226. Bölüm

F A S I L III

İsâ (a.s.)’ın mu'cizâtı:

Hak Teâlâ sûre-i Âl-i İmrân'da buyurur: ....................... (Âl-i İmran, 3/49) ...........................................

Ya'nî "Hz.' Îsâ b. Meryem (Meryem’in oğlu İsa) size Rabbiniz cânibinden (tarafından) âyet ve alâmet (işaretler, nişanlar) ile geldim. Ben size çamurdan kuş hey'etine (şekline) mümâsil (benzeyen) şey yaparım ve ona üfürürüm, o Allah'ın izni ile  kuş olur. Ve ben anadan doğma körleri ve baras (vücutta beyaz lekeler meydana getiren ve tedavisi mümkün olmayan) illetine (hastalığa) mübtelâ olanları (tutulanları) iyi ederim. Ve Allâh'ın izni ile ölüyü diriltirim ve yediğiniz ve evlerinize iddihâr eylediğiniz (biriktirip sakladığınız) şeyi haber veririm" dedi.

Cenâb-ı Îsâ rûh-i İlâhî (İlahi ruh) olduğu için mevtâyı (ölüyü) ihyâ eder (diriltir) bir halde zâhir oldu (açığa çıktı, göründü).  Ve onun bu ihyâ keyfiyetinde (diriltme hususunda), ihyâ (diriltme) Allâh'ın ve nefh (nefes verme, üfürme) Îsâ (a.s.)’ın idi. Nasıl ki Hz. Meryem'e vâki' (olmuş) olan nefh (üfürme) Cibrîl'in (Cebrail a.s.’ın) ve kelime olan rûh-ı musavver-i Îsevî de (İsa’nın cisimlenmiş ruhu da) ........................... (Nisâ, 4/171) âyet-i kerîmesi mûcibince, (gereğince) Allâh'ın idi. Şu hâlde Îsâ (a.s.)’ ın ölüleri diriltmesi, onun nefhinden (nefes vemesinden) enzâr-ı hisiyyede (gözle (beden gözü ile görmede) eser-i hayât (hayat eseri, canlanma) zuhûru (görülmesi) cihetinden (bakımından) ihyâ-yı muhakkak (hakiki diriltme) idi. Ve yine bu ihyâ (diriltme) Allah'tan olduğu halde Îsâ (a.s.)’ın kendisinden olduğu mütevehhem (vehm olunuyor, sanılıyor) idi. Zîrâ (çünkü) hakîkatte vücûd ve nefh (nefes) Hakk'ındır.

İşte cenâb-ı Îsâ kendisinin mâ'-i muhakkak (gerçek su) ile mâ'-i mütevehhemden (vehm edilen sudan) tekevvününden (var olmasından) nâşî (dolayı) bu mu'cizesinde de ihyâ-yı muhakkak (gerçek diriltme) ile, ihyâ-yı mütevehhemi (vehm olunan, sanılan diriltmeyi) cem' etti (topladı). Çamurdan yaptığı kuşa nefh (üfürmesi) ile hayat bulması ve a'mâyı (gözleri kör olanı) ve ebrası (baras hastalığını) ibrâsı (iyileştirmesi) dahi, ihyâ-yı mevtâ (ölüyü diriltmesi) gibi tahakkuk (hakikat olanı) ve tevehhümü (vehim olanı) câmi'dir (toplamıştır).  Bu ise neş'et-i Îseviyye (İsa’nın dünyaya geliş suretinin) iktizâsındandır. (gereğindendir) Bu babdaki (konudaki) tefsîlât (geniş açıklama) Fusûsu'l-Hikem'de Fass-ı Îsevi'i (İsa bölümün) de îzâh buyrulmuştur (anlatılmıştır).

Kendileriyle berâber olmadığı halde, nâsın (insankarın) yedikleri ve evlerine iddihâr (biriktirdikleri, stok) ettikleri şeyi haber vermesine gelince: Îsâ (a.s.)’ın hüviyyeti (hakikati),  her şeyin hüviyyeti (hakikati) gibi Hak'tır. Ve sûret-i beşeriyyesi, (bedeni) ki rûh-i musavverdir (cisimlenmiş ruhtur), mahzâ (sadece) bu sûret itibâriyle (bakımından) abddir (kuldur). Nitekim beşikte iken ....................................... (Meryem, 19/30) buyurmuştur. Sûret-i beşeriyyesine (bedenine) rûhiyyetin galebesi (üstünlüğü) hasebiyle kendisinde hakâyık-ı ahvâle (hakikat hallerine) ıttılâ'a (tanımasına, bilmesine) mâni' (engel) olacak kesâfet (koyuluklar) yoktur. Binâenaleyh (nitekim), onun bu gibi ahvâle (hallere, oluşlara) ilmi, rûhullah (Allahruhu) olması hasebiyle, Hakk'ın ilmidir. Ve Îsâ (a.s.)ın bu gibi ihbârâtını (bildirilerini) işittiklerinde halk, sûret-i İseviyyesi (isa a.s. sureti) hasebiyle (bakımından) muttali' olduğunu (bildiğini) zan ve tevehhüm (kuruntu, vehm) ettiler. Maahâzâki (bununla beraber) bu ilm-i İlâhî (Hakk’ın ilmi) sûret-i Îseviyyede (İsa’nın vucudunda) tahakkuk etmiş (gerçekleşmiş) idi. Böyle olunca Hz. Îsâ (a.s.), bu husûsta da, tahakkuk (hakikat) ve tevehhüm (vehim) beynini (arasını) cem' etti Topladı).

Havâriyyûn'un (Havarilerin (Hz. İsa’nın yanında bulunan on iki yakın dostu) talebi (isteği) üzerine nâzil olan (inen) mâide (sofra) dahi mu'cizât-ı Îseviyyedendir. (Hz. İsa’nın mucizelerindendir) Nitekim sûre-i Mâide'de buyrulur: ................................................. (Mâide,5/114)ya'nî "Îsâ b. Meryem buyurdu ki: Ey Allâh'ım, bize semâdan sofra indir ki, bizim evvelimiz (öncemiz) ve âhirimiz (sonramız, sonumuz) için bayram olsun ve cânib-i ulûhiyyetinden (uluhiyet tarafından) dahi bir alâmet (işaret) olsun ve bizi irzâk eyle (rızıklandır) !  Sen rezzâkların (rızk verenlerin) hayırlısısın." Bunun üzerine biri altında, diğeri üstünde olmak üzere iki bulut arasında sofra nâzil oldu (indi) . Üstünde kırmızı bir örtü vardı. Örtüyü kaldırdıklarında, pulları ve kılçıkları çıkarılmış ve yağları akmakta bulunmuş olan pişmiş balık olup, baş tarafında tuz ve kuyruk tarafında sirke ve etrâfında tere ve maydanoz gibi türleri yeşillikler var idi. Ondan başka beş tâne pide var idi, ki birinin üstünde zeytin, birinde bal, birinde tereyağı, birinde peynir ve birinde pastırma var idi. Ehl-i İslâm’ın (Müslümanların) ramazan-ı şerîfte sofrada bulundurdukları iftarlık teberrüken (uğur sayılarak) bu mâideye (sofraya) temsîlen (örnek olarak) ihzâr olunur (hazırlanır).

Ma'lûm olsun ki Enbiyâ (aleyhimü's-selâm)’ın (Nebilerin (Peygamberlerin) her birerleri birer insân-ı kâmildir. Ve bâlâda (yukarıda) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere insân-ı kâmil "Allah" ism-i câmi'inin (bütün isimleri kendinde toplamış “Allah” isminin) mazharı (göründüğü, yer, mahal) olup, kâffe-i esmâ ve sıfât-ı İlâhiyye (bütün İlahi esma ve sıfatlar) ile mütehakkıktır (tahakkuk etmiş, gerçekleşmiştir). Binâenaleyh (bundan dolayı) onlarda kudret-i halk (yaratma gücü) dahî mevcuttur. Onlar âlem-i hayâlde (hayal aleminde) îcâd ettikleri (yarattıkları) sûreti bu âlem-i kesîfte de (dünyada da) ihrâca (çıkarmaya) kâdirdirler (güçlüdürler). Bu hakîkate mebnî (dayalı) mâide (sofra), hayâl-i Îsevî'de (Hz. İsa’nın hayalinde) mütekevvin (mevcut) olan sûretin, âlem-i şehâdette (dünyada) halkından (yaratılmasından) başka bir şey değildir. Cenâb-ı Îsâ'nın "Ey Allâh'ım!" hitâbı (seslenişi), kendisinin mazhar (görüntü yeri) olduğu ism-i câmi'a, (toplanmış isimlere) ya'nî kendi hakîkatine hitâbdır. (seslenişidir) Velâkin (fakat) taayyünü (meydana gelmiş varlığı) ve sûret-i beşeriyyesi (bedeni) hasebiyle, sâir (diğer) insan-ı kâmiller gibi, cenâb-ı Îsâ dahî, abddir (kuldur). Ve bu husûsta cemî'-i enbiyâ (bütün Nebiler,Peygamberler) (aleyhimü's-selâm) birdir. Yalnız Rabb-i hassları (kendilerindeki güçlü isimler) i'tibâriyle (bakımından) aralarında tefâzul (farklılıklar, üstünlükler) vardır ve herbirinin mu'cizâtı (mucizeleri) kendi ism-i gâlibi (güçlü ismi) olan Rabb-i hâssın (has rabbinin (güçlü esmanın) ahkâmı (şartları) dâiresinde vâki' olur. (oluşur) Meselâ Sâlih (a.s.) / ism-i Fettâh'ın (fettah isminin) mazharı (göründüğü yer, mahal) olduğundan mu'cizât-ı seniyyeleri (yüce, yüksek mucizeleri) de "fütûh" (açma, açılma) sûretinde  zâhir oldu (açığa çıktı, göründü). Ve Îsâ (a.s.) ism-i Bâtın'ın (batın isminin) mazharı (göründüğü yer, birim) olduğundan mu'cizâtı (mucizeleri) ve şerîatı ve da'veti dahi bu ismin ahkâmı (şartları, hükümleri) dâiresinde vâkı' oldu (gerçekleşti).

Hâtem-i enbiyâ (son Nebi) (s.a.v.) Efendimiz cemî'-i esmâ-yı İlâhiyyenin (bütün İlahi isimlerin) ahkâmı (hükümleri) kendilerinde alâ-tarîkı'l-i'tidâl (ölçülü, dengeli biçimde) zâhir olduğu (açığa çıktığı) için, kâffe-i enbiyânın (bütün Nebilerin, Peygamberlerin) mu'cizâtını (mucizelerini) câmi'dir (kendinde toplamıştır).Böyle olduğu halde ümmetinden hiçbir ferd (s.a.v.) Efendimiz'e bi-hasebi't-taayyün (belli başlı adam oluşu, varlığı bakımından) ulûhiyet (Allah’lık) isnâd etmediler (atfetmediler, yakıştırmadılar) ve onlar hakkında aslâ böyle tevehhüme (kuruntuya) düşmediler. Zîrâ (çünkü) onların neş'et-i Muhammediyyeleri (Muhammed a.s.’ın meydana geliş şekli) bu tevehhümü (kuruntuyu, vehmi) iktizâ etmez (gerektirmez) idi. Velâkin neş'et-i Îseviyye (İsa a.s.’ın meydana geliş şekli) yukarıda kirâren (tekrar olarak) îzâh olunduğu (anlatıldığı) üzere ümmetinin kendisine ulûhiyet (Allah) isnâdını (yakıştırmasını) icâb ettirdi (gerektirdi). Binâenaleyh (bundan dolayı) onun ümmetinden teşbîh (benzetme (Hakk’ı yaratılmışlara benzetme) ve tevehhüm (kuruntu) gâlib (üstün) oldu. Ve Mûsâ (a.s.)’ın Rabb-i hâssı (has rabbı, güçlü esması) ism-i Zâhir (zahir ismi) olduğundan, onun da'veti tenzîh (Hakk’ı varlıklardan mukaddes kılma, beri tutma) üzerine olup, ümmeti suver-i kevniyye (evren suretleri) ahkâmında (hükümlerinde) müstağrak oldular (boğuldular).  Velâkin hâtem-i enbiyâ (son Nebi) (s.a.v.) Efendimiz tenzîhde teşbîhe ve teşbîhde de tenzîhe dâ'vet buyurduklarından, ümmetinde her iki ismin ahkâmı (hükümleri) i'tidâlen (dengeli olarak) vâki oldu (gerçekleşti).

Derleyen:
Asliye Tavşanlı
asliye@hotmail.com
İstanbul-11.07.2006
http://sufizmveinsan.com


Üst Ana sayfa e-mail