhil olmuş gördüler. Hicretten altı sene sonra bu rü'yâ ayniyle zuhûr etti (gerçekleşti).

İkincisi: Suver-i mahsüsâta (görülen, bilinen suretlere) mutâbakati (uygun) olmayan suver-i hayâliy­yedir (hayali suretlerdir) ki, buna "keşf i muhayyel" derler. Ve bu kısım ta'bire muhtâc (yorum yapma ihtiyacı) olur. Ve bu ta'bîr dahi görülen suver-i hayâliyyeye (hayali suretlere) münâsebeti (ilgisi) bulu­nan suver-i mahsüse (bilinen suretler) ile te'vîl (tefsir etmek, yorumlamak) sûretiyle (şekliyle) vâkı' olur. Nitekim, (S.a.v) / Efendimiz'e rü'yâsında bir kâse süt verildi. İçip cür'asını (kalanını) Hz. Ömer (r.a.)’e verdi. Bu rü'yâyı ashâb-ı kirâm hazarâtına (hazretlerine) takrîr buyurdukda (anlattıklarında) : "Yâ Resûlallah, bunu ne ile te'vil buyurdunuz?" (hangi manada açıkladınız?) dediler. "İlim ile te'vîl ettim (tabir ettim)" buyurdular. Vech-i münâsebet (ilişkili yönü) budur ki, "süt" gıdâ-yı be­dendir (bedenin gıdasıdır). "İlim” dahi gıdâ-yı rûhdur (ruhun gıdasıdır). Ve ta'bîr-i rü'yâda (rüyanın yorumunda) bir kaide ve kânûn yoktur. Binâenaleyh (nitekim), suver-i hayâliyyenin (hayali suretlerin) keşfıne müteallık (sırlarının öğrenilmesi ile ilgili) olan ilm-i nûrâniyyet, (nurlar ilmi, hayal âlemi ile ilgili ilim) bir kimseye atâ olunmazsa (bağışlanmamışsa) mer'î olan (görülen) sûretle­rin hakîkatini anlamadan âciz olur.

İmdi "hazret-i hayâl" (hayal mertebesi) hakkındaki bu îzâhât anlaşıldıktan sonra, ma’lûm olsun ki, bu "hikmet-i nûriyye" nûrunun inbisâtı (genişlemesi, açılması) hazret-i hayâl üzerinedir. Ya'ni misâl-i mutlakın (kayıtsız mutlak hayal âleminin) sıfat-ı zâtiyyesi (zatının sıfatı) olan nûr, hazret-i menâm (rüya, düş) olan hazret-i hayâl üzere münbasıttır (yayılan, genişleyendir). Ve bu nûrun hazret-i hayâl üzerine inbisâtı (yayılıp, genişlemesi) dahi, ehl-i inâyet (lutuf, ihsan sahibi) olan enbiyâ (aleyhimü's-selâm) hakkında mebâdi-i vahyin evvelidir (vahyin gelmesinden evveldir) . Yâ’nî rü'yâ mevtını (rüyanın menzili, makamı) olan "hazret-i hayâl" nûrun mahall-i inbisâtı (yayıldığı, genişlediği yer) olmak i'tibâriyle mebde-i vahy-i İlâhî (İlahi vahyin başlangıcı) olur.

(Devam edecek)

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-30.09.2003
http://gulizk.com


Üst Ana sayfa e-mail